Kader etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kader etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ağustos 2023 Cuma

Allah konuşmak zorunda mı?

“Kâinatın envâı insanı tanıyor değil. Belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.”
Sözler’den.

Elhamdülillah. Müslümanın Allah’ı tutarsızlıktan münezzehtir. Deistlerin tanrısındaysa bir dizi tutarsızlık vardır. İlk tutarsızlığı ‘ilgi’ eşiğinden kendisini gösterir. Fakat, bir saniye, hızlı gidiyoruz. Bu mevzua dalmadan önce birşeyi itiraf etmeliyim: Bediüzzaman’ın bazı ifadelerini ilk okumalarımın üzerinden yirmi yıl kadar geçtikten sonra anlayabiliyorum. Evet. Sanki, daha önce hiç okumamışım, sadece yanlarından geçmişim gibi. “Kimbilir anlamadan yanından geçtiğim daha neler neler var?” diye kederleniyorum böyle anlarda. Eh, ne yapalım, kabımız bu kadarcık. Rabb-i Rahîmimiz azımızı çoğa saysın. Bahsi açtık. Misali de geliyor. İşte onlardan birisi: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.”

Ben bu cümleyi her okuduğumda ‘yapmak ile bilmek’ arasındaki zarureti kavrar fakat ‘bilmek ile konuşmak’ arasındaki lüzumu kavrayamazdım. Nihayetinde her bilen konuşmak zorunda değildi. En azından beşerî düzlemde bu zarureti kavramamı sağlayacak kıyaslamalar bulamıyordum. Susmak da insanlığın bir parçasıydı. Ve bazen insanlar bile bile susarlardı. Peki Bediüzzaman bu zarurete nasıl intikal etmişti? Aradaki boşluğa(!) dair düşünmeye başladım. O düşünmek mesaisi epey bir sürdü.

‘Yapmak ile bilmek’ arasında ise aynı güçlüğü çekmediğimi belirtmiştim. Zira bilmesiz yapmak ancak yıkmak türünden ‘vücudî görünen ademîlikler’ için mümkündü. (Yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya ne yaptığını bilemezdi, ama birşey de yapmış olmazdı zaten, yıkardı sadece.) Sistemli herşeyin inşasıysa bilgi isterdi. Kasıt isterdi. Dikkat isterdi. Israr isterdi. Bütüncül bakış isterdi. Çay yapmasını bilmeyenler çay yapamazdı. Bina yapmasını bilmeyenler inşaata girişemezdi. İlim, irade, kudret üçlüsü her eserin arkasında zaruret olarak kendisini gösteriyordu. Kader de, daha büyük resimde, kainatı varlığa çıkaran (ve onu varlıkta tutan) bilişin/ilmin adıydı. Evet. Kadere iman edilmeden iman tamam olamazdı. Çünkü Allah’ın yarattıklarını önceden (aslında, zamandan aşkın bir şekilde, ezelden) bilmeden yarattığını söylemek olurdu bu. Dolaylı olarak da, ne yaptığını bilmeden yaratan Allah gibi, hâşâ, imkansız birşeyin tasavvuruna giderdiniz. Kainatı binbir harikalıkla yaratan Allah, ilminin izleri her eserinde okunan Allah, nasıl böyle birşeyle itham edilebilirdi? Düpedüz iftira olmaz mıydı denilen?

Buraya kadar tamam. Fakat bilen neden konuşmak zorundaydı? İşte şu eşikten sonra deistlerin ilah tasavvurundaki tutarsızlık kendisini ele vermeye başladı arkadaşım. Deistler bize diyorlardı ki: “Kainatla ‘yaratacak’ kadar ilgilenen Allah insanlarla ‘konuşacak’ kadar ilgilenmedi.” Halbuki yaratmak ilgilerin en şiddetlisiydi. Cenab-ı Hak, daha varlık sahnesinde yokken, sadece ilm-i İlahî’de mevcutken, o kadar ilgilendi ki bizle, o kadar teveccüh etti ki keremiyle, varlık sahnesine çıkardı bizi. Sadece bizi değil cümle mahlukatını. Cenab-ı Hakkın ilgisi en çok rahmetiyle görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Rahmetiyle bildiğini bildirir.” Kainatta rahmet olarak okuduğumuz aslında Cenab-ı Hakkın, bize, bizi bildiğini bildirme şeklidir. Kusurlu bir ifade olsa da, kendi aramızda bunu, ‘ilgi’ olarak isimlendiriyoruz.

Zaten ilgi dediğimiz şey de genelde belirli seviyelerde ‘muhabbet’ ve ‘merhamet’ tecellileriyle kendisini gösterir. Sözgelimi: Ben yeğenimle ilgileniyorum. Nereden belli? Çünkü onunla oynuyorum. Çünkü onunla geziyorum. Çünkü ona dondurma alıyorum. Çünkü, çünkü, çünkü… Daha birçok şeyi sayabilirim. Bunlar hep belirli düzeylerde ‘yeğenimin varlığına düşkünlüğüm’ ile belli olmuştur. Evet. Ben yeğenimi severim. Ben yeğenime şefkat ederim. Eğer bu iddialarda yalancı değilsem hayatta tezahürleri olur illa ki. “Ben yeğenimi çok severim ama hiç yüzüne bakmam!” gibi bir ‘inkılab-ı hakaik’ (hakikatlerin tersyüz olması) yahut da ‘cem-i zıddeyn’ (zıtların birlikteliği) hakikatte varolamaz.

Tezat bir kusurdur. Nihayetsiz kemalde olan Allahımız kusurlardan münezzehtir. Madem ki, yoku vara çıkaracak kadar ilgilidir, o halde konuşacak kadar da ilgilidir. Esasında yaratması zaten bir tür konuşmasıdır. Konuşmasının dolaylı bir biçimidir. Yüzünüze güldürdüğü her bebek, uçarken gösterdiği her kelebek, açarken bulduğunuz her çiçek, Onun kendisini size bildirmesinin yollarıdır.

Yeğenime gösterdiğim ilginin ederi nedir? Çok cüzî şekillerde varlığına katkılar sunabilirim. Hak Teala ise bizimle yokluktan varlığa çıkaracak kadar ilgilenmiştir. Bize bütün kainatı kitap kılacak kadar ilgilenmiştir. Herşeye herşeyden kendisini bildirecek kadar ilgilenmiştir. Herşeyi yüzbin dilli bir mektub-u Samedanî kılacak kadar ilgilenmiştir. Kainattaki bu ilmî doluluk, bu iletişim zenginliği, bu daldıkça dibi görünmeyen marifet, ancak Cenab-ı Hakkın ‘konuşmaktaki arzusu’ ile açıklanabilir. Yani zaten Onun yaratmasında konuşmak/bildirmek arzusunun (Bu ifadenin de kusurlu olduğunu biliyorum. Fehminize yaklaştırmak için bir araç olarak görün lütfen. Münezzeh manalarla tefekkür edin.) tezahürleri okunmaktadır. Varlığa çıkışımız Onun eserleri üzerinden konuşmasıdır.

O halde, bizi yoktan vara çıkaracak, herşey üzerinden kendisini bildirecek kadar bizimle ilgili bir Allah; ağzımıza attığımız her lokmanın nereye/ne kadar dağılacağına kadar ilgilenen bir Allah; âlemin başından sonuna vücuda lazım yasalarını devam ettirecek dikkatte bir Allah; bu kadar detaylı bir kuşatıcılıkla iradesi üzerimizde bir Allah; nasıl olur da en çok ‘acaba’ya düştüğümüz yerlerde kalbimizi ‘konuşmasız’ bırakır? Nasıl dolaylı bir şekilde kendisini bu kadar çok anlatır da doğrudan mesajı ihmal eder? Halbuki dolaylı mesajın kavranması da çoğu zaman doğrudan mesajın varlığına bağlıdır.

Yine bir misale müracaat edelim: Diyelim ki bir mecliste konuşma yapıyorsunuz. Boynunuza da nereden geldiği bilinmez bir akrep çıktı. Seyirciler içindeki arkadaşınız durumu farketti. Size kaş-göz işaretleriyle durumu anlatmaya çalışıyor. Anlayamıyorsunuz. (Zaten işaret diliyle birşeyi anlatmak doğrudan anlatıştan her zaman daha zordur. Böylesi oyunlar oynayanlar bilirler. İşaret dili dolaylı bir dildir. İkincil bir dildir. Semboller insanların dünyasında her zaman aynı anlamlara karşılık gelmezler. Kelimelerse genelde yakın anlamları bulurlar.) Nihayetinde akrep de sizi sokuyor. O zaman arkadaşınıza sitem etmez misiniz: “Birader niye ağzını açıp söylemedin? İmâlarını anlamadım ki.”

Cenab-ı Hak da bize kainat üzerinden sonsuz akıbetimizi etkileyecek olan bilgiyi sürekli aktarıyor. Zaten yaratılış bu bilgi aktarımı ile anlamlı oluyor. (Belki, daha ileri bir hayalgücüyle, yaratılışın da ‘çok boyutlu bir bilgi aktarım şekli’ olduğunu söyleyebiliriz.) Böyle bir ilmin katman katman varolduğunu bilimdallarının herbiri bize, hatta en sekülerlerimize bile, gösteriyor. Daldıkça bilgi çıkıyor. Kazdıkça bilgi fışkırıyor. Kurcaladıkça bilgi kaynıyor. Kendisini bu denli şiddetli bir şekilde, böylesine yoğun bir ilgiyle, ama dolaylı olarak anlatan bir Alîm-i Hakîm, o dolaylı mesaj karşısında ‘acaba’ya düşmüş kullarına, yine sonsuz rahmetinin bir gereği olarak, göz açıcı doğrudan mesajlar da iletmez mi? Doğrudanı dolaylı ile birleştirerek hikmetini tamam etmez mi? Âlem kitabını, Resul kitabıyla ve vahy-i Furkanıyla ‘Ya Rabbi anlayamadım!’ bahanesi kalmayacak şekilde okunulur kılmaz mı? Bence “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” böyle de okununca daha bir anlaşılır oluyor: Madem bildiğini bu kadar yapmakla (dolaylı biçimde) gösterir, elbette, konuşmakla da (doğrudan biçimde) bizzat gösterir. Çünkü yapması zaten bilmesindendir. Bu kadar eser üzerinden konuşmak arzusunu gösteren bilmek, elbette aciz değildir ki, bizzat kelamullahıyla da konuşmasın.

“Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”

Bir de meselenin şu boyutu var arkadaşım: Dolaylı anlatım imtihanlıdır. Yukarıda da altını çizmeye çalıştım. İşaretler aynı karşılıkları bulmayabilir. Yine Bediüzzaman’ın “Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır…” demesini hatırlayalım. Allah’ın yarattığı ‘ene’ veya ‘tabiat’ neden ‘tağut’ oluveriyor? Çünkü dolaylılığına takılınıyor. Mana-i harfî ile işaretleşmesi gereken mana-i ismî ile bütün nazarı kendisine hapsediyor.

“Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”

Esere baktığınızda müessiri görmek ikincil bir dikkate muhtaçtır. Eğer esere aşkınsız dikkat ederseniz, onda boğulursanız yani, göstermek için yaratılan şey görmenin engeli olmaya başlar. Mürşidimin ‘ene’ ve ‘tabiat’ta hissettiği tuzak budur. Cenab-ı Hak sırr-ı imtihan gereği varlığı bu şekilde halketmiştir. Ötesini görmeye çalışan öteyi bulur. Gördüğünden ibaret sayansa onda boğulur. Ancak, ötenin varlığından haberdar edilmemişlerse, nasıl öteden sorumlu tutulabilirler? İşte, Cenab-ı Hakkın peygamberleri göndermesi, bu hikmetin eda edilmesi için de gerekiyor. Mektubu vermeden önce okumayı öğretmek lazım. Yazıyı ‘okunacak’ bilmeyenin elinde mektup sırf resimden ibaret kalır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, bizi, huzurunda gözü başkalarına kayanlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

14 Haziran 2023 Çarşamba

TENET'in 'gör' dediği...


"Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var."

Susan Sontag


Bunu bir ISO uzmanından dinlemiştim. (Yoksa 'ISO danışmanı' mı demeli?) Bir kültürün hassasiyetlerine hâkim olmadan orada pazarlama/reklam faaliyeti yapmanın sakıncalarına dair bir tebliğdi yanlış hatırlamıyorsam. Uzatmayayım. Hikâye odur ki: Coca Cola, Arap coğrafyasına yeni girdiği dönemlerde, bir reklam afişi hazırlatmış. Afişte soldan sağa olaylar şöyle cereyan ediyormuş: 

1. Sahne: Kahramanımız çölde sürünüyor. 2. Sahne: Kola makinesine uzanmaya çalışıyor. 3. Sahne: Kolayı içiyor. 4. Sahne: Çok mutlu oluyor... Fakat, evdeki hesap çarşıya uymamış, afişin afişe edilmesinden sonra satışlar düşmüş. Eh, elmecbur, neden böyle olduğunu araştırmaya başlamışlar. Neticede öğrendikleri şu olmuş: Araplar, Amerikalıların aksine, yazıları sağdan sola doğru okunduğu için, afişleri de aynı yönde anlamayı tercih ediyorlarmış. Ve onların algısıyla değerlendirince hikâye büsbütün değişiyormuş. Nasıl? 1. Sahne: Kahramanımız çok mutlu. 2. Sahne: Kola içiyor. 3. Sahne: Kola makinesinden korkarak uzaklaşıyor. 4. Sahne: Kahramanımız çöllerde sürünmeye başlıyor.

Kıssadan çıkarılacak ilk ders: Kimse içince sürüneceği vâdedilen bir ürünü tüketmez. İkinci ders: Oryantalizm olmadan sömürgecilik de olmaz. (Cemil Meriç merhumun ifadesiyle: Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.) Karşınızdakinin algılama şeklini bilmezseniz algısını yönetemezsiniz. Üçüncü ders (ki yazımızın asıl konusunu bu oluşturuyor): Neden-sonuç ilişkileri aslında şahit olanın yaratılışı algılama şeklinden ibarettir. Soldan sağa algılayan birisi için neden-sonuç ilişkileri bir hiyerarşi oluşturur. Fakat sağdan sola algılayanlar için bambaşka bir hâdiseler zinciri vardır. Bu mekansal anlamda böyle olduğu gibi zamansal bağlamda da böyledir. Bir filmi geriye sararak izlediğinizde, eğer filmin kurgusu da buna elveriyorsa, neyin-neye neden olduğu konusunda kafanız bir hayli karışabilir.

İzleyenler hemen hatırlayacak: 2020'de TENET isminde bir film gösterimdeydi. Filmin kurgusu, hiçkimseyi ileri-geri almaya mecbur etmeyecek şekilde, yukarıda arzetmeye çalıştığım metaforu somutlaştırıyordu. Konusuna gelelim: Âdemoğlu maddeye zamanda ileri-geri yaptırmanın bir yolunu bulmuştu. Aynı süreci kendisine uyguladığında olayları da, tıpkı bir filmi geri sarıyormuş gibi, evvele doğru yaşıyordu. Tam bu noktada çok ilginç birşeye şahit oluyordunuz. Zamanı terse doğru yaşarken sonuçlar neden, nedenlerse sonuç haline geliyordu. Acaba siz ateş ettiğiniz için mi kurşun tabancadan çıkıyordu? Yoksa kurşun tabancaya döneceği için mi ateş ediyordunuz? (Filmde 'zamanda geri giden mermi' diyaloğunu izleyenler göndermeyi anlayacaklar.) Tabii bu noktada, esas oğlanımızın şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, "Sebep sonuçtan önce gelir!" kesinliği yıkılıp gidiyordu. Yerine şu söyleniyordu: "Bu yalnızca bizim zaman görüşümüz." Eğer zamanı tersine şekilde yaşayan birileri varsa onlar hiçbirşeyi böyle algılamayacaktır. Bulutlardan yağdığı için yağmur olmaz. Yerden su yağdığı için bulut oluşur.

Japon fizikçi Michio Kaku, Einstein'dan Ötesi isimli eserinin 'Zamanda Geriye Gitmek' bölümünde, şöyle birşey anlatıyor: "Feynman, 1940'ların başlarında, hâlâ Princeton Üniversitesi'nde bir lisansüstü öğrencisiyken, antimaddenin yapısına ilişkin yeni bir yorum geliştirdi. (...) Örneğin: Bir elektronu bir elektrik alanı vasıtasıyla ittiğimiz zaman, diyelim ki sola doğru hareket ediyor olsun. Eğer elektron zaman içerisinde geriye gidiyor olsaydı, sağa doğru hareket edecekti. Bununla beraber, sağa doğru hareket eden bir elektron, bize negatif değil, pozitif yüklü bir elektron olarak görünecekti. Dolayısıyla, zamanda geriye giden bir elektronun zamanda ileriye giden antimaddeden ayırt edilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, Carl Anderson'un kozmik ışın deneyleri sırasında fotoğrafını çektiği, sanki pozitif bir yüke sahipmiş gibi davranan elektron, aslında zamanda geriye gitmekteydi."

Atomaltı âleme indiğinizde herşey hareketten ibaret bir hale geliyorsa, yani birşeyin zamanda geriye-ileriye gittiği hareketin yönünden ibaret birşey oluyorsa, o zaman hareket tersine çevrildiğinde nesnenin zamandaki yolculuğu da tersine evrilir. "Bilim bilimkurgudan daha gariptir!" diyen yazarımız böyle birşey anlatıyor sanki. Ahmed kardeşinizse 'ezeliyet' üzerinden meseleye yaklaşınca başka şeyler de düşünüyor. En doğrusunu Allah bilir. Fakat tam şimdi Kader Risalesi'nden yardım almam lazım: 

"Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

Evet. Biz âdemoğulları/kızları kendi sınırlarımız içerisinde yaşıyoruz. Hayatımıza dahil olan nesneleri de sınırlarımızla yaralayarak algılıyoruz. Bizim için bir öncelik-sonralık var. Zira bizim başka türlüsünü beceremediğimiz okuma şeklimiz bu. Bununla varlığa gönderilmişiz. Kabımız küçük. Bütünü kaldıramıyor. Parçalara ayırıyor. Ancak bu okuma şekli acaba varlığın aslına ne kadar isabet ediyor? Tamam. Her tohum ektiğimizde ağaç oluyor. Tamam. Her ittiğimizde nesneler ötemize gidiyor. Tamam. Yağmur bulutlardan aşağıya akıyor. Fakat işin atomaltı boyutuna indiğinizde bütün bu süreçler yaratılışın bizzat kendisi oluyor mu? Yoksa sadece hilkati bizim algılayış şeklimiz mi böyle? 

Sözgelimi: Zamanı farklı yaşayan canlılar da varsa şu âlemde, ki olabilir, onlar için bizim kurduğumuz zaruret ilişkileri ortadan kalkmıyor mu? Onlar olanları daha başka şekilde, belki daha başka zaruret ilişkileri eşliğinde, algılamıyorlar mı? Bizim için sebep olan onlar için sonuç olmuyor mu? Onlar için sonuç olan bizim için sebebe dönüşmüyor mu? Bütün bu okumalar bir şekilde ilk temsildeki göz alışkanlıklarına benzemiyor mu? (Arap ile Amerikalı âlemi göz alışkanlıkları eşliğinde kavrıyorlar. Görsellerden farklı dizilimler eşliğinde etkileniyorlar.) Materyalistin nazarında maddeyi giderek kalınlaştıran 'kendi okuma şeklini varoluşun yegane şekli sanmak' değil mi? Halbuki, aksine, mü'min gayba iman ediyor. Aşkınlığa açık duruyor. 'Allah' diye kendisindeki bütün sınırlardan münezzeh bir varlığı kabulleniyor. 'Ezel' diye bir makama inanıyor. Orası öyle bir makam ki bizim için varolan algılama sorunları/sınırları ortadan kalkıyor. Olmuş-olacak, sebep-sonuç, geçmiş-gelecek bir görünüyor. Sonrası öncesine mecbur olmuyor. Öncesi sonrasını zaruret kılmıyor. Çünkü hepsi aynı anda manzaraya sığıyorlar. Zaman-mekan manzarayı bir anda nazarına sığdıramayanlar acizler için var. 

Evet, arkadaşım, Cenab-ı Hak mahlukatını 'mahluk arızalarından müberra olarak' biliyor, görüyor, yaratıyor. İş bu zemine geldiğinde sebep-sonuç ilişkileri anlamsızlaşıyor. Yaratış için bir mecburiyet oluşturamıyor. Ancak 'iktiran birlikteliği' görünüyor. Ve insan olan insan özüne itiraf ediyor: Kadere iman etmek yaratılışı bu düzeyde kavrayacak inceliğe erişmek için de lazımdır. Sebep-sonuç bağlayıcılığından kurtulmuş bir hilkat görüşü kazanmak ancak 'ezel' gibi bir makamı kavramakla mümkün olur. Bu kavrayışı elde edemeyenler maddede boğulur. Çünkü madde müptelasını 'onu algıladığı şekilde' boğar. Reşha görürsen göğe çıkarsın. Taş görürsen altında kalırsın. Ortası yoktur.

12 Nisan 2022 Salı

'Evrim ağacı' değildir o 'şecere-i hilkat'tir

'Evrim ağacı' diyorlar ya heyheyleniyorum. Düpedüz hırsızlıktır. O teşbih mü'minlerin hakkıdır. Çünkü ağaçlığın gerektirdiği Vahidî bütünlüğe onlar iman ederler. Ne demek istiyorum? Açmaya çalışayım arkadaşım: Bir kere 'ağaç' dediğimiz zaman 'baştan-sona belirlenmiş bir süreç'ten bahsediyoruz. Yani ağaçlık kaderlidir. Ne olacağı çekirdeğinde yazılıdır. Elma diktiğinizde armut almazsınız. Çam ektiğinizde iğde toplamazsınız. Erik seneye kiraz vermez. Üstelik, daha çekirdeğini toprağa verdiğiniz anda, hayalinizde az-çok nasıl birşey göreceğiniz şekillenir. Resmi tasavvur edilir. Ağacın niceliğini tanırsınız zira. 

Bu varlık tekerrür eden bir varlıktır. Daha önce görülmüştür. Kokusu çekilmiştir. Meyvesi yenilmiştir. Ağaçlık 'her defasında yabancılaşan' değildir. Baştaki sondakine sürpriz yapmaz. Torun dedesine redd-i miras etmez. Parçaları-anları uyumsuz olmaz. Sûretinde Ehadî orijinallikler vardır gerçi. Ama keyfiyete tesir etmez. Ne mekandaki yayılımı ne de zamandaki devamlılığı birbirini yadırgayıcı vücudlardan oluşmaz. Hülasa: Şimdiye kadar bir ağacın nesilden nesile (veya bir nesil içinde) 'kendiliğine yabanîleştiği' görülmemiştir. İşte şu yüzden bidayette öyle söyledim arkadaşım: "Ağaçlık kaderlidir."

Varlık kadersiz açıklanamaz. Çünkü varolan herşey 'nasıllığını' taşıyacak bilgiye muhtaçtır. Çay yapmasını bilmeyen çay yapamaz. Yalnız buna mı ihtiyaç var peki? Hayır. Daha fazlası da lazım: Sana çay yapmayı seçemesem (irade edemesem) yine ne içeceğini garanti edemem. Evet. Çünkü hafızamda başka şeylerin 'nasıllığına' dair de bilgiler var. Onları ayırabilmeliyim. Çayı da onlardan ayırabilmeliyim. Vurgulayabilmeliyim. Kuvvetimi seçtiğime sevkedebilmeliyim. İşte üçüncü ihtiyaç da kendisini gösterdi arkadaşım. Bir de kuvvetim olmalı tabii. Yapamayacak kadar hasta olsam ilmim/iradem hiçbir fayda vermez. Yine çayını içemeden yanımdan ayrılırsın. Demek birşeyin varlığa çıkması için asgarî üç sıfat gerekiyor: İlim, irade ve kudret. Bu üçü olmadığı zaman yokluk varlığa çıkamıyor. 

