Pişmanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pişmanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2023 Salı

Tevbe pişmanlık geçmesin diye edilir

Yaralarıma bakıyorum. Hep sevmekten. Ama "Hayır!" demeyecek kadar çok sevmekten. Keşkelerim kör kuyularda birikmiş. Tası-tarağı toplayıp gidememişim. Çünkü gidebileceğimi hiç ihtimal saymamışım. Çıkamamışım. Kaçamadığımdan yemişim bütün dayakları. Sınırlanmış sevgilerdeyse huzur var. 'Neyi sevdiğin' kadar 'nereye kadar sevdiğin' de önemli demek. Geçilemeyecek duvarların olduğunda hislerinde sıhhat buluyorsun. Duvarların seni hem taşkınlardan hem de taşmaktan koruyor. Kullanılmaktan (ve dahi kullanmaktan) bir ölçüde kollanıyorsun. Duvarları edinmekse ya ömrün evvelinde sahip olacağın bir şüpheciliğe yahut da ağzında bolca süt yanıklarına bakıyor. Başlarda teyakkuzun yoksa sonra bu işi ancak tecrübe yapar.

Dilim kabarcık kabarcık. Eh, evet, yapacak birşey yok. Şaşırdım. Tevbe pişmanlığı gidermez. Pişmanlık gitmesin diye edilir. Canı sağolsun hepsinin. Sayelerinde ben de, inşaallah, adam oldum. Beşeriyet dağından koparılmış heyecanlı bir taştım. Haddimi bilmeden çok yuvarlandım. Çok çiçek can verdi altımda. Çok yolun akışını tıkadım. Allah'tan faniliğin ellerine düştüm. Çekiçleriyle nakışlandım. Traşlandım. İnsanlaştım. Yoğurdu üfleyerek yemek değil tek kârım. Cehennemde 'Üfff'lememek de bir kârım olabilir. Bunu Rabb-i Rahîm'imden dilerim. (Yanmak yanmanın kefaleti sayılabilir mi?) Belki zaten şu dünyadaki varlığım da yanıklarımla ilgiliydi arkadaşım. Onu da konuşalım. Hamdım. Yandım. Piştim. Düşmeyi Âdem aleyhisselamdan duymuştum. Kalkmayı da yine ondan öğrendim. İstiğfar ettim.

Müslümansın ya sakın küçük görme imanını. Çünkü her imanın birçok duvar sahibi yapar seni. Mesela: "Allah'tan başka ilah yoktur!" dersin. Başkalarının sana ilahlık taslamasından kurtulursun. Sen de artık başkalarına sözde ilahlık edemezsin. Yani ki içinde bir duvar edinirsin. Geçirmezsin. Sonra: "Muhammedu'r-Resulullah!" söylersin. O da seni yalancılardan kurtarır. Ve yalan söyleyemez eder. Doğru bilinir olunca yanlış yüzbin olsa zarar vermez. "Bir dane-i hakikat bir harman yalanı yakar." Ayaklarını sabitler. Hatırlarsana: Kur'an'da ebeveyne itaat bile sınırla anılmıştır. Allah'ın rızasına uygun olmayan emirlere itaat edilmez. Bu dahi kavi bir duvardır.

İman bizi sadece 'içerisi' sahibi yapmıyor arkadaşım. Aynı zamanda 'dışarısı' sahibi de oluyoruz. Ve 'dışarısı' sahibi olmakla, bilsen, ne çok beladan korunuyoruz. Çünkü Allah'tan başka kimseyi "Hayır!" demeyecek kadar çok sevmiyoruz. Sevemiyoruz. Sevgimizde bir hiyerarşi var artık. Zirveler çoktan tutuldu. Şeriat amellerimizin gönlüne girdi. Ve "Evet!" demeyecek kadar de nefret etmiyoruz kimseden. 'Candan bir dost oluverme' ihtimaline açığız. Ümitlendirildik çünkü. Haberlendirildik. Halimiz hücrenin 'seçici geçirgen' zarına benzetilmeli belki. Herşeyi bağrımıza basmayız ama bağrımız da ulaşılmaz değildir. Herşeyi kapımızdan kovmayız ama kapımız da kovulmaz değildir. İçimiz-dışımız anahatlarıyla bellidir. Yahu, arkadaşım, baksana mahiyetimize: Şu İslamiyet ne güzel, ne ölçülü, ne sanatlı bir dindir. Öyle surlar inşa eder, ne başkalarına ezdirir, ne de başkalarını ezdirtir.

