İnanç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnanç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2014 Pazar

İçimdeki ateiste mektuplar 3: Deprem ayeti

Bir deprem oldu, herşey birbirine karıştı. O zamanlar İstanbul’da olmasam da neler yaşandığını az çok biliyorum. İbret nazarıyla bakılınca her olaydan çıkarılabilecek dersler var. Buna (ne kadar korkutucu da olsa) deprem de dâhil. Örneğin: Deprem aynasında hazırlıksızlığımızı bir kez daha seyrettik. Herkes bocaladı, havlu attı. Başımız saydıklarımız ve/veya başımız sandıklarımız dahi bu hale şaştı. En hazırlıklı sandığımız kurumlar afalladı. Bir depremde oldu bu. Ve bazı kurumların (özellikle) felaketlere hazır olması gerekirdi. Zira bütün yatırımları işte böyle felaketler içindi. Varlık nedenleri bizzat buydu. Çadır yetişmedi; ilaçlar, araçlar yetmedi; battaniye bulunmadı, yiyecek/içme suyu bile kalmadı vs. Her yer bir depremde çaresiz insanlarla doldu.

Sadece bir deprem. Bir depremde insanoğlunun bütün tedbirleri berhava oldu! Hâlbuki bundan bin kez şiddetlisi her bahar olmakta. Her bahar, birden uyanışa geçen canlılar rızık diye varlık sahnesine koşmakta. Kıyafet diye bağırmakta. Barınak diye ağlamakta. Bir baharda, bir uyanışta, bütün canlılar kıştan kalkmakta ve kendi lisanlarıyla hayatlarını aramaya başlamakta.

Fakat ne gariptir, şu görünüşte kurumsuz, devletsiz, organizatörsüz(!) dünya şehrinde hiçbirisi aç veya açıkta kalmıyor. Her canlı kendine ait olan rızkı buluyor, buluşturuyor. Kendisi rızka koşamayanların gıdası köklerinden, yani bir nevi ayaklarından kendisine sunuluyor. Her ağacın bir zamanı var, o zamanda çiçek açıyor. Bir denge var, her bahar korunuyor. Bir sistem var, her bahar tıkır tıkır işliyor. Sahi, dünya şuursuz kafasıyla bunu nasıl başarıyor? Sözde bu âlemin en akıllısı sensin. Sen söyle arkadaşım. Sen bir depremde insan türünü hizaya getiremedin. Dünya bunu her bahar milyonlarca türde nasıl başarıyor?

8 Kasım 2014 Cumartesi

İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?

Gözleriniz neden başka bir yerde değil de burada, başınızın önünde, olması gereken yerde? Peki ya burnunuz, o neden iki tane değil de, sadece bir tane? Kulaklarınız neden avuçlarınızın içinde değil de, başınızın yanlarında duruyor? Saçlarınız uzar da, kaşlarınız neden uzamaz? Bütün kaslarınızın kontrolü sizde de, kalp kaslarının kontrolü neden sizden alınmış? Burnunuzun içinden bile kıl çıkıyor da, ağzınızın içinden neden çıkmıyor?

Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?

Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?

Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”

Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"

Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor. 

Gözün veya kulağın vücutta yer alabileceği milyon tane yer varken, en uygun yere yerleştiren kim? Aç gözünü. Masal zamanı değil. Kurt seni kandırmak istiyor. Bu perdenin arkasında birisi var, bu pencereden bakınca bir zatın tecellileri okunuyor. Bir usta ressam, bir usta dekoratör, bir usta tasarımcı seni 'sen' kılıyor. Hem de öyle bir 'sen' kılıyor ki, dünyada tıpatıp benzerin bir kişi daha bulunmuyor. Buna ne dersin? Yüzbin maşallah demez misin? Peki, böyle yüzbin maşallah dediğini nasıl tesadüflere verirsin?

29 Temmuz 2014 Salı

Hani tanrı ölmüştü?

"Algıladığımız ancak yüzeydir." Jan-Philipp Sendker, Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler

Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: 'Galaksiler arası uzaklıkları' veya 'evrenin genişleme hızını' bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: "Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum." Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça: "Onlar ki gayba iman ederler." Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü...

Lee Strobel'ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı "Hani Tanrı Ölmüştü?" kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.

Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: "Ona göre bilim, bizi 'İlk Olay'a götürdü, fakat daha da ötesine gidip 'İlk Sebep'e ulaştıramadı." Çünkü 'İlk Sebep' tefekkürü yukarıda Sandage'ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce: "Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor." Yahut Galileo'nin de dediği gibi: "Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini."

Bu iki (gayb'lı ve gayb'sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology'de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:

"Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: 'Çaydanlık neden kaynıyor?' Karınız şöyle cevap verirse: 'Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.' Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; 'Çay yapmak için onu ben koydum.' İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır."

"Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır."

Söz 'fail'e gelince İkram Arslan abiyle 2014'te TV111'de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz'ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A'râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: "Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı?” Sanki içerisinde "Baksalar göreceklerdi" veya "Bakanlar görecekler" manalarını da barındıran bu ifade, 'içyüzü' diye karşılık verdiğimiz şeye 'melekut' diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: "Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?"

Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere'de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman'ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale'den o kısmı da alıntılayayım:

"İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir."

Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig'in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin 'melekut'tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb'tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage'ın dediği gibi: 'Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor'du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman'ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:

"Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."

Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür 'melekuta dair tefekkür' olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig'in 'bilimsel açıklama' dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman; "İçine dalma, boğulursun" derken, Sandage; "(...) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor" diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...