Peki hiç nasıl varlığa çıktı? Biz mü'minler bu soruya şöyle cevap veriyoruz: Aslında mutlak bir hiçlik hiçbir zaman varolmadı. Hiçbirşey yokken de Allah vardı. O Kadîmdi. Öncesinden bahsedilemez olandı. Ezelîydi. Zamandan aşkındı. Alîmdi. Herşeyi biliyordu. Vücudlarımız yokken de ilminde gayet mevcuttu. Potansiyellerimiz yazılıydı. Yani mutlak bir yokluk üzerine varolmadık biz. (Yokluk mutlaksa varlığa çevirecek de yok demektir.) Allah nasıllığımızı bilmesi hikmetiyle bizi yarattı. (O yüzden Kur'an'da buyurdu: "Yaratan bilmez olur mu hiç?") O nasıllığın vücudunu irade etti. Kudretiyle de halketti. Varolanların sayısınca elhamdülillah. Varolan anlar sayısınca elhamdülillah. Hamdolsun o Rahman'a.

Kadersiz hiçbirşey varlık sahasına çıkamazdı arkadaşım. Çünkü kader hem 'ilim' hem de 'irade'ye bakıyordu. Birşeyin kadersiz yaratıldığını söylemek 'ilimsiz' ve 'iradesiz' yaratıldığını söylemek gibiydi. Yukarıdaki temsile dönersek: Yapmasını bilmeyen-seçemeyen birisinin çay yaptığı söylenebilir miydi? (Sistemli-varedici eylemekler bilişsiz-seçişsiz mümkün olur muydu?) O yüzden Bediüzzaman'ın kainat için 'şecere-i hilkat' gibi tabirler kullanması bize garip gelmezdi. Gelemezdi. Yaratılışta bu aşinalık kaçınılmazdı. Zira, nasıl ağaç kaderliydi, kainat da öyle kaderliydi. Başı, sonu ve aradaki bütün parçalar-anlar arasında bir uyum vardı. Sürprizsizlik vardı. Tesadüfsüzlük vardı. Kadere göre yaratılan şeyler kaderin bütünlüğünü şaşırtamazdı. Kaderde beklenmeyen olmazdı.

Peki evrimciler böyle bir âlem mi tahayyül ediyorlar? Hayır. Onların tahayyülündeki âlem sürprizlerle dolu. Tohumundan fidanına her parçasında bir 'sıçrama' var. Her parça geçmişinden rahatsız. Evrim biteviye bir reddediş üzerine kuruludur. Yani şu ağaç büyürken hep kendini reddediyor. Her an bir öncekinden utanıyor. Her torun dedesine düşman. Her dal gövdesine hasım. Bu reddedişlerin sürekli muhal seviyesinde mucizelere vesile olduğuna inanmamızı istiyor evrim bizden. Öyle ki, parçalar bütüne küserek hep başka başka şeyler oldular da, yine yekündeki ahenklerini korudular. Bu sallabaşlılık içinde tablonun güzelliği bozulmadı. Hatta ziyadeleşti. Ağacın her bir dalından binlerce farklı meyveler alındı. Gerçekte hiçbir ağaç böyle yapmasa bile. Evrim ağacında böyle oldu.

Bizim hilkate 'şecere' demeye hakkımız var arkadaşım. Çünkü herşeyin kaderinden yeşerdiğine inanıyoruz. Ağacın akıbetinin yazılı olduğu bir yere imanımız var. Ağacımız tohumsuz değil. (Nihayetimiz bidayette nakışlanmıştır.) O tohum da ilim, irade, kudret tecellilerinden mahrum değil. Fakat bu nasipsizler, ağaçlık şiddetindeki bir uyumu, kadersizliklerine bakmadan gasbetmek istiyorlar. Kadersiz uyum olur mu? 'Kadersiz' kimsenin başına çok bâdireler gelir. Bir irfan saklıdır bu tâbirde. Plansızlığın neticesi aksaklıktır çünkü. Plansız işin arızası çok olur. Yürümez. Hatta bu arızalar en sonunda varoluşu da imkansız kılar. Evrimse plansızlığın ne varoluşta ne de varlığın devamında hiçbir sorun çıkarmadığına inanmamızı bekliyor. Bin uçurumun arasında yürüyen âmâ çocuğun düşmeyeceğine inanmak daha mantıklıdır oysa. Çünkü onun ilminden-iradesinden sadece göz farkındalığı alınmıştır. Kaderi alınanınsa hiçbir yönergesi kalmaz.

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Kader kaçmaktır

Tekerrürde bir sır var sanki arkadaşım. Bir çeşit dua gibi. Yahut onun da içi. Samimiyeti. Gayret oluyor. Sebat oluyor. İhlas oluyor. O Rahman u Rahîm’in kapısını daha ‘kabul edilir’ çalıyor. Cenab-ı Hak da karşılığını alelekser veriyor. Yani ki tekrarı beğeniyor. Bizden yana böyle. Biz arzularımıza ısrarımızca ulaşırız. Peki Allah? Hüda neden vahyinde/kainatta tekerrürde bulunuyor? Öncelikle şuna dikkatini çekerim arkadaşım: Allah birşeyi tekrar ediyorsa elbette bu unutkanlığından değil. Hâşâ. Aczinden değil. Hâşâ. Sınırlarından değil. Hâşâ. Subhan’ı kusurlardan tenzih ederiz. Onun tekrarı da hikmetinden gelir. Kudretinden gelir. Rahmetinden gelir. Hatta o tekrarlar, mürşidimin de dediği gibi, ancak zahirîdir. Özünde yeniliktir. Yeni şeylerdir. Vahyinde böyle olduğu gibi kainatında da böyledir.

Yahu düşünsene: Sen kendiliğinde bir tekrar değil misin? Hem de yeni değil misin? Herbir gün yeni bir Ahmed olmuyor musun? Hem de Ahmed kalmıyor musun? Hem hiç etrafına bakmıyor musun? Bolluğu görmüyor musun? Bol olanlar aynılığa çok çok yakın lakin ince ince farklılar. Hakkında düşünmüyor musun? O da birnevi tekrar değil mi? Hem şunu da hatırında tut lütfen: Uyarının bolluğunu görevin tehlikesine hamletmez misin? İhtar çoğaldıkça hassas bir zeminde yürütülmesi gerektiğini işin zannetmez misin? Tekrar tekrar uyanmamızı istiyor demek ki sahibi de. Tekrar tekrar dikkatimizi çağırıyor. Dikkatin aynılıkta uykusu gelir. Dağılır. Yorulur. Dökülür. Belki de bu yüzden her sene yeniden kış-bahar olur. Çünkü bahar, Rûm sûresinin 50. ayetinde de buyrulduğu gibi, ‘mutlaka bakılası’dır.

Arkadaşım, âdemoğlu, kendi fiilerinden hareketle Halık’ını anlamaya çalışırken bazen hata ediyor. Onun “Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Birşey birşeye mani olmaz. Hadsiz ef’ali, bir fiil gibi yapar.” Hem “Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına benzemiyor muhabbeti dahi benzemez...” olduğunu hatırlayamıyor. Evet. Önce şunu belleyeceksin. Ezber oğlu ezber edeceksin. Ve dahi kulluğuna ‘bismillah’ diyeceksin: Sen mahluksun. Sınırlısın. Elinden çıkanlar da mahlukiyetinle kayıtlı. Dolayısıyla sınırlı. Senle yaratılanlar, Allah’a bakan müstesna yüzüyle değil hâşâ, sana bakan yüzleriyle kusurlanıyorlar. Kalıbın onları kalıplandırıyor. Sınırların sınırlıyor. Neden? Nasıl? Bunun ‘gözlemci/şahit’ ile ‘yaratıcı/Halık’ arasındaki nüanslarla ilgisi var arkadaşım. Tamam. Senin fiilini de o yaratıyor, yaratan sen değilsin, ama sen o fiili bir parça olarak görebiliyorsun. Görünüşünü kısıtlıyorsun. Arızalandırıyorsun. Sendeki kayıt ona geçmiş oluyor. Her fiil failinden izler taşır. Ona özelleşir. Fırça boyayı yaratamaz ancak boyanma şekline tesir eder. Geometrisini değiştirir. Parmakizi gibi eyleme izleri. Yani ki kusuru âdemin hâtemi, sikkesi, imzası.

Fail fiili nasıl değiştirir işte burada gör: Onun kudret elinden yaratılan herşey, Ona bakan yönüyle kusurlardan münezzeh, ama sana bakan yönüyle izler taşıyor. (Çünkü sana bakan aslında senden görünen sayılır.) Bu yüzden kulun hatasında mesuliyet bulunuyor da Halık’ın yaratmasında cebriyet bulunmuyor. (Çünkü senin hatan yaratılışın bizzat kendisi değil ancak senden görünenidir.) Kesb-i şer şer oluyor da halk-ı şer şer olmuyor. (Çünkü kesbin halkın kendisi değil ancak senle perdelenmesidir.) Onun tekrarında hep hikmet fakat senin tekrarlarında çoğu zaman abeslik var. (Çünkü tekrarların mukarenetinle yapamayacaklarına boyanıyor.) Yani ki: Fiil daire-i esbabtaki sınırlarla yeniden sıfatlanır. Mülk cihetinde böyle görünür. Melekût ciheti apayrıdır. İyisi mi, ene’ni bu işlerde kullanırken, özne değişiminin etkilerini görmezden gelme. Özne sahte de olsa görünen de bir perdeliği var. Cümle denilen şey öğeler bütünü olsa da her öğenin değişimi bizi yeni bir cümleyle karşı karşıya bırakır. Parçasının seçimiyle bütünün görünürlüğü etkilenen bir âlemdir bu. Çünkü parçaların herbiri birer boyalı aynadır.

Şimdi kadere imanın önemini anladın mı arkadaşım? Daha doğrusu: Kaderin Amentü’ye katılmasının bir hikmetini daha kavradın mı? Evet. Aynen. Öyle: Kaderde bizim için büyük bir ferahlık var. Tevhidin nazarımızda tamamlanması var. En büyük resme çıkmak var. Çünkü kader her fiilin fail-i hakikisinin Allah olduğunu hatırlatıyor. Böylelikle failin sen/sebepler göründüğü küçük çirkin resimlerden Allah gözüktüğü büyük resme kaçıyorsun. Rahatlıyorsun. Fiilin sûreti değişiyor. Eserin kemali farkediliyor. Failin sıfatıyla fiil yeniden renkleniyor. Bu yüzden mürşidim de sık sık diyor: “Kadere iman eden kederden emin olur.” Zira derdimiz ‘olanlar’ değil ‘kendi izlerimiz’dir. İzlerimizi/kusurlarımızı silince arıza gider. Biz ‘biz’ olarak aradan çıktığımızda görünüşteki arızalardan da kurtulmuş oluruz. Fakat buna da dikkatini çekmeden yapamayacağım: Seyyiatta aradan çıkmak sorumluluğu almaktır. Hasenatta aradan çıkmak hamdi sahibine teslim etmektir. Böylece ne Cebriye seni düşürür ağına ne de Mutezile. Ehl-i Sünnetin kemal-i itikadıyla dünyanı bir küçük cennete çevirebilirsin. Âmin. Âmin. Âmin.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Gökyüzü kaderin nasıl delili olur?

