Tesadüf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tesadüf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2018 Pazar

Kanser vakıaları neden artıyor?

Belki yeterince farkında değiliz fakat kadere imanımız mühim bir sırrı da algımıza yüklüyor: "Herşeyin anlamı öncesindedir." Yani, birşey zâhirde nasıl bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkarsa çıksın, o şey özünde bir mana üzerinde dikilidir. Herşeyin öncesinde anlamı vardır. Herşeyin öncesinde bilgisi vardır. Şeyler ancak 'bilgi' ve 'anlam' üzerine inşa edilirler. Bu açıdan bir müslümanın imanında 'tesadüf' diye birşey yoktur. Herşey bir kasıtladır. Fakat bu kastın ne olduğunu çözemediğimiz yerlerde 'hasbelkader' veya (daha doğru bir ifadeyle) 'hesabü'l-kader/kaderin hesabıyla' tabir ettiğimiz işler vücuda gelirler.

'Anlamın önceliği'ne imanımız, şeylerle muhatabiyetimizi, onlardan edindiğimiz bilginin niteliği yönüyle de etkiler. Bir mü'min için sanat varlığın özündedir. Herşey hayır üzerinedir. Bu nedenle edindiği bilginin 'her hayır elinde' olan bir Allah'ın katından ihsan olduğunu bilir. Fakat münkirin gözünde varlığın durumu, en iyi ihtimalle, nötrdür. Tarafsızdır. Bu nedenle 'görecelilik kuramı' etkisinde istediği rengi alır. Şeylere güvenemez münkir insan. Çünkü şeyler tekinsizdir. Hatta bazen öyle kem bir bakış açısıyla iman eder ki onlara, kalbi mühürlenir, iyiliklerini göremez olur. Sahip olduğumuz önyargılar/fobiler bunun şahididir.

Meseleyi bu noktaya sürükleyişim bir amaç ile. Mürşidimin metinlerinde rastladığım bazı uyanışlar nedeniyle herşeyin arkasındaki anlamı kovalamayı seviyorum. Halimi biraz şuna benzetiyorum: Bir filmdeki katil ve maktül ilişkisini, bir "Katil ateş etti. Maktül bu nedenle öldü. Olay bundan ibaret!" diye okumak vardır, bir de bu çerçeveden aşkın olarak "Senarist bununla şunu anlatmak istedi" diye okumak vardır. Ben, varlığın okunuş şeklinin, kadere imanla birlikte ikincisine evrildiğini düşünüyorum. Kader bize bütün bunların ardında bir 'takdir' olduğunu haber veriyor. Mevzu yatayta görünenden ibaret değil. Film perdede yaşanmıyor. Yaşandığı bir stüdyo, bir mekan, hatta birçok mekan var.

Bir kurguyla önümüze geliyor bu işler. Yatayda silahı ateşleyen katil olabilir. Fakat esasında onun elindeki silah kurusıkı. Belki de oyuncak. Maktülün yaşadıkları gerçek değil. Vurulmuş gibi yapıyor. Göğsünde patlayan ise sadece fünye. Göz aldatmacası. Asıl bunların arkasında bize öğretilmek istenen birşey var ki o da senarist veya yönetmenin sırrıdır. Nasibi olan ona dadanır. Onu alır. Onu okuyanlar makbul izleyici olur.

İşte mürşidim de böylesi dikey okumalar öğretiyor pekçok kereler bana. Sebepler perdesini aşıp Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın şeylere yüklediği anlamlara yönlendiriyor beni. Mesela peygamber mucizeleri hakkında diyor ki: "Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi: Birincisi: Belâğat ve fesahat. İkincisi: Şiir ve hitabet. Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek. Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti. İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu. Başta, ehl-i belâğate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler. İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü. Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi. Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi. İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar."

Hem yine Batılı miras hukukunun Türkiye'de uygulanmaya başlamasıyla yaşanan anne mağduriyetleri hakkında diyordu ki: "Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi. Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi? Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, 'Evlâdım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın' diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ, mütedeyyin de olsa, Kur'ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti."