18 Ekim 2017 Çarşamba

Kâbus da bir nimettir

Wind River/Kardaki İzler filminde, çocuğunu yıllar önce kaybetmiş bir babayı canlandıran Jeremy Renner, kendisi gibi çocuğunu yitiren bir arkadaşının "Sen bu acıyla başetmeyi nasıl başardın?" sorusuna şu manada cevap verir: "Acının aynı zamanda onu hatırlamanın bir parçası olduğunu kabullendim. Canım acımasa o güzel anları da hatırlamayacaktım. Bu daha kötü olurdu."

İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."

Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.

Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."

Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.

Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?

Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.

O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?

Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.

Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.

Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.

Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.

Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.

İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.

"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.

Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.

Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Kaderle barışmanın bir yolu var mı?

"Kaçırılmış fırsatlar bir süre sonra aşk tadı alır." Murathan Mungan, Aşkın Cep Defteri'nden.

Bazı şeyleri geçmişte bırakmak öyle zor ki. Özellikle bugününüzü etkilemeye devam ediyorlarsa. Bugünümüzü etkilemeye devam eden (veya oluşturduğu dalga geri alınamayan demeliyim) seçimlerimiz arkada bırakılmıyor. Sebep olduğu her yeni kırılmada tekrar hatıra geliyor. Tekrar can yakıyor. Tekrar kan akıtıyor. Onlarla barışabilmenin bir yolunu şimdilik bulamadım. (Bazı tedavi denemelerini ise aşağıda zikredeceğim.) Çünkü bunların bir kısmı benim seçimlerim de değildi. Evet, seçtim, ancak ikinci ihtimale açık kapı bırakılmayarak. (Acaba hakikaten öyle miydi?) İtilerek. Mecbur bırakılarak. Hal böyle olunca onları kendi seçimlerim olarak görüp sorumluluğu üzerime almam da mümkün olmuyor. Başkalarını suçlamaya devam ediyorum.

İnsan bir şekilde kendi hatalarıyla barışmanın yolunu bulur. Çünkü kendisine karşı hüsnüzan sahibidir. Anlayışlıdır. Hoşgörmeye meyyaldir. Hatta, bir noktadan sonra, aptallığından yaşadığı mahrumiyetleri iradeli seçimlermiş gibi göstererek hava bile atabilir. (Acısı yokedilemeyen şeylerin acısıyla hava atılır.) Fakat bir başkasının bizi mecbur ettiği seçimlerde bu anlayış kalmıyor.

Biraz bastırıyorsunuz üstünü edeben. Kötü şeyler denmesin hakkınızda diye tutuyorsunuz içinizi. Duvarlara söyleniyorsunuz. Ama ebeden tutmaz ki bu taş altındakileri! "Bir yol bulmalı!" diyorum o zaman. "Bir yol bulmalı! Yoksa bu emrivakiler beni kötü bir adam yapacak. Geri dönüşü mümkün olmayan şeyleri düzeltemeyişimin hırsını sevdiklerimden alacağım."

Kadere iman etmeyen işte bu yüzden zalimleşiyor. Kadere iman içimizdeki firavuna direnişin başlangıç noktasıdır. Zalimliğin bizdeki ilk engelidir. Yaşadıklarınızın yaratılışını sebeplerden aşkın birşeyle (özellikle de dişinizin kesmediği birşeyle) bağladığınızda etrafınızdakileri haksızca suçlamayı kısmen terkedersiniz. Çünkü resmin büyüklüğünün yükü beşerî omuzlardan aldığını görürsünüz. Mazlumunuzun çapı bu organizasyonun sorumluluğunu kaldıramaz.

Kaderi de denedim. İş kadere geldiğinde elbette akan sular duruyor. Nihayetinde bu seçimlerin hepsi bir takdirden geçti. Planlar üstünde bir plan vardı ve elbette yollar beni en nihayet oraya götürdü. Hayatta durduğum yer çok da halinden şikayet edilecek bir yer değil. Elhamdülillah. Ne büyük sıkıntılar yaşayanlar var. Kendisinin gram payı olmayan savaşlar için ülke değiştirenler var. Sakat kalanlar var. Arakada bırakılmaz acılar çekenler var. Ancak, benim de, onların da düğümümüz aynı sanki. Eğer dışımızda gelişen ve bizim de dahil edildiğimiz şeylerle barışmanın bir yolunu bulursak huzura ereceğiz. Bunu nasıl yapacağız?