Bu da "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" sual-i Kur'anîsi hakkında düşünürken hatırıma gelen birşey arkadaşım. Daha doğrusu: Hatırıma 'bahşedilen' birşey. Evet. Öyle ya! Nihayetinde dikkatimiz de ancak bir duadan ibarettir. Tefekkürümüz dilenciliğimizdir. Akıl mendilini böyle açar. Bir fikrin kafamızda/kalbimizde yoktan yaratılışı kimi zaman varlığın yoktan yaratılışından daha açık görünür. Kainatın 'bigbang'i bir defaysa ilhamımızın 'bigbang'leri herandır. Yani: Bir an önce habersiz olunan birşey bakarsınız aniden farkedilir olur. Bilinir olur. Görülür olur. Bizde yok iken varolur. Bu da bir tür yoktan yaratılış değil midir? Aynen. Benimkisi neyle ilgiliydi peki? el-Cevap: Göğün, sadece Allah'ın varlığının-birliğinin-büyüklüğünün değil, kaderin de bir delili olduğu üzerineydi. Arkadaşım, şöyle bir eşikten adımlamaya başlarsak, bir parça muvaffak olabiliriz zannederim. Tevfik Haktandır. Fehmimize yardımı Ondan dileriz.

Hani hakkında okumalar yaptıysan bilirsin: Sema müthiş mesafeler âlemidir. Işığın bile koşuşturmaktan yorgun düştüğü, güzelim güneşimizin dünyaya ancak sekiz dakikada haber yollayabildiği, en yakınımızdaki yıldızdan bilmem kaç yıl sonra haberdar olabildiğimiz bir genişliktir uzay bize. Üstelik bu iş öyle bir derecededir ki akıl tamamını anlamaktan aciz kalır. Uzağın arkasında uzak, ırağın arkasında ırak, gurbetin arkasında gurbet vardır. Güneşin hemen solundaki kardeşinin bize ulaşması belki de kırkbin yıl sürmüştür. Hatta bilimadamları derler ki: Işığı hâlâ ulaşmamış bir sürü yıldız da vardır. Varlardır ama görülmemişlerdir. Işıkları bir bardak su içip soluklanmadan milyonlarca yıldır bize doğru koşmaktadır. Bazılarınınsa ışığı ulaşmaktadır fakat kendileri çoktan yokolmuştur. Yani varlıklarının ışığı ulaşmış ama yokluklarının karanlığı henüz gelmemiştir. Bu nedenle bu yok kardeşleri de varlarmış gibi algılarız. Tıpkı, Allah saklasın, güneşimiz şimdi yok olsa bunu ancak sekiz dakika sonra anlayacağımız gibi.

Hülasa-i kelam: Gözümüzün tanışlığı ışığa mecbur olduğu için bilişimizin usûlü de ışığa tâbidir. Bize haberi kırk yılda ulaşan yıldızın malumumuz olan ahvali kırk yıl öncesinindir. Kırkbin yılda gözümüze teşrif edenin seyrettiğimiz sûreti kırkbin yıl evvelinindir. Daha hızlısını bilmemekten en hızlı şey sandığımız ışığın korkunç mesafeler karşısında katmerli bir kaplumbağa kesilişi gözün algıladığı ile aslında olan arasına nüanslar bırakır. Ancak bu nüanslar yine hikmetlidir. Öğreticidir. Gereklidir. Zira yine ancak bu nüanslar sayesinde insan aynı sahneye bakarken farklı farklı zamanları bir anda müşahade eder. Kırk yıl öncesinin manzarası kırkbin yıl öncesininkine karışır. Hepsi ‘şu anda oluyormuş gibi’ görünür. Yani, arkadaşım, semaya baktığımızda aslında kuşatamayacağımız kadar çok zaman dilimine aynı anda bakarız. Bir milyon yıl öncesi ile bir yıl öncesi aynı fotoğraftadır o anda. Nesneler arasındaki mesafe farklılıklarının tamamı artık âdemoğlu açısından farklı zaman dilimlerinin şahitliğinde dönüşmüştür.

Peki bu şahitlik bize ne kazandırıyor? Kanaatimce: Bu şahitlik bize öncelikle ‘ezel’i anlamakta bir parça yardımcı oluyor. Elbette bu yardım ancak ‘olabilirliğe’ açık bir kapı bulmakla fehmimize kazandırdığımız rahatlıktır. Hakikatini anlatmaz. Yalnız bir işaret eder. Fakat böylesi işaretler insanın gönlünü imana yaklaştırmakta faydalıdır. 'Olabilirliği' bir kerecik seyretmek şüpheleri bir hayli azaltır. Bu yüzden kurduğumuz bağı anacağız. Lakin, ona geçmeden, mürşidimin yaptığı ‘ezel’ tarifini burada anmak istiyorum: "Ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Yani: Biz, kaderin lazımlarından birisi olan 'ezel'i, Cenab-ı Hakkın herşeyin sonradan ne olacağına karar verdiği bir 'zaman içi öncelik' gibi görmüyoruz. Biz onu bir tür 'zamanüstülük' olarak tarif ediyoruz. Zira zamanı da yaratan O olduğuna göre elbette sınırlarından/kayıtlarından münezzehtir. Öncesinde bir yerde durup sonrasında neler olacağını tahmin etmez. Tahminine göre işlerin yürümesine mecbur etmez. Evet. Öncelik-sonralık dediğimiz şeyler bize göre öncelik-sonralıktır. Cenab-ı Hak varlığı böyle müşahade etmez. Ya? O olmuş-olacak, gelmiş-gelecek, yaşanmış-yaşanacak herşeyi bir anda görür. Varlığın zaman diye birşeyle muhatap oluşu sınırlarından kaynaklanır. İnsan gözü mekanı sınırlı bir şekilde algılayabildiği için algıladığı parçaları birbirine zamanla bağlar. 'Önce bunu gördüm, sonra şunu gördüm, sonra onu gördüm'e çevirir.

Mürşidim tarifin devamında bu mevzuu açar şekilde diyor: "Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

İşte bence "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" ayeti bize tam da bu noktada büyük bir hakikati ders veriyor. Sahi, arkadaşım, biz üstümüzdeki göğe baktığımızda aslında ne görüyoruz? Bir anı değil mi? Evet. Biz aslında anların fotoğrafını çekiyoruz. Herşeyi nazarımızda 'şimdi'leştiriyoruz. Fakat, yukarıda anlattıklarımızdan hareketle düşünecek olursak, aslında çektiğimiz fotoğraf anın değildir. Orada on yıllardan yüzyıllara, yüzyıllardan bin yıllara, bin yıllardan milyon yıllara farklı düzeyde birçok zamanın parçası vardır.

En uzakdaki yıldızın milyonlarca yıl önceki haliyle en yakındaki yıldızın kırk yıl önceki hali aynı kareye girmiştir. Hepisi de hep beraber bizim nazarımızda 'şimdi' olmuştur. Sahi bu ‘farklılıklar içre şimdilik’ bize bir parça 'ezel'i anlamakta yardımcı olmaz mı? Bahardaki dirilişlerin şahitliği haşirdeki dirilişe delil oluşturduğu gibi, göğe bakan insanın gözündeki bu toplanış da 'manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâ'yı anlamayı sağlamaz mı? Bana sanki bu mesafeli yaratılışın bir hikmeti bu olabilirmiş gibi geliyor. Elbette en doğrusunu bilen Allah'tır. İstikametimizi Ondan dileriz.

17 Mayıs 2019 Cuma

Hayat kadere nasıl delil olur?

"İşte, kadere ve kazâya iman rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor." Esma-i Sitte Risalesi'nden.

Şöyle bir yerden başlayalım: Bu yazıda ne kadar sizi tatmin edebileceğimi bilemiyorum. Çünkü anladıklarımı toparlayabileceğimden yüzdeyüz emin olamıyorum. Zor bir konu. Karışık bir iş. Ben de yarım akıllıyım. Her ne ise. İncir ağacını küçücük tohumuna yükleyen Allah'ın fazlından beklenir ki beni mahcup etmesin. İnşaallah. Özetle mevzu şuradan çıkıyor kardeşlerim: Mürşidim Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsinde 'hayatın kadere bir delil oluşturduğunu' söylüyor. Daha çok şeyler de söylüyor fakat hepsini anlayabildiğimi söyleyemem. O nedenle anladığım kadarıyla söylediklerini söylemeye çalışacağım. Önce yüzümüzü peşinde koşacağımız soruya çevirelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte sorumuz bu. Aradığımız belli. Şimdi becerebildiğimizce cevabının arkasından seyirteceğiz. Eh, elbette, her muvaffakiyet Allah'tandır ve her arayış bir duadır. Biz de duamızdan geri durmayalım.

Alıntı yapmadan bir süre metnin düşündürdüklerini paylaşayım sizinle. İlk aklıma gelenler şunlar: Hayat çok komplike birşey. Hatta varlık sahasındaki en komplike şey hayat. Çok üst düzey bir organizasyon. Çok üst düzey bir birliktelik. Çok üst düzey bir uyum. Çok üst düzey bir yasa. Çok üst düzey bir kurgu. Çok üst düzey bir dayanışma. Çok üst düzey bir tasarım. Çok üst düzey... Oy, nefesim kesildi, işte aklınıza ne gelirse hepsinin en üst düzeyi hayatta var. Hayat ancak bu 'üst düzeylerin' biraraya gelmesiyle ayaklanıyor, canlanıyor, varlığın içinde onun üst bir versiyonu olarak kendi başınalık arzediyor. Burada 'kendi başınalık' derken kastettiğim evrene muhtaç olmayışı değil. Elbette bir elmanın dahi varolmak için bir kainata ihtiyacı var. Sivrisineğin gözü dahi görmek için güneşe muhtaçtır. Fakat şunu da takdir edersiniz kardeşlerim: Her hayat sahibi çevresine göre bir müstakillik de kazanmıştır.

Yani 'müstakillik' ile kastedilen burada kendisinin 'bütünün içinde ayrıca bir bütünlük olduğunun farkında olma' demek. Ben kendime Ahmed diyebiliyorum. Çünkü kainattan ayrı birşey, başka birşey, ayrıca bir bütünlük olduğumun farkındayım. Peki sivrisinek efendi bunun farkında mı? Elbette benim düzeyimde bir farkındalığı yok. Fakat aslında yaşayışıyla o da birazcık farkında. Bir yerden bir yere uçması. En güzel besleneceği yere konması. Canına kastedileceğini anlayınca müthiş manevralarla paçayı sıyırması. Bütün bunlar onun da kendi 'ayrı bütünlüğünün' farkında olduğunu gösteriyor. Arzuluyor. Besleniyor. Korkuyor. Kaçıyor. Bütün bunlar varlığının bütünün varlığından ayrı birşey olduğunun farkındalığını hissettiriyor. Eğer kendi bedenini bizimkinden ayıramasaydı eyleyeceklerimizden korkmazdı.

Muhammed Ebu Zehra merhum Mezhepler Tarihi'nde İbn-i Hazm'ı anlatırken 'insanın doğuştan bazı bilgilere sahip olduğuna inandığını' söyler. Mesela bir çocuk, hurmanın ne olduğunu bilmese bile, kendisine bir hurma verildiğinde ikincisini ister ve verilirse sevinir. Kendisi yerine başkası tercih edilirse de üzülür. Yine iki zıt durumu pekâlâ birbirinden ayırabilir. İradesi hilafına ayakta tutarsak ağlar ve kucağımıza alırsak sevinir. Oturmak istediği yerde başka birisi varolduğunda da 'iki şeyin aynı anda aynı yerde olamayacağını' bildiğinden buna isyan eder. İşte bunlar İbn-i Hazm'a göre insanın varoluşsal bilgileridir.

Ben şimdi, ism-i Hayy bahsiyle düşününce, bu varoluşsal bilgilerin hayatın bir getirisi olduğunu düşünüyorum. Hayat bu bilgilere sahip olmamızı gerektiriyor. Bir sezgi kadarcık bile olsa, bir lezzetçik gibi de hissetsek, bir huzurcuk dahi peşinden koştursa, biz kainattan ayrı bir bütünlüğümüz olduğunu biliyoruz. Bildikçe hayattar oluyoruz. Ve devamımız için sürdürmemiz gereken bu bütünlüğün hukukunu korumaya çalışıyoruz. Bu 'ayrı bütünlüğün farkındalığı' büsbüyük hayırları içinde sakladığı gibi, ayette bildirildiği üzere, 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmamıza da sebep olabiliyor. Çünkü farkındalık aynı zamanda sorumluluk demek. Bilgi hem güçtür hem de sorumluluktur. Elbette biz fiilerimizde sivrisinekten daha mesulüz.

Şimdi bu saded harici kısmı kısa keserek asıl sorumuza dönelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte bence en çok burasından delil olur. Bu üst düzey sistemlilik onun 'evvelden programlanmış olduğuna' bizi daha çok inandırır. Nasıl? Açalım: Arkadaşlar, şunu hepimiz kabul ederiz ki, birşeyin ilmî planda eylenmesi güçleştikçe, yani onun inşası için daha fazla planlanma süreci gerektikçe, tesadüfe hamledilmesi daha çok zorlaşır. Doğum gününüzde karşılaştığınız arkadaşınızın elinde çiçek olsa bunu tesadüfe yorabilirsiniz. Hatta doğum gününüz olduğunu öğrendiğinde arkadaşınız bu çiçeği size teklif etse yine bu işi tesadüften koparmazsınız. Çünkü öncesinde, en azından insanî anlamda, bir biliş yoktur. Arkadaşınız sırrınızı daha yeni duymuştur. Nasıl evvelden planlayıp çiçek almış olabilir?

Fakat bir de sabah kalksanız, evinizin önünden başlayarak yolunuzu güllerle bezeli bulsanız, o güllerin vardığı yerde de sizin için bir şenlik düzenlendiğini görseniz, elbette bunu tesadüfe hamledemezsiniz. Belli ki bu bir organizasyon işidir. Çünkü işin arkasında epeyce bir tasarım vardır. Zamanlama vardır. Ayarlama vardır. Bilgi vardır. Evveliyat vardır. Vardır da vardır. Eğer öğrenebilirseniz hemen organizatörün boynuna sarılırsınız. Teşekkür edersiniz. Hatta planlanma sürecini dinlemek isteyenler dahi olabilir. Eh mübarek olsun. Dinlesin tabiî canım.

İşte, arkadaşlar, hayatta böyle bir organizasyon işidir. Biz dünyaya geldiğimizde şenliğimizi hazır bulduk. Hem de ne şenlik! Yaşadığımız zamanlar boyudur onu yaşıyoruz. Bu hassas organizasyon ana rahmine düştüğümüzden şu güne, hatta son günümüze kadar, muhteşem bir düzende işleyecek. Gözlerimiz bize manzaralar getirecek. Kalbimiz bize duygular hissettirecek. Aklımız bize yollar öğretecek. Hepsini an an yaşayacağız. An an kainatın küçük bir nümunesi olan varlığımızı yudumlayacağız. Ömrümüzce bir şenlikte yaşayacağız.

Öyle bir şenlik ki dayandığı hassas dengeleri biyoloji-kimya-fizik bir oluyor da anlatamıyor. Daha bir de işin manevî tarafı var. Oturalım da gecelerce cevap arayalım: İnsan hergün aklını kaçırmadan nasıl akşamlıyor? Bediüzzaman'ın ism-i Hayy bahsinde verdiği tohum-ağaç örneğinden de ben bunu çıkarıyorum: Tohum düzeyinde bir tasarım olmasa ağaç düzeyinde bir varoluş yaşanmayacağı gibi, kader düzeyinde bir tasarım olmazsa da yaşam düzeyinde bir varoluş ortaya çıkamaz. Hayat kadere işte tam da burasından delil olur. Yaşamın ardındaki bilgi yükünü ancak kader kaldırır. Allahu'l-a'lem. Yani, ondaki muhteşem düzen, bütününü kuşatır bir ilmin zamanın ötesinde varlığını gerekli kılar. O da bu planın üzerine kurulur. Yaşar. Şenliğinde şenlenir vesselam. Cenab-ı Hak hergünümüzü rızasında şenlendirsin. Âmin.

9 Mayıs 2019 Perşembe

Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin

Bedri Rahmi Eyüpoğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemadan alınan bilgiyi şöyle tarif ediyor: "Bir damla bal için sinema bize birkaç ton keçiboynuzu yutturdu!" Doğrusu, sinema dünyasını kendi çapında takip etmeye çalışan birisi olarak, bu cümleye katılmadan edemedim. Fakat aynı zamanda şunu da hatırlamadan edemedim: Bazen o bir damla bal öyle lezzetli oluyor ki birkaç ton keçiboynuzunu, hatta fazlasını, affettirebiliyor. Çünkü balın farkındalığına erebilmek ancak o keçiboynuzlarını çuval çuval yuvarlamakla mümkün olabiliyor. Beyazperdeden yapımlara gönderme yaptığım yazılarda işte bu 'bir damla bal'ları okurlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Belki ancak bu sûrette o bir damla bin damlaya çıkabiliyor zaten. Eğer aktarmayı becerebilmişsem. Çünkü, maddenin aksine mana, paylaşıldıkça çoğalır. Her pay edilende yeni bir vücud bulur. Eskisinden eksiltmesi de gerekmez üstelik.

Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı, 2018 yapımı Puzzle filmini izlerken de epey bir boş zamandan olduğumu düşündüm. Ta ki merkezindeki manayı yakalayana kadar. O da Kelly Macdonald'ın satışa çıkardıkları gölevinin önünde "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevapta saklıydı sanki: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."

Gidecek bir yer kalmayınca bir yere gitmek zorunda kalmak... Hımm. Ahmed için enfes bir pencere. Fakat hazır giriş yapmışken filmin içindeki birçok şeyin bu bakış açısıyla nasıl bir yörüngeye oturduğunu da konuşalım. Karakterlerin isimlerini hatırlayamadığım için yine oyuncuların isimlerini kullanayım: Macdonald'ın canlandırdığı farkedilmemiş deha sahibi kadının, doğum gününde hediye edilen Puzzle duyduğu merak, aslında bir anlamda onun bütün hayatının da resmi. Önüne hazır bir şekilde verilmiş parçaları birleştiriyor. Hayatta da o parçalardan birisi zaten kendisi. Dahil oluyor. Dışına çıkmıyor. Han'la karşılaştığında ise Puzzle'ın dışında bir dünya olduğunu farkediyor. Kendisinin içinde doğduğu Puzzle'ın parçası olmaktan aşkın birşeye dönüşebileceğini düşünüyor. Lakin, dikkat ediniz, finalde yaşanan şey aslında Han'ın da varlığına bir eleştiri. Han da aslında kadından kendi Puzzle'nın parçası olmasını istiyor. Yine bir belirginlik var bu işin içinde. Macdonald bunu da reddediyor. 'Belirsizliğin bereketini' seçiyor. Sadece ismini duyduğu... Neyse, uzatmayalım, hem spoiler vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmayalım.

Hop, hadi bakalım, Ahmed yine bir kavramlaştırma yumurtladı kendince. Peki onunla ne demek istedi? 'Belirsizliğin bereketi' bence Bediüzzaman'ın Kur'an-ı Hakîm'in belagatı hakkında söylediği 'Sözü az söyler, tâ uzun olsun'dan başlayıp ta sırr-ı imtihana, muğayyebat-ı hamseye, ecelin müphemiyetine, ahirzamana dair hadislerin kapalılık içindeki kapsamlılığına, kıyametin vaktinin belirsizliğinin insana kattıklarına kadar birçok yerde altını çizdiği birşeydir bu. Yani bazı belirsizlikler insan için berekettir. Bazı azlıkların belirsizliği onları çoğaltır. Karşısındaki aynalar sayısınca görüntü sahibi yapar onu. Yorumcular kadar boyut sahibi yapar. Hem hayata bundan başka kattığı bereketler de vardır. Mesela: İrade ancak boşluklarda gelişir. Eğer kişiye seçimlerinde iradesinin hakkını verebileceği bir belirsizlik payı bırakmazsanız seçme yeteneğini geliştiremez.

Mürşidim, işte biraz bu sadedde, mucizelerin dahi 'Akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz' bir müphemiyet içerdiklerini belirtir. Bu müphemiyet sayesinde Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlular ile Ebu Cehil gibi kömür ruhlular birbirlerinden ayrılır. Hatta şeytanın insana musallat edilmesindeki hikmet de bir parça budur. Yani türlü manipülasyonlarla bir parça 'sanrı müphemiyetler' oluşturmasıdır. Onun hilesiyle fısıldadığı bu belirsizlik, kapalılık veya çabuk anlaşılmazlık sayesinde insanlar cenneti/cehennemi hakederler. Nereye layık olduklarını gösterirler. Sadece bu mu? Değil. Umumî musibetlerde masumların da ölümü hakkında mürşidim der ki:

"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."

Peki ya 'muğayyebat-ı hamse' bahsinde söyledikleri? Onlara da şöyle bir parça bakmak gerekmez mi? Hemen yağmurle ilgili kısma bakalım o vakit: "Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar."

Demek ki belirsizlik insanın şükrünü de bereketlendiriyor. Yağmurun belirsizliği sayesinde insanlar rahmete karşı daha dikkatli ve bilinçli oluyorlar. Peki sadece bunlar mı? Değil efendim. Bakınız ecel belirsizliğinin bereketi de şuracıkta. Hemen öpüp başımıza koyalım: "Ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır."

Sizi yormaktan öyle korkuyorum ki. Yoksa daha alıntılanması gereken 'kıyametin müphemiyetinin kazandırdıkları' ve 'kaderin bize bakan tarafının belirsizliğinden kazandıklarımız' veya 'ihbar-ı gayp türünden hadislerdeki teşbihlerin belirsizliği ile açılan kapılar' vesair birçok şey var. Ancak hepsinin özü-özeti şu bence: Bu belirsizliği Cenab-ı Hakkın hikmeti ve rahmeti iktiza ediyor. Zaman zaman bizi belirsizliklere düşürerek kendimizi bu yolla geliştirebilmemizi sağlıyor. Eğer biz de Puzzle'daki Kelly Macdonald gibi irademizi hiçbir şekilde sahaya sürmediğimiz bir kabullenişi yaşasaydık, insanlara gülücük dağıttığımız halde, her sabah dayatılmışlığın azabı ile uyanabilirdik. Şükür ki Cenab-ı Hak bize belirsizlikler de lütfetmiş. Bunlarla irademizi kullanacağımız boşluklar halketmiş. Biz de o sayede birşey ya da birisi olmuşuz. Ne diyelim? Rabb-i Rahîm bu boşlukların hakkını da verebilmeyi nasip etsin. Âmin.

Not: Bu filme dair şu yazdığım yazı onun 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken' kısmına dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası da yapıyor. Değişik bir argüman olarak dikkatimi çekti. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Kaderi inkâr eden Allah'a inanır mı?

"Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar." 5. Şua'dan.

Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.

'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.

Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.

Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.

Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.

Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.

Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.

Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.

Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.

Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?

İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?

Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.

Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.

Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.

25 Kasım 2018 Pazar

Kanser vakıaları neden artıyor?

Belki yeterince farkında değiliz fakat kadere imanımız mühim bir sırrı da algımıza yüklüyor: "Herşeyin anlamı öncesindedir." Yani, birşey zâhirde nasıl bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkarsa çıksın, o şey özünde bir mana üzerinde dikilidir. Herşeyin öncesinde anlamı vardır. Herşeyin öncesinde bilgisi vardır. Şeyler ancak 'bilgi' ve 'anlam' üzerine inşa edilirler. Bu açıdan bir müslümanın imanında 'tesadüf' diye birşey yoktur. Herşey bir kasıtladır. Fakat bu kastın ne olduğunu çözemediğimiz yerlerde 'hasbelkader' veya (daha doğru bir ifadeyle) 'hesabü'l-kader/kaderin hesabıyla' tabir ettiğimiz işler vücuda gelirler.

'Anlamın önceliği'ne imanımız, şeylerle muhatabiyetimizi, onlardan edindiğimiz bilginin niteliği yönüyle de etkiler. Bir mü'min için sanat varlığın özündedir. Herşey hayır üzerinedir. Bu nedenle edindiği bilginin 'her hayır elinde' olan bir Allah'ın katından ihsan olduğunu bilir. Fakat münkirin gözünde varlığın durumu, en iyi ihtimalle, nötrdür. Tarafsızdır. Bu nedenle 'görecelilik kuramı' etkisinde istediği rengi alır. Şeylere güvenemez münkir insan. Çünkü şeyler tekinsizdir. Hatta bazen öyle kem bir bakış açısıyla iman eder ki onlara, kalbi mühürlenir, iyiliklerini göremez olur. Sahip olduğumuz önyargılar/fobiler bunun şahididir.

Meseleyi bu noktaya sürükleyişim bir amaç ile. Mürşidimin metinlerinde rastladığım bazı uyanışlar nedeniyle herşeyin arkasındaki anlamı kovalamayı seviyorum. Halimi biraz şuna benzetiyorum: Bir filmdeki katil ve maktül ilişkisini, bir "Katil ateş etti. Maktül bu nedenle öldü. Olay bundan ibaret!" diye okumak vardır, bir de bu çerçeveden aşkın olarak "Senarist bununla şunu anlatmak istedi" diye okumak vardır. Ben, varlığın okunuş şeklinin, kadere imanla birlikte ikincisine evrildiğini düşünüyorum. Kader bize bütün bunların ardında bir 'takdir' olduğunu haber veriyor. Mevzu yatayta görünenden ibaret değil. Film perdede yaşanmıyor. Yaşandığı bir stüdyo, bir mekan, hatta birçok mekan var.

Bir kurguyla önümüze geliyor bu işler. Yatayda silahı ateşleyen katil olabilir. Fakat esasında onun elindeki silah kurusıkı. Belki de oyuncak. Maktülün yaşadıkları gerçek değil. Vurulmuş gibi yapıyor. Göğsünde patlayan ise sadece fünye. Göz aldatmacası. Asıl bunların arkasında bize öğretilmek istenen birşey var ki o da senarist veya yönetmenin sırrıdır. Nasibi olan ona dadanır. Onu alır. Onu okuyanlar makbul izleyici olur.

İşte mürşidim de böylesi dikey okumalar öğretiyor pekçok kereler bana. Sebepler perdesini aşıp Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın şeylere yüklediği anlamlara yönlendiriyor beni. Mesela peygamber mucizeleri hakkında diyor ki: "Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi: Birincisi: Belâğat ve fesahat. İkincisi: Şiir ve hitabet. Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek. Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti. İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu. Başta, ehl-i belâğate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler. İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü. Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi. Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi. İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar."

Hem yine Batılı miras hukukunun Türkiye'de uygulanmaya başlamasıyla yaşanan anne mağduriyetleri hakkında diyordu ki: "Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi. Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi? Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, 'Evlâdım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın' diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ, mütedeyyin de olsa, Kur'ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti."

Arkadaşım, Allahu'l-a'lem, bu ve şu gibi metinler bana şöyle bir sırrı fısıldadılar: En çok neye güveniyorsak Allah'a karşı, en çok o alınıyor elimizden. Mısırlılar sihirlerine güveniyor. Hz. Musa aleyhisselam gelip asâsıyla yılanlarını yutuveriyor. İsrailoğulları tababetlerine güveniyor. Hz. İsa aleyhisselam gelip ölülerini diriltiyor. Ve anneler, gaflete düşüp en çok evlatlarına yaslandıklarında dünyaya dair, Cenab-ı Hak oradan umdukları ümidi alıyor, yeni bir hukuka müsaade ederek. Yani, zamanın ve zeminin şartlarına göre, kim ne ile Allah'a (hâşâ) kafa tutabileceğini sanıyor, Kadir-i Zülcelal onu ellerinden çekerek veya zayıflığını göstererek veya gafil ümitlerini dağıtarak akıllarını başlarına getiriyor. En azından yüzü hidayete bakanlarını. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi...

Ben şimdilerde ahirzamanda kanser vakıalarının/türlerinin çoğalmasını da böylesi manevî bir sebebe bağlıyorum. Peki nedir o manevî sebep? Bence Darwinizmdir. Genetik üzerine inşa edilen sapkınlıktır. Bu dönemin insanı, 'tesadüflerine' genler üzerinden öyle bir büyük paye veriyor ki, neredeyse, her canlının yaratılışını ona bağlıyor. Onun eseri olarak ortaya çıktığını söylüyor. Ona vardırıyor.

Peki kanser bize özünde ne söylüyor? Bence tam tersini. O aksine diyor ki: "Eğer genler üzerinde sizin tesadüften umduğunuz şekilde değişiklikler olursa sonuçları benim gibi olur. Çünkü ben, işte gözünüz önünde, hücrelerin genlerinde meydana gelen değişikliğim. Bozulmayım. İster ciğerde olayım, ister karaciğerde, ister beyinde... Nerede olursam olayım, hangi etmenle ortaya çıkarsam çıkayım, görüyorsunuz, sizi öldürüyorum. Hâlâ mı tesadüflerin esintisiyle bize tapacaksınız?"

Hem psikolojik rahatsızların tür ve sayı olarak artmasında da sanki böylesi bir 'uyarının' izleri var. Evet. Allah'a karşı en çok neye dayanıyorsak en çok o parçalanıyor. Ahirzaman insanının Cenab-ı Hakka karşı en çok güvendiği şeylerden birisi olan 'hodbin benliği' yani enesi. İşte ahirzamanda da yine en çok o parçalarına bölünüyor. Bütün o teknolojik tırı-vırı, güç kalkanı, imkan ziyadeliği içinde ahirzaman insanı dertlerine karşı daha latif. Daha dokunaklı. Daha çabuk sarsılıyor. Daha çok boşluğa düştüğü gibi daha kolay hayatından vazgeçebiliyor.

İşte, arkadaşım, Bediüzzaman'dan aldığım bir bakış açısıyla ben hem bedenlerimizde hem de ruhlarımızda artan kanser vakıalarına böyle baktım. Düştüğümüz yerden kaldırılıyoruz en çok. Daha doğrusu: Düştüğümüz yerden uyarılıyoruz. Kaldığımız dersten sınava tutuluyoruz. Geçebilirsek ne âlâ. Cenab-ı Hak, cümlemize, zayıflıklarımızla barışmayı nasip etsin. Âmin. Zira onlarla barışmadan varlıklarını itiraf edemeyiz.

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Kuştan da ders alınır mı?

Hüdhüd kuşunun Neml sûresinde bize verdiği bir ders var: "Herkes Allah'ı mesleğince bilir." Mürşidim bu sadedde der ki: "Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san'atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü'l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san'atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san'atçığıyla bilip ifade ediyor."

Peki bu dersi Hüdhüd kardeş bizlere nerede/nasıl veriyor? 25. ayette. Hak Tealayı tarif etmek için kullandığı şu ifadeyle: "Göklerdeki ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çıkarır..."

Elbette ben de bu meselde Hüdhüd kuşundan ayrı değilim. Cenab-ı Hakkı anlamaya çalışırken eylediğim işlerin parçalarını/temsillerini çoklukla istimal ediyorum. Örneğin: Yarımca 'editörlük' ve yarımca da 'yazarlık' işiyle iştigal etmemden yola çıkarak 'kadere iman etmenin kaçınılmazlığı' anlıyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Kainatın kemaline dair edindiğim her izlenim, her kanaat, her bilgi, ister istemez aklımın ayaklarını kadere götürüyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Bunu en çok 'yayınevi' ve 'yazar' dengesini/işleyişini düşünmekle yapıyor.

Bilirsiniz ya, yine de başlarken altını çizelim, yazarlar 'iradeli' varlıklardır. Yani 'yazmak istediklerini' yazarlar. Fakat bir yazar, ne kadar yazmak istediklerini yazarsa yazsın, yayınevinin süzgeçlerinden geçmedikçe yayınlanamaz. Kitabın garantisi öncelikle o yayıevinin editörlüğüdür. Editör; yayınevinin çizgisi, kendi bilgisi, tecrübesi ve yeteneği çerçevesinde eline ulaşan her dosyayı mizana vurur, işler, olgunlaştırır. Bazen de onları yayınlanmaya layık bulmaz ve sahibine iade eder. Bazen de iade eder fakat 'şartları yerine getirilince' tekrar incelemeyi göze alabileceğini de ifade eder. Bazen de yazarda farkettiği yetenekten ötürü, sırf yazmaya devam etsin diye, normalde iade edeceği bir dosyayı alır, üzerine kendisi çalışır, olgunlaştırır, yayınlatır.

Bir yayınevinin editörlüğü güzel işliyorsa o yayınevinden kötü kitap çıkmaz. Hatta bazen yayınevinin kalitesi öyle bir noktaya ulaşır ki, onun markasıyla çıkan her yayın, okurun gözünde 'okunmalılar' listesine girer. Fakat kötü bir editörlüğe sahip yayınevlerinin durumu tam tersidir. Okura, çıkan ürünün kalitesini garanti edemediklerinden, okur da yayınevinin kitaplarına mesafeli olmaya başlar. Yaşanılan kötü tecrübe sayısınca bu mesafe açılır. En nihayet, okur dünyasında, şöyle cümlelerin gezdiği duyulur: "Filanca yayınevinin kitapları okunmaz. Adamlar hiç kitaplara özenmiyorlar. İşçilikleri kötü."

Peki o yayınevinde hiç mi iyi yazar/kitap yoktur? Mutlaka vardır. En azından 'iyi birer yazar/kitap olmaya aday' dosyalar vardır. Fakat yayınevinin genel olarak prensipsiz/kalitesiz hareket etmesi, iyi ürünlerin de en az kötüler kadar çirkinleşmesine, değersizleşmesine veya gözden düşmesine sebep olur. Küçük görmeyin dostlarım. Bir yayınevi kitabını 'rezil' de eder 'vezir' de eder. Fakat, şimdi sizi bu mevzulardan kurtarıp, mürşidimin bir metnine götüreceğim. Belki bu okumayla bütün bir evreni 'yayınevi' gibi görmeyi başarabileceğiz:

"Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, 'Esmâü'l-Hüsnâ' tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü'l-Hüsnâ'nın güzel nakışlarını gösterir."

"Hoppala! Bu Esmaü'l-Hüsna bahsiyle 'iyi bir yayınevi olmanın' ne alakası var?" diye sorabilirsiniz. Aslında 'Çok alakası var' dostlarım. Çünkü Esmaü'l-Hüsna dediğimizde, biz de, tıpkı 'bir yayınevinin güzelce işlemesi için sahip olması gereken prensipler türünden' prensiplerden bahsetmiş oluyoruz. Yani Cenab-ı Hakkın herbir ismi bize bir 'yaratış prensibini' söylüyor. Rahman ismi yaratırken 'merhametli' olduğunu söylüyor. Kerim ismi yaratırken 'ikram edici' olduğunu söylüyor. Cemil ismi yaratırken 'güzel kılıcı' olduğunu söylüyor. Âdl ismi yaratırken 'adaletli' olduğunu söylüyor. Yani bu isimler bir yanıyla Allah'ı tarif ederken diğer yanıyla bize 'yaratış prensiplerini' aktarıyorlar. (Hatta kimileri "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikatini bu prensipleri okuyup, tanıyıp, onlara uygun hareket etmek şeklinde de anlamlandırıyorlar.)

Bu durum bizi 'daha üst bir okumayla' şu noktaya götürüyor: Evren yayınevi de, zamanı aşkın bir şekilde, dosyaları okumuş, prensipler dairesinde değerlendirmiş, olgunlaştırmış veya iade etmiş bir şekilde işleyişini sürdürüyor. İlmin sonsuz denizinden gelen bilgi, iradenin süzgecinden geçiyor, kudretle de yaratılıyor. Yaratılmış herşeyin bir kaderi var. Çünkü her kitabın 'öncesi' var. Eğer düzgün çıkarıyorsa, ki kainata bakan hiçkimse bu yayınevindeki kitapların kötü çıktığını söyleyemez, o zaman yaratılmış herşeyin 'öncesi' olmalı.

Hepsi bir editörlükten geçmeli. Parça parça yaratılışlarda bu böyle olduğu gibi zamanı aşkın şekilde de bu böyle olmalı. (Zaman varsa ezel de olmalı.) Zaman bizim (mahlukatın/yaratılmışların) en büyük bütünlüğümüzdür. Yani yaratılışın 'zamandan da öte/aşkın' bir noktada 'biliş' ve 'takdir' boyutları olmalıdır. Olmalıdır ki kitaplar hep böyle güzel çıkmaktadır.

Bu yönüyle kadere iman beni çok rahatlatıyor. Yaptığım kötülüklerin/yanlışların büyük resmi bozmaya yetmeyeceği tesellisini veriyor. Bir kelebeğin kanat çırpışından bir fırtına kopmuyor. Çünkü yayınevine giren her dosyanın bir editörü var. Herşey yayınlanmadan/varolmadan önce Onun (c.c.) takdirinden geçiyor. Bu nedenle yazarlar, ne kadar zalim olurlarsa olsunlar, okurların dünyasını mahvedemezler. Bezdiremezler. İradelerinin gücü buna yetmez. Yayınevinin Sahibi neyi dilerse onu yaratır. O da elbette şan-ı Rububiyetine yakışır şekilde yaratır. Esmaü'l-Hüsna prensiplerine uygun şekilde yaratır. Hiçbir yazarın cinneti bu prensipleri aşabilir kuvvette değildir.

Evet, bu benim huzurum, mutluluğum. Çünkü büyük resme bakınca da ancak bu şekilde rahatlıyorum. Dünyada büyük savaşlar oluyor, zulümler oluyor, ekonomiler bozuluyor, hürriyetler alınıyor, birliktelikler dağılıyor... Ama hepsinin arkasında bir 'editör' var. Benim bu parça parça gördüğüm kötülükler mutlaka bir kitabın içindeki hikmetler. Bu yayınevinin prensiplerine itimadım tam. Mutlaka bir şekilde onlara uyduğu için yaratıldı şu yaratılanlar.

Ancak bu şekilde varoldular. O halde okumayı bırakmamalı. Beklemeli. Kitabının sonunun gelmesini beklemeli. Acıklı hikayeler belki de mutlu sonla tamamlanacaklar. Dağınık görünenler belki finalde toplanacaklar. Birbirine bağlayamadığımız kelimeler belki cümlenin sonunda anlamlanacaklar. Ve o editörler editörü, sonsuz hamdolsun ona, kendisini Fatiha'da şöyle tarif ediyor: "O hesap gününün sahibidir." Biz de o günde, inşaallah, dosyasını sağından alanlardan oluruz. Çünkü bu da cennette tekrar basılacağımıza işarettir. Âmin.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Kaderle barışmanın bir yolu var mı?

"Kaçırılmış fırsatlar bir süre sonra aşk tadı alır." Murathan Mungan, Aşkın Cep Defteri'nden.

Bazı şeyleri geçmişte bırakmak öyle zor ki. Özellikle bugününüzü etkilemeye devam ediyorlarsa. Bugünümüzü etkilemeye devam eden (veya oluşturduğu dalga geri alınamayan demeliyim) seçimlerimiz arkada bırakılmıyor. Sebep olduğu her yeni kırılmada tekrar hatıra geliyor. Tekrar can yakıyor. Tekrar kan akıtıyor. Onlarla barışabilmenin bir yolunu şimdilik bulamadım. (Bazı tedavi denemelerini ise aşağıda zikredeceğim.) Çünkü bunların bir kısmı benim seçimlerim de değildi. Evet, seçtim, ancak ikinci ihtimale açık kapı bırakılmayarak. (Acaba hakikaten öyle miydi?) İtilerek. Mecbur bırakılarak. Hal böyle olunca onları kendi seçimlerim olarak görüp sorumluluğu üzerime almam da mümkün olmuyor. Başkalarını suçlamaya devam ediyorum.

İnsan bir şekilde kendi hatalarıyla barışmanın yolunu bulur. Çünkü kendisine karşı hüsnüzan sahibidir. Anlayışlıdır. Hoşgörmeye meyyaldir. Hatta, bir noktadan sonra, aptallığından yaşadığı mahrumiyetleri iradeli seçimlermiş gibi göstererek hava bile atabilir. (Acısı yokedilemeyen şeylerin acısıyla hava atılır.) Fakat bir başkasının bizi mecbur ettiği seçimlerde bu anlayış kalmıyor.

Biraz bastırıyorsunuz üstünü edeben. Kötü şeyler denmesin hakkınızda diye tutuyorsunuz içinizi. Duvarlara söyleniyorsunuz. Ama ebeden tutmaz ki bu taş altındakileri! "Bir yol bulmalı!" diyorum o zaman. "Bir yol bulmalı! Yoksa bu emrivakiler beni kötü bir adam yapacak. Geri dönüşü mümkün olmayan şeyleri düzeltemeyişimin hırsını sevdiklerimden alacağım."

Kadere iman etmeyen işte bu yüzden zalimleşiyor. Kadere iman içimizdeki firavuna direnişin başlangıç noktasıdır. Zalimliğin bizdeki ilk engelidir. Yaşadıklarınızın yaratılışını sebeplerden aşkın birşeyle (özellikle de dişinizin kesmediği birşeyle) bağladığınızda etrafınızdakileri haksızca suçlamayı kısmen terkedersiniz. Çünkü resmin büyüklüğünün yükü beşerî omuzlardan aldığını görürsünüz. Mazlumunuzun çapı bu organizasyonun sorumluluğunu kaldıramaz.

Kaderi de denedim. İş kadere geldiğinde elbette akan sular duruyor. Nihayetinde bu seçimlerin hepsi bir takdirden geçti. Planlar üstünde bir plan vardı ve elbette yollar beni en nihayet oraya götürdü. Hayatta durduğum yer çok da halinden şikayet edilecek bir yer değil. Elhamdülillah. Ne büyük sıkıntılar yaşayanlar var. Kendisinin gram payı olmayan savaşlar için ülke değiştirenler var. Sakat kalanlar var. Arakada bırakılmaz acılar çekenler var. Ancak, benim de, onların da düğümümüz aynı sanki. Eğer dışımızda gelişen ve bizim de dahil edildiğimiz şeylerle barışmanın bir yolunu bulursak huzura ereceğiz. Bunu nasıl yapacağız?

Nietzsche Ağladığında'da bunun bir çözümünü gördüm sanki. İzah etmeyi denersem: İnsan, geçmişindeki böyle şeylere, yani kaçırılmış fırsatlara, onları 'en güzel' olarak kurguladığı için âşık oluyor. Uzaklaştıkça da bu kurgu güzelleşiyor. (Uzaklık nesnedeki kusurları 'görünmez' veya 'daha az görünür' yapar.) Bunu bir örnek üzerinden konuşmak daha doğru. Öyle yapalım. Sözgelimi: Sevdiğiniz kızla/erkekle evlenemediniz. Bu ihtimal artık sürekli kanıyor.

Pişmanlıklar zamana bırakılmış ayraçlardır. Akıl geçmişi her eline aldığında kitabınız oradan açılır. Tenimizdeki yaralar zaman geçtikçe kurur. Kanaması azalır. Pişmanlıklar öyle değildir. Ruhun, bedenin hilafına, sonsuz olduğunun bir kanıtını da burada buluruz: Ruhun yaraları da lezzetleri de kalıcıdır. Ve siz, bir yandan kendinizi, bir yandan o ihtimali büyütmeye başlarsınız. Hayal büyüdükçe güzelleşir. En nihayet, öyle bir hal alır ki, kaçırılmış koca bir alternatif hayat gibi birikip önünüzde durur. Bugününüzü binbir 'keşke' tasavvuruyla taciz eder.

İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu. Hayalimizde büyüyen şu alternatif hayatlar! Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayat adeta tenzih edildi. İşte, Nietzsche Ağladığında kitabında, bu derde bir çözüm olarak şu kötümserci yöntem öneriliyor:

Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat de bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanış bu tutum. Yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim. Ya bu kişiyle vuslata erdiğimizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya hayatınızı birleştirdikten sonra ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız?

Ya şimdikinden beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, gerçek, bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır.

Şunu söylemek istiyorum: Seçtiğiniz şıkkın hayatınızı bugünden daha iyi bir yere götüreceği sadece bir yanılsama. Bir kurgulama. Bir cennet hayali. Belki de öyle olmayacaktı? Belki de o şıkkı seçmeniz sadece bugününüzü değil ahiretinizi de yakacaktı. Belki, şimdi bir kere mutsuzsanız, o zaman bin kere mutsuz olacaktınız. Belki... Belki... Belki biraz da bu yüzden, hayal ettiğimiz kurguların kötü bir sona evrildiğini öğrendiğimiz zamanlarda, o hayalin peşini hemence bırakırız. Kaçırdığımıza üzüldüğümüz otobüslerin kaza yaptığı haberi tüm 'yeterince çabuk davranamama' pişmanlıklarını uçurur.

Fakat bir saniye... Aynı misali kullanmayı terketmeyelim. Mesela: Âşık olduğunuz insanın bir kötü yanı, ilerde başkasıyla kurduğu yuvada ortaya çıkarsa/çıktığında ve siz de bunu duyduğunuzda 'kurtarılmışlık' duygusu içinde şükretmez misiniz? Veya tatile gidemediğiniz bir yerde deprem olduğunda. İşte, biz aslında, bize yaşatılan gerçeklik sayesinde ihtimal halindeki birçok kötülükten de kurtarılmış oluyoruz. "Ne kadar az şükrediyorsunuz?" ayeti belki bu 'sonsuz ihtimallerin çilesini' de hatırlatıyor bizlere...

Hem mürşidim de şöyle demiyor mu: "Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin."

Bu cümlelerin altında verilen harika bir minare örneği de var. Ancak uzun olduğundan yazıya eklemeyeceğim. (Belki siz bir nazar edersiniz.) Demek mesele kendinden kötüye bakmayı bilmekte... Ancak biz bu 'kendinden kötüye bakma' işini sadece başkalarının hayatlarında yaşarız. Kendi hayatlarımızı düşlemeyiz. Halbuki hayatlarımızı da 'daha kötü ihtimaller' üzerine çalışabilmeliyiz.

Kaderden razı olmak, hem Allah'ın yaratışı olduğu için razı olmak, hem de gerçekleşmeyen ihtimallerin daha iyiye gideceği yönünde hiçbir garantinin olmayışından dolayı razı olmakla ilgilidir. 'Olmamışların hep güzele gittiği' yerde 'olmuşlar' elbette onlarla başa çıkamaz. Bu kem huyu bırakmalıyız. İçimizdeki Deccal bizi şükürsüzlüğe şu araçla itiyor. Lütfen, siz de benim gibi yapın, ara sıra seçilmeyen şıkların gidebileceği muhtemel kötü senaryoları da çalışın. Belki de hayalgücünün bize verilmesinin hikmetlerinden birisi de bu: Yaşananın ihtimallerin en iyisi olduğunu görebilmek. Kaderden böylece razı olmak. Geçmişle en nihayet barışıp geleceğe kavgasız bakabilmek...

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Gördüğün rüya kimin?

Arrival'ın akıllarda kalan sahnelerinden birisiydi. İzleyenler anımsayacaktır. Fizikçi Ian Donnelly (Jeremy Renner) filmin bir yerinde dilbilimci Dr. Louise Banks'e (Amy Adams) şöyle soruyordu: "Onların dilinde de rüya görüyor musun?" Bu sorunun bana ilginç gelen yanı (yahut da bende çağrışımlar uyandıran yanı demeliyim) okuduklarımın rüyalarıma etkisiyle ilişkiliydi. Örneğin: Üslûbunu çok beğendiğim bir kitabın rüyamdaki karakterlerin diyaloglarına tesiri oluyordu. Bunu sık sık yaşıyordum.

Karakterlerim kitaptaki yazış tarzıyla konuşmaya başlıyorlardı. Yahut da ben olayları izlerken kendime yaşananları o üslûpla anlatıyordum. Kendim gibi değil de okuduğum kitaplardaki gibi... Uyanınca güldüğüm bu tip hâdiselere bakışım şu cümleden sonra bir nebze değişti. Peşine düşülesi bir derinlik kazandı. Rüyalar bu açıdan da bir laboratuvar olabilir miydi?

Mürşidimin kendisinden daha meşhur bir sözü var. Kimin söylediğini bilmeyenler bile (hatta Bediüzzaman'ı sevmeyenler bile) yeri geldiğinde alıntılıyorlar. O cümle de şudur: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır." Fakat bu cümlenin ona nazaran az bilinen bir başka versiyonu daha vardır Risale-i Nur külliyatında. O da şöyledir: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."

"İnsanlığın sürümü nasıl yükselir?" yazımda da aynı maralı avlamaya çalışmıştım. Bu yazıda başka bir şekilde yaklaşmaya çalışacağım. (Yazar bu şekilde o yazının da okunmasını istirham eder.) Şahit olduğumuz düşünme biçimleriyle kurduğumuz hayaller arasında büyük bir ilgi var. Türkçeden başka dil bilmeyen bir insanın yabancı bir dilde rüya görmesi mümkün değildir. Hiç ezan duymamış bir insan rüyalarında ezanı duyamaz. (İlla ki bu ona Allah'ın bir fazlı olarak ikram edilsin.) Ancak 'edinilmiş bilgiler' ve 'öğrenilmiş bakış açıları' üzerinden yeni dünyalara uzanabiliyoruz. Uzandığımız dünya her ne kadar bir yönüyle 'yeni' de olsa aslında bizim kendimize özgü 'eski'lerimizden besleniyor. Herkesin dayandığı eskiye göre yenisi değişiyor. Kendi eskisi yine kendisinin sayılabilecek yenisi için bir sıçrama tahtası işlevi görüyor.

Bu açıdan Bediüzzaman'ın, 20. Söz'de, 'peygamber mucizeleri' ile 'modern teknoloji' arasında kurduğu ilgi hiç de yersiz değil. Hakikat ile hayalin ilişkisini hatırlatıcı bir mahiyeti var. Öyle ya! Bütün bu gelişmeler nihayetinde keşşaflarının gördüğü bir rüyanın ürünüydü. O keşiflere ulaşanlar malumatları olan şeyler üzerinden hayallerini geliştirdiler. Yeni tasavvurlara kaynak olabilecek bir 'olabilecekler' algısından faydalandılar. 'Olamaz' diyenlerden onları ayıran buydu. Onların olabilecekler çıtası farklı bir yükseklikte konumlanıyordu. "Vahiy, bu yönüyle, olabilecekler dediğimiz şeyin çıtasını beşerin yeni şeyler hayal edebileceği kadar yukarıya kaldırmıştır!" diyebiliriz. Ancak bu konuyu ismini andığım yazıya havale ederek daha ileri gitmeyeceğim.

Rüyaların laboratuvar oluşuna geri dönelim. Biz, hayatımıza yeni dahil olmuş sevinçlerin, vehimlerin, korkuların veya arzuların 'ben'deki tesirinin sandığımızdan fazla olduğunu nasıl anlarız? En çok rüyalarımızdan. Öyle değil mi? Eğer, gördüğümüz birisini sandığımızdan daha fazla önemsediysek, o kişi rüyalarımızda da bize görünmeye başlar. Yaşadığımız bir olay bizi tahmin ettiğimizden daha fazla etkilediyse rüyalarımızda da bu etkinin izleri görülür.

Bu açıdan bakıldığında, rüyalar, düşünce aynaları veya turnusollarıdır. Bizim bile farkında olmadığımız veya baskıladığımız veya yanlış okuduğumuz o karmaşık dünyanın asıl renginden (veya asıl rengin sandığımızdan farklı olabileceğinden) rüyalarımız bizi haberdar eder. Bu da, elhamdülillah, uykunun bahşettiği bir uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar!" hakikatinin 'uykunun da bir nevi ölüm olması' hasebiyle görünen bir ucudur. Allahu'l-A'lem.

Peki düşüncelerimizin rengini ne belirler? Ben bu noktada itikadın asıl belirleyici olduğunu düşünüyorum. 'Neye, ne kadar ve nasıl inanacağız' bilgisi 'nasıl düşüneceğiniz' bilgisinin de mimarıdır. Düşünce ancak onun açtığı yolda ilerler. Ali Şeriatî'nin İslam Bilim'de dikkatleri çektiği gibi, tevhide iman eden bir mü'min, varlıkta yaşanan hiçbir hâdiseyi birbirinden koparamaz. Adacıklara dönüştüremez. Hepsinin aynı Usta'nın (c.c.) kudret elinden çıktığına iman etmesiyle itikadının onu yönlendirdiği bakış açısı 'uyum'dur. Aradığı budur. O kainatta çelişki, çatışkı değil uyum arar. Ve uyuma dönük tefekkürler üretir. Kadere iman da aslında bu uyumun en büyük resmini ifade eder onun için.

Tekrar çizmek lazım altını: Tevhid kadersiz olmaz. Kader tevhide imanın zamanüstü boyutudur. Anları tevhid ile yaratan Hak Teala'nın zamanüstü şekilde bütün anların da yaratıcısı olduğunu görmek kadere inanmayı kaçınılmaz kılar. Yoksa, hâşâ, Allah kendi yarattığı zamanla sınırlandırılmış olur. Mahlukatından birisini aşamıyor olur. Kendi yarattığı sonraların öncesine hapsedilmiş olur. Ressam tabloyla sınırlandırılmış olur. Sen şu aptallığın zirvesine bak! Sınırlı olan nasıl ilah olabilir? Sonsuz kudret sahibi nasıl sınırlı olabilir? Ressam tablosuna nasıl sığar veya sıkışabilir? Allah böyle diyen şaşkınları ıslah etsin.

Tablonun bütününden çıkacak uyum ancak parçalarının tamamının yaratıştan önce bilinmesiyle mümkündür. Çünkü bu tablonun parçaları, birbirinden bağımsız varlıklar değil, öncelerin sonralarıdır. Hepsi girildiğinde ancak kapıyı açacak şifre gibidir. Tablodaki her bir detayın büyük tablonun içinde bir anlamı vardır. Eğer bir ressam tablosunun nereye varacağını bilmeden çizmeye başlarsa bundan uyum ve anlam çıkmaz.

Arrival'da dil ile zaman arasında kurulan bağı tekrar hatırlayalım. Cümle kurmak sırayla kelime seçmek değildir. Cümle kurmak, önceden bilinen ve hedeflenen bir anlama yönelik olarak, kelimeleri düzenle kullanmaktır. Bütünü 'ulaşılması gereken' olarak zihinde evvelen bulunmazsa parçaları anlamlı bir şekilde biraraya gelmez. Herbirisi dilbilimci olan, ancak birbirlerinden habersiz, beş kişinin kendilerine göre seçecekleri kelimeleri biraraya toplasanız, kelimelerin tek tek seçiminde gösterilen bütün meslekî inceliğe rağmen, ondan anlamlı bir cümle çıkaramazsınız. (Aynı dilde olmaları bile zor bir ihtimaldir.) Çünkü o beş kişi ulaşılması gereken bir bütünden haberdar değildir.

Dolayısıyla; şunun itikattan düşünceye, düşünceden rüyaya, rüyadan lezzete bakan yönü kendiliğinden ortaya çıkıyor. Lezzet ancak görülenle görülmek istenenin uyumundan ortaya çıkar. Bir insan ancak pasta yemekten umduğu lezzeti alacaksa pasta yemekten lezzet alır. Görünüşü tamamıyla aynı, ancak tadı berbat bir pastayı 'pasta' diye önüme koysanız, ben umduğum ile bulduğum arasındaki uyumsuzluktan dolayı pasta yemiş olmam. Veyahut da şöyle söyleyeyim: Ben'liğim lezzet açısından onun pasta olduğunu inkâr eder. Ben'den başlayıp ben'e uzanan döngü tamamlanmamıştır çünkü.

Burada, zannımca, 'görülmek istenen' imana tekabül ediyor. İman ettiğiniz zaman 'varlığı nasıl görmek istediğinizi' de seçmiş oluyorsunuz. Bu seçimden sonra düşünce biçiminiz ve ona bağlı olarak rüyalarınız da değişiyor. Hayalleriniz inandıklarınızdan bir şekil alıyor. Onlardan yaratılan hakikat de renk değiştiriyor. Azlar çoğalıyor. Çoklar azalıyor. Umulanlar farklılaşıyor. Rüyalarınızın renginde bir gelecek görüyorsunuz. Allah'ı "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyurduğu gibi buluyorsunuz.

Aleyhissalatuvesselamın, mü'min olduktan sonra az yemeye başlayan birisinin bahsi sadedinde söylediği "Kafir yedi mideyle, mü'min bir mideyle yer!" hakikati buradan da bize gözkırpıyor. Eskiden varoluşu 'elinden geldiğince sahip olmak' sanırdınız. Şimdi 'elinden geldiğince asıl sahibine bırakmak' olarak tanımlıyorsunuz. Amaç değişti. Rüya değişti. Daha çok tüketmek hayal edilmez oldu. Yedi mide bire düştü. Çünkü varlık tanımınız değişti.

Hep verdiğim bir örnektir. Burada da vereyim: Otobüs gibi bir toplu taşıma aracını takvayı önemseyen bir müslüman icat etseydi ne gibi farklılıklar olurdu? Bence bugünkü gibi kadınların ve erkeklerin (İslam kültürüyle yetiştikleri için) rahatsız oldukları karmaşa yerine mahremiyetin de korunduğu bir tasarım o teknolojiye eşlik ederdi. Yine şakayla verdiğim bir örnek olarak zikredeyim:

Postal tarzı giymesi ve çıkarması müşkül bir ayakkabı türünü günde beşvakit abdest alması ve namaz kılması gereken bir mü'min (hem de evlere ve ibadet yerlerine ayakkabıyla girmeyen bir mü'min) icat eder miydi? Atom bombası gibi suçlu-suçsuz ayırmadan binlerce kişiyi katleden bir silahı 'bir masumun ölümünü insanlığın ölümü' olarak gören bir müslüman yapar mıydı? Bana yapmazdı gibi geliyor. Çünkü o böyle bir rüya görmezdi. Onun dünyasında böyle bir hayal 'görülmesi meşru bir hayal' değildi. 'Teknolojiyi alalım ama ahlakını almayalım!' teorisinin ne ölçüde başarılı olabileceği buradan da okuyorsunuz. Teknoloji ancak onun rüyasını siz gördüğünüz zaman size zarar vermez oluyor. Öteki türlü her zaman bir risk var. Başkalarının gerçekleşmiş rüyaları sizin düşünce biçiminizi kötü şekilde etkileyebilir.

Bu yazı tam bir aşure oldu. Bir sorgulamayla toparlamaya çalışalım: Rüyalarımızı kimin dilinde görüyoruz? Kimin dilinde gördüğümüz rüyalar hayatımıza giriyor? Bu rüyalar bizim içimizde konuştuğumuz asıl dille ne kadar uyumlu? Her dilin, düşünce sistemini beraber getirdiği bir düzlemde, eylem-söylem tutarsızlığı dediğimiz şeyin bir 'dil karmaşası' olduğu söylenemez mi?

İçimizde bir kavga var. Medeniyetin kaşıdığı arzular ve İslam'ın öğütlediği ahlak rüyalarımız için kavga ediyor. Nefsin doğruları ile vicdanın doğruları çatışıyor. Diller karışıyor. Başkalarının rüyalarını yaşıyoruz. Yusuf kuyudan da zindandan da çıkar. Çünkü o güzel rüyalarını kimseye satmadı. Sen gökdelenlerin tepesindeyken bile kuyularından çıkamazsın. Çünkü kuyu üzerine görülmüş rüyalar satın aldın. Umduğun değişmeden bulduğun değişmeyecek.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...