25 Şubat 2014 Salı

Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever.

Barfi’yi henüz izlemiş olmaktan belki, üzerimde tatlı bir hüzün var. Can sıkanlardan değil. Keyifle taşınanlardan. Güzel birşeyin son bulmasından değil, güzelin mekan/şekil/isim ve belki gölge-i esma değiştirmesinden kaynaklanıyor. Otobüsten el sallamak gibi. (Veya otobüse el sallamak.) Biliyorsun yani, o hâlâ var. Var olmaya da devam edecek. Bundan eminsin. Fakat nasıl desem? Ne de olsa ‘görememek’ de bir uzaklıktır.

İnsanız. Uzaklığı cetvelle, km’yle değil, gözümüzle tartarız. Gözden ırak olan, var olsa da hâlâ bir yerlerde, bir şekilde gönülden ırak olur. Gönlün muhabbet seviyesi ‘her an’dır çünkü. Her an yanında olmasını ister sevdiceğinin. Zaten gönülden ırak olmayı beceremeyenler, mesafeyi istedikleri kadar açsınlar, uzak olamazlar. O noktada gözün de hükmü biter arkadaşım. Biliyorsundur, ama hatırlatayım: İnsan birşeyi kalbine taşıdığında, duyularının farkındalığı değişir. Çünkü ‘kalbin ve ruhun derece-i hayatları’ bedenden farklıdır.

İnsan sınırlıdır. Hakikati, sınırsız esma-yı ilahî olan eşyayı elbet ‘yaratılmış olmakla başlayan’ sınırlarıyla algılar. Yalnız algısı değil, değerlendirmesi de; bu değerlendirmeleri ifade edişi de sınırlıdır bu yönüyle… ‘Sınır’ ne demektir peki? Birşeyin sonu mu? Böyle düşünüyorsan—yanlış değil, fakat—eksiksin arkadaşım. Sınır, yalnızca ‘bitmek’ değildir. ‘Bitmek’ ve ‘yeniden başlamak’tır. Sınırlarda birşeyler biter, bu doğru; fakat az ötesinde yeni birşeyler başlar. Çocukluk biter, gençlik başlar mesela. Hoşgörü biter, nefret başlar. Sevgi biter, ilgisizlik başlar.

Allah ‘Ol!’ demiştir varlığa bir kere, fakat kemal-i kereminden ‘Yok ol!’ dememiştir. Bu yüzden herşey hem biter hem yeniden başlar. Zerreler bile bu kanunun dışında kalmayacak; 30. Söz’de okudun, biliyorsun. Bu yüzden bizim hüznümüz “(…) âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firaku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.”

İşte Barfi’yi izledim. Bendeki tesiri böyle oldu. Başka şeyler de anladım elbet o filmden. Mesela şunu anladım: Eğer iki kitabın müellifi birse, o kitaplar birbiriyle çelişmez. Aralarında mutlaka bir uyum yakalarsın. Eğer çelişki varsa, bil ki; müellif değişmiştir. Ya komple değişmiştir yahut düşünce dünyası değişmiştir. Kişi, aynı kişi değildir yani. Bedeninin aynı olması, kaşının gözünün öncekine benzemesi seni aldatmasın. Bizim asıl simamız yüzümüzde değil, içimizde. Ve o beden gibi değil, değişebiliyor.

Eğer bütün kainatı yaratan aynı Allah’sa (ki imanımız böyle) o zaman parçalar arasında uyumsuzluk olmaması lazım. Kur’an’la kainat asla çelişmemeli mesela. Ve yine mesela; Barfi’deki gibi, iki uyumsuz parça diyeceğin; hatta sen değil, modern bilimin iki uyumsuz parça olarak teşhis ettiği; birisi sağır ve dilsiz, diğeri otistik iki insanın birbirine âşık olabilmesi mümkün. Çünkü onlar, aynı müellifin kudret kaleminin ucunda iki güzel nokta olmakla ‘uyum’ kanunundan hariçte değiller, olamazlar. Sivrisineğin gözüyle güneşin arasında bir bağlantı var.

Bizi kandırıyorlar. Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever. Uyum, ‘rastgelelikle’ açıklanamaz çünkü. Denk getiriş olmadan aşkın sırrı izah edilmez. Daha bu gözle baksan neler görürsün. Sonbaharı sarıya, baharı yeşile, gökyüzünü maviye; onları öyle bulduğun için değil yalnız, öyle olmaları gerektiği için, sen de yakıştırırsın. Vücudunda gözlerine daha uygun bir yer bulmaya çalış mesela? Buldun mu?

"Onlar (takva sahipleri) sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar…" ayetini yalnız kutsal kitaplar ekseninde anlama lütfen. Ayette zikredilen ‘inzal olanlar’dan kasıt başka şeyler de olabilir. Kur’an’da demir için de, yağmur için de ‘inzal’ ifadesi kullanılmıştır. Hem ‘kitap’ kaydını koyuyorsan bile neden bunu sadece daha önceki peygamberlere gelen suhuflara ve kitaplara indirgiyorsun? Sen de bir kitap değil misin? Varlık da bir ‘kitab-ı kebir-i kainat’ değil mi?

Hem hatırlarsın, yine ‘demirin indirilmesi’ meselesini aktarırken diyor ki Bediüzzaman: Böyle zikredilmesi nimetiyet cihetini hatırlatmak için de olabilir. Yani yağmur gibi, demir de sizin için ‘indirilmiş’ (çünkü kerem dairesi, kulluk dairesinden yukarıdadır) bir nimettir. Durduğunuz yer itibariyle Allahın her ikramı size indirilmiş sayılır. Kul, Allahından elbette aşağıdadır. “Veren el, alan elden üstündür.” Bu yön değil, konum gereğidir.

Biz elbette hem Efendimiz aleyhissalatu vesselama indirilene; hem de ondan önce indirilenlere inanır, iman ederiz. Çünkü aralarındaki muhteşem uyumu görüyoruz. Onların hiçbir parçasına karşı güvensiz değiliz. Aynı Allah tarafından yaratıldığımıza göre (ki tevhid de bu demektir) onlar da bizim kardeşlerimiz. Biz, beraberken güzeliz. Varsa zahirde bize sorunlu gibi görünenler, onlar da aslında okunması biraz daha gayret bekleyen satırlardır. Takva sahipleri böyle satırlarla karşılaştıklarında pes etmezler.

Biraz incelikli bakarsan fark edeceksin, düşmanlarının bile senin hayatında önemli bir yeri var. Sana kötülük edenler bile seni bir şekilde yetiştirmiş. Şahinin serçeye saldırışı, serçenin daha güzel uçmasına sebep olmuş. Demem o ki: Parçaların, indirilenlerin, kitapların tamamına iman et arkadaşım. Öncekilere ve sonrakilere… Önceki olmakla indirilenlere. En sonraki olmakla da ahirete. Onlarla, yani sürecin tamamına bakmakla, sen tamam olacaksın. Anlarda boğma ki kendini, mutlu olasın. Hüznün de âşıkane olsun. Yetimane olmasın.

"Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma! Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...