Nietzsche Ağladığında'da bunun bir çözümünü gördüm sanki. İzah etmeyi denersem: İnsan, geçmişindeki böyle şeylere, yani kaçırılmış fırsatlara, onları 'en güzel' olarak kurguladığı için âşık oluyor. Uzaklaştıkça da bu kurgu güzelleşiyor. (Uzaklık nesnedeki kusurları 'görünmez' veya 'daha az görünür' yapar.) Bunu bir örnek üzerinden konuşmak daha doğru. Öyle yapalım. Sözgelimi: Sevdiğiniz kızla/erkekle evlenemediniz. Bu ihtimal artık sürekli kanıyor.

Pişmanlıklar zamana bırakılmış ayraçlardır. Akıl geçmişi her eline aldığında kitabınız oradan açılır. Tenimizdeki yaralar zaman geçtikçe kurur. Kanaması azalır. Pişmanlıklar öyle değildir. Ruhun, bedenin hilafına, sonsuz olduğunun bir kanıtını da burada buluruz: Ruhun yaraları da lezzetleri de kalıcıdır. Ve siz, bir yandan kendinizi, bir yandan o ihtimali büyütmeye başlarsınız. Hayal büyüdükçe güzelleşir. En nihayet, öyle bir hal alır ki, kaçırılmış koca bir alternatif hayat gibi birikip önünüzde durur. Bugününüzü binbir 'keşke' tasavvuruyla taciz eder.

İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu. Hayalimizde büyüyen şu alternatif hayatlar! Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayat adeta tenzih edildi. İşte, Nietzsche Ağladığında kitabında, bu derde bir çözüm olarak şu kötümserci yöntem öneriliyor:

Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat de bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanış bu tutum. Yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim. Ya bu kişiyle vuslata erdiğimizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya hayatınızı birleştirdikten sonra ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız?

Ya şimdikinden beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, gerçek, bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır.

Şunu söylemek istiyorum: Seçtiğiniz şıkkın hayatınızı bugünden daha iyi bir yere götüreceği sadece bir yanılsama. Bir kurgulama. Bir cennet hayali. Belki de öyle olmayacaktı? Belki de o şıkkı seçmeniz sadece bugününüzü değil ahiretinizi de yakacaktı. Belki, şimdi bir kere mutsuzsanız, o zaman bin kere mutsuz olacaktınız. Belki... Belki... Belki biraz da bu yüzden, hayal ettiğimiz kurguların kötü bir sona evrildiğini öğrendiğimiz zamanlarda, o hayalin peşini hemence bırakırız. Kaçırdığımıza üzüldüğümüz otobüslerin kaza yaptığı haberi tüm 'yeterince çabuk davranamama' pişmanlıklarını uçurur.

Fakat bir saniye... Aynı misali kullanmayı terketmeyelim. Mesela: Âşık olduğunuz insanın bir kötü yanı, ilerde başkasıyla kurduğu yuvada ortaya çıkarsa/çıktığında ve siz de bunu duyduğunuzda 'kurtarılmışlık' duygusu içinde şükretmez misiniz? Veya tatile gidemediğiniz bir yerde deprem olduğunda. İşte, biz aslında, bize yaşatılan gerçeklik sayesinde ihtimal halindeki birçok kötülükten de kurtarılmış oluyoruz. "Ne kadar az şükrediyorsunuz?" ayeti belki bu 'sonsuz ihtimallerin çilesini' de hatırlatıyor bizlere...

Hem mürşidim de şöyle demiyor mu: "Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin."

Bu cümlelerin altında verilen harika bir minare örneği de var. Ancak uzun olduğundan yazıya eklemeyeceğim. (Belki siz bir nazar edersiniz.) Demek mesele kendinden kötüye bakmayı bilmekte... Ancak biz bu 'kendinden kötüye bakma' işini sadece başkalarının hayatlarında yaşarız. Kendi hayatlarımızı düşlemeyiz. Halbuki hayatlarımızı da 'daha kötü ihtimaller' üzerine çalışabilmeliyiz.