Arkadaşım, Allahu'l-a'lem, bu ve şu gibi metinler bana şöyle bir sırrı fısıldadılar: En çok neye güveniyorsak Allah'a karşı, en çok o alınıyor elimizden. Mısırlılar sihirlerine güveniyor. Hz. Musa aleyhisselam gelip asâsıyla yılanlarını yutuveriyor. İsrailoğulları tababetlerine güveniyor. Hz. İsa aleyhisselam gelip ölülerini diriltiyor. Ve anneler, gaflete düşüp en çok evlatlarına yaslandıklarında dünyaya dair, Cenab-ı Hak oradan umdukları ümidi alıyor, yeni bir hukuka müsaade ederek. Yani, zamanın ve zeminin şartlarına göre, kim ne ile Allah'a (hâşâ) kafa tutabileceğini sanıyor, Kadir-i Zülcelal onu ellerinden çekerek veya zayıflığını göstererek veya gafil ümitlerini dağıtarak akıllarını başlarına getiriyor. En azından yüzü hidayete bakanlarını. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi...

Ben şimdilerde ahirzamanda kanser vakıalarının/türlerinin çoğalmasını da böylesi manevî bir sebebe bağlıyorum. Peki nedir o manevî sebep? Bence Darwinizmdir. Genetik üzerine inşa edilen sapkınlıktır. Bu dönemin insanı, 'tesadüflerine' genler üzerinden öyle bir büyük paye veriyor ki, neredeyse, her canlının yaratılışını ona bağlıyor. Onun eseri olarak ortaya çıktığını söylüyor. Ona vardırıyor.

Peki kanser bize özünde ne söylüyor? Bence tam tersini. O aksine diyor ki: "Eğer genler üzerinde sizin tesadüften umduğunuz şekilde değişiklikler olursa sonuçları benim gibi olur. Çünkü ben, işte gözünüz önünde, hücrelerin genlerinde meydana gelen değişikliğim. Bozulmayım. İster ciğerde olayım, ister karaciğerde, ister beyinde... Nerede olursam olayım, hangi etmenle ortaya çıkarsam çıkayım, görüyorsunuz, sizi öldürüyorum. Hâlâ mı tesadüflerin esintisiyle bize tapacaksınız?"

Hem psikolojik rahatsızların tür ve sayı olarak artmasında da sanki böylesi bir 'uyarının' izleri var. Evet. Allah'a karşı en çok neye dayanıyorsak en çok o parçalanıyor. Ahirzaman insanının Cenab-ı Hakka karşı en çok güvendiği şeylerden birisi olan 'hodbin benliği' yani enesi. İşte ahirzamanda da yine en çok o parçalarına bölünüyor. Bütün o teknolojik tırı-vırı, güç kalkanı, imkan ziyadeliği içinde ahirzaman insanı dertlerine karşı daha latif. Daha dokunaklı. Daha çabuk sarsılıyor. Daha çok boşluğa düştüğü gibi daha kolay hayatından vazgeçebiliyor.

İşte, arkadaşım, Bediüzzaman'dan aldığım bir bakış açısıyla ben hem bedenlerimizde hem de ruhlarımızda artan kanser vakıalarına böyle baktım. Düştüğümüz yerden kaldırılıyoruz en çok. Daha doğrusu: Düştüğümüz yerden uyarılıyoruz. Kaldığımız dersten sınava tutuluyoruz. Geçebilirsek ne âlâ. Cenab-ı Hak, cümlemize, zayıflıklarımızla barışmayı nasip etsin. Âmin. Zira onlarla barışmadan varlıklarını itiraf edemeyiz.

8 Kasım 2014 Cumartesi

İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?

Gözleriniz neden başka bir yerde değil de burada, başınızın önünde, olması gereken yerde? Peki ya burnunuz, o neden iki tane değil de, sadece bir tane? Kulaklarınız neden avuçlarınızın içinde değil de, başınızın yanlarında duruyor? Saçlarınız uzar da, kaşlarınız neden uzamaz? Bütün kaslarınızın kontrolü sizde de, kalp kaslarının kontrolü neden sizden alınmış? Burnunuzun içinden bile kıl çıkıyor da, ağzınızın içinden neden çıkmıyor?

Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?

Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?

Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”

Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"

Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor. 

Gözün veya kulağın vücutta yer alabileceği milyon tane yer varken, en uygun yere yerleştiren kim? Aç gözünü. Masal zamanı değil. Kurt seni kandırmak istiyor. Bu perdenin arkasında birisi var, bu pencereden bakınca bir zatın tecellileri okunuyor. Bir usta ressam, bir usta dekoratör, bir usta tasarımcı seni 'sen' kılıyor. Hem de öyle bir 'sen' kılıyor ki, dünyada tıpatıp benzerin bir kişi daha bulunmuyor. Buna ne dersin? Yüzbin maşallah demez misin? Peki, böyle yüzbin maşallah dediğini nasıl tesadüflere verirsin?

25 Şubat 2014 Salı

Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever.

Barfi’yi henüz izlemiş olmaktan belki, üzerimde tatlı bir hüzün var. Can sıkanlardan değil. Keyifle taşınanlardan. Güzel birşeyin son bulmasından değil, güzelin mekan/şekil/isim ve belki gölge-i esma değiştirmesinden kaynaklanıyor. Otobüsten el sallamak gibi. (Veya otobüse el sallamak.) Biliyorsun yani, o hâlâ var. Var olmaya da devam edecek. Bundan eminsin. Fakat nasıl desem? Ne de olsa ‘görememek’ de bir uzaklıktır.

İnsanız. Uzaklığı cetvelle, km’yle değil, gözümüzle tartarız. Gözden ırak olan, var olsa da hâlâ bir yerlerde, bir şekilde gönülden ırak olur. Gönlün muhabbet seviyesi ‘her an’dır çünkü. Her an yanında olmasını ister sevdiceğinin. Zaten gönülden ırak olmayı beceremeyenler, mesafeyi istedikleri kadar açsınlar, uzak olamazlar. O noktada gözün de hükmü biter arkadaşım. Biliyorsundur, ama hatırlatayım: İnsan birşeyi kalbine taşıdığında, duyularının farkındalığı değişir. Çünkü ‘kalbin ve ruhun derece-i hayatları’ bedenden farklıdır.

İnsan sınırlıdır. Hakikati, sınırsız esma-yı ilahî olan eşyayı elbet ‘yaratılmış olmakla başlayan’ sınırlarıyla algılar. Yalnız algısı değil, değerlendirmesi de; bu değerlendirmeleri ifade edişi de sınırlıdır bu yönüyle… ‘Sınır’ ne demektir peki? Birşeyin sonu mu? Böyle düşünüyorsan—yanlış değil, fakat—eksiksin arkadaşım. Sınır, yalnızca ‘bitmek’ değildir. ‘Bitmek’ ve ‘yeniden başlamak’tır. Sınırlarda birşeyler biter, bu doğru; fakat az ötesinde yeni birşeyler başlar. Çocukluk biter, gençlik başlar mesela. Hoşgörü biter, nefret başlar. Sevgi biter, ilgisizlik başlar.

Allah ‘Ol!’ demiştir varlığa bir kere, fakat kemal-i kereminden ‘Yok ol!’ dememiştir. Bu yüzden herşey hem biter hem yeniden başlar. Zerreler bile bu kanunun dışında kalmayacak; 30. Söz’de okudun, biliyorsun. Bu yüzden bizim hüznümüz “(…) âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firaku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.”

İşte Barfi’yi izledim. Bendeki tesiri böyle oldu. Başka şeyler de anladım elbet o filmden. Mesela şunu anladım: Eğer iki kitabın müellifi birse, o kitaplar birbiriyle çelişmez. Aralarında mutlaka bir uyum yakalarsın. Eğer çelişki varsa, bil ki; müellif değişmiştir. Ya komple değişmiştir yahut düşünce dünyası değişmiştir. Kişi, aynı kişi değildir yani. Bedeninin aynı olması, kaşının gözünün öncekine benzemesi seni aldatmasın. Bizim asıl simamız yüzümüzde değil, içimizde. Ve o beden gibi değil, değişebiliyor.

Eğer bütün kainatı yaratan aynı Allah’sa (ki imanımız böyle) o zaman parçalar arasında uyumsuzluk olmaması lazım. Kur’an’la kainat asla çelişmemeli mesela. Ve yine mesela; Barfi’deki gibi, iki uyumsuz parça diyeceğin; hatta sen değil, modern bilimin iki uyumsuz parça olarak teşhis ettiği; birisi sağır ve dilsiz, diğeri otistik iki insanın birbirine âşık olabilmesi mümkün. Çünkü onlar, aynı müellifin kudret kaleminin ucunda iki güzel nokta olmakla ‘uyum’ kanunundan hariçte değiller, olamazlar. Sivrisineğin gözüyle güneşin arasında bir bağlantı var.

Bizi kandırıyorlar. Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever. Uyum, ‘rastgelelikle’ açıklanamaz çünkü. Denk getiriş olmadan aşkın sırrı izah edilmez. Daha bu gözle baksan neler görürsün. Sonbaharı sarıya, baharı yeşile, gökyüzünü maviye; onları öyle bulduğun için değil yalnız, öyle olmaları gerektiği için, sen de yakıştırırsın. Vücudunda gözlerine daha uygun bir yer bulmaya çalış mesela? Buldun mu?

"Onlar (takva sahipleri) sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar…" ayetini yalnız kutsal kitaplar ekseninde anlama lütfen. Ayette zikredilen ‘inzal olanlar’dan kasıt başka şeyler de olabilir. Kur’an’da demir için de, yağmur için de ‘inzal’ ifadesi kullanılmıştır. Hem ‘kitap’ kaydını koyuyorsan bile neden bunu sadece daha önceki peygamberlere gelen suhuflara ve kitaplara indirgiyorsun? Sen de bir kitap değil misin? Varlık da bir ‘kitab-ı kebir-i kainat’ değil mi?

Hem hatırlarsın, yine ‘demirin indirilmesi’ meselesini aktarırken diyor ki Bediüzzaman: Böyle zikredilmesi nimetiyet cihetini hatırlatmak için de olabilir. Yani yağmur gibi, demir de sizin için ‘indirilmiş’ (çünkü kerem dairesi, kulluk dairesinden yukarıdadır) bir nimettir. Durduğunuz yer itibariyle Allahın her ikramı size indirilmiş sayılır. Kul, Allahından elbette aşağıdadır. “Veren el, alan elden üstündür.” Bu yön değil, konum gereğidir.

Biz elbette hem Efendimiz aleyhissalatu vesselama indirilene; hem de ondan önce indirilenlere inanır, iman ederiz. Çünkü aralarındaki muhteşem uyumu görüyoruz. Onların hiçbir parçasına karşı güvensiz değiliz. Aynı Allah tarafından yaratıldığımıza göre (ki tevhid de bu demektir) onlar da bizim kardeşlerimiz. Biz, beraberken güzeliz. Varsa zahirde bize sorunlu gibi görünenler, onlar da aslında okunması biraz daha gayret bekleyen satırlardır. Takva sahipleri böyle satırlarla karşılaştıklarında pes etmezler.

Biraz incelikli bakarsan fark edeceksin, düşmanlarının bile senin hayatında önemli bir yeri var. Sana kötülük edenler bile seni bir şekilde yetiştirmiş. Şahinin serçeye saldırışı, serçenin daha güzel uçmasına sebep olmuş. Demem o ki: Parçaların, indirilenlerin, kitapların tamamına iman et arkadaşım. Öncekilere ve sonrakilere… Önceki olmakla indirilenlere. En sonraki olmakla da ahirete. Onlarla, yani sürecin tamamına bakmakla, sen tamam olacaksın. Anlarda boğma ki kendini, mutlu olasın. Hüznün de âşıkane olsun. Yetimane olmasın.

"Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma! Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...