Kaderden razı olmak, hem Allah'ın yaratışı olduğu için razı olmak, hem de gerçekleşmeyen ihtimallerin daha iyiye gideceği yönünde hiçbir garantinin olmayışından dolayı razı olmakla ilgilidir. 'Olmamışların hep güzele gittiği' yerde 'olmuşlar' elbette onlarla başa çıkamaz. Bu kem huyu bırakmalıyız. İçimizdeki Deccal bizi şükürsüzlüğe şu araçla itiyor. Lütfen, siz de benim gibi yapın, ara sıra seçilmeyen şıkların gidebileceği muhtemel kötü senaryoları da çalışın. Belki de hayalgücünün bize verilmesinin hikmetlerinden birisi de bu: Yaşananın ihtimallerin en iyisi olduğunu görebilmek. Kaderden böylece razı olmak. Geçmişle en nihayet barışıp geleceğe kavgasız bakabilmek...

21 Nisan 2016 Perşembe

Yarım bırakılmış cümleler gibi hayatımız

Sana da öyle gelmiyor mu: Yarım bırakılmış cümleler gibi bir hayatımız var. Tamam değil sanki. Boşluğu kalem dolduruyor. İmtihan bu boşluktan doğuyor. Tamam olmaya çalışmak aslında yaşamak. Hep bir yanımız eksik. Hep bir yanımız arayışta. 'Tamam' diye birşey yok. Hani eskiden sorular olurdu şöyle: "(...) cümlesinde (...) yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?"

İşte öyle boş bırakılmış yerleri var hayatımızın. Yarım bırakılmış gibiyiz içimizde bir yerde. Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır. "Ve kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur." Oraları da doldurmak bizim işimiz. Bunu ya fiille yapacağız yahut da hakkında düşünerek. Yahut pişman olarak. Yahut şükrederek. Pişmanlık, şükrün kardeşidir. Abisini ıskalarsan, kardeşine muhtaç olursun. Cennet birinin ülkesidir, cehennem diğerinin.

Fiille yapmayı seçenlerin hızını yetişemem. Denedim. Daha gençken. Daha hiçbir ölüm yamacıma isabet etmemişken. Babamı gömmemişken henüz. Denedim. Elimden gelmiyor. Durgun yaratılmışım. Yeterince çabuk olamıyorum. Yeterince sıkı tutamıyorum. Yeterince isteyemiyorum. Yeterince boşveremiyorum boşlukları. Sarhoş olamıyorum. Hırsım 'yeterince' olmuyor. Öfkem 'yeterince' boğmuyor. Âşık da olamıyorum kusurlara körleşip. Dünyada körleşemiyorum. Biraz gaza gelip hızlanayım desem hızımdan en evvel ben korkarım. Bir ilaç kutusunu açtığımda önce yanetkilerine bakarım. Şoförlüğüm olmadığı halde şoförlerden fazla heyecanlanırım ön koltuklarda. Sınırlarımın müptelasıyım anlayacağınız. Onları aşmadığım belirginken rahatlarım. Sınırlarım güvenliğimdir benim.

Çılgınlık istidadım yok. Arabada fren, trende imdat kolu, insanda vicdan, cümlede 'acaba' gibiyim. O zaman benim işim bu boşlukları kalemle doldurmak. Aşağıda bir sürü kelime var zaten beni bekleyen. Mazi, kelimeler torbası. Mazi, olaylar hazinesi. Mazi, yaralarımın haritası. Elimi uzatıp bir tane çekmem yeterli. İşte bir boşluk daha doldu sayemde. Sadece zamanı doldurmakla kalmadım, bugünü anlamlandırmış da oldum böylece. Varoluşum manaya dönüştü. Bugün, yarın, dün birbirinin şerhi. Kitap içinde bu göndermeler doğal. Fakat bir kitap yalnız kendi içinde atıflarla yürümez ki! Delili kendisi olanın davası nedir?

İlla bir gayba ihtiyacımız olacak. Gayba, yani kitabın dışından bir atfa. Vahiy ve sünnet bize bu zenginliği sağlıyor. Kendi kitabında/kendiliğinde boğulmuşlara sunulan bambaşka bir kitap. Kalıplarına sığmayan, sokamadığın, keşfe çıktığın. Sınırlarından sıkılmışlara bir sınırsızlık ümidi. Bir rüya, uyanıklığa kıyasla. Bu âlemden değil. Sende olmayanı ondan alarak 'sana dair olanı' zenginleştirebilirsin. Oradan aldığın manaları boşluklarına serpiştererek yeni bir kitap olabilirsin. Kendi kendine kalmak zorunda değilsin. Duvarları kendinden bu zindanı aşabilirsin.

Değişebilirsin. En güzeli bu, değişebilirsin! Vahyin verdiği ümit, 'bundan ibaret olmadığındır' önce. Ki bu bile yetmez mi kıymetini bilmeye? İbaret olmamak, gayba iman etmek, ötenin ve ötekinin varlığı, beka ümidi... Hepsi lazım bize. İnsanız çünkü, bu dünyadan ibaret olmamalıyız. Boşluklarımızı ancak bu 'aşkınlık' teselli ve tedavi eder:

"İhtiyarın cüz'î ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimat et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makàsıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır."

1 Aralık 2015 Salı

Ne mutlu pişmanlığa!

Kitabı neresinden açmalı? Kapanmamış sayfalar var. İlk onlar açılır. Her pişmanlık ayraç gibi. Aralara bırakılmış. Kapanmayı engelliyor. Geçmişi 'unutulmaz' kılıyor. Çılgınca mutlu olduğum zamanları bile onlar kadar hatırlamam. Pişmanlıkları tutuyorum ama. Tutması kolay geliyor. Hafızamın eline yakışıyor. Demek buna yetenekli yaratılmışım. Demek tutmam isteniyor. İnsanım ve pişman olmaya yatkınım. O kadar şiddetle kalıyor ki mazi, ondan pişman olduğum zaman. Sanki hiç gitmemiş gibi. Sermayem o benim. Anları biriktiriyorum pişmanlık kumbarasında. Dünüm ölmüyor pişmanlık sayesinde. Hayvan gibi değilim. Zamanın içinde daha uzun boylu oluyorum/kalıyorum. Daha çok canım yanıyor belki. Ama daha çok da hissediyorum. Hiçbir şiir birtek kişiye/yaraya yazılmaz. Yaralarımı biriktirmeye ihtiyacım var.

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. (...) Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. (...) Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir."

Setr-i gaybdan bir derece kurtulduk. Başa gelen şeyleri setredemiyoruz. Geçmişten çıkan teessüfler bitmiyor. Fakat yine de bu pişmanlık dediğin az nimet değildir. Çünkü pişman olmayanın tevbesi olmaz. Keşkesi olmayan da pişman olmaz. Sende olan ama şeytanda olmayan birşey bu. İnsansın çok şükür. Zamandaki izin kurşunkalem. Yanlış cevapların içini ne kadar doldurursan doldur, yüzün Rabb-i Rahim'in silgisine dönükse, silebilirsin. Tevbe kapısı açık.

Kalbi mühürlenenin elinden kurşun kalemi de alınıyor. Yerine tükenmez kalem veriliyor. O, bu şüphesizliği bir kemal sanıyor. Bir 'kendine güven' bence tükenmez kalem. Ama kör, ama sağır, ama hissiz. Ebu Cehil özgüveni. "İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir..." O kadar emin ki artık ettiklerinden, geri dönüp bakmıyor. 'Acaba' diyemiyor. 'Acaba' deme nimeti ellerinden alınmış. "Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar." Demek, eylediğinden bu kadar emin olmak da iyi değil. İnsanî bir tereddüt hepimize lazım. Bütünü göremeyen yapboz parçalarının her uydukları yeri konak bilmemeleri bahtlarına fayda verir. Böylece 'tevbe'lerini bütünün sahibine yol kılabilirler. O da onlara yerlerini söyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da buyurmuyor mu: "Kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi, Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar."

Allah'ın kişi ile kalbi arasına girebildiğini Enfal sûresi söylüyor bize. Bazı yansımalarını aynelyakin görüyorum. Mesela; hava kapalı oluyor, kalbim sanki ondan önce kapanıyor. Allah istediği gibi evirip çeviriyor bendeki arşını. O kadar acizim. Ansızın kulağıma dokunan hüzünlü bir şarkıya bile karşı koyamıyorum. Anlıyorum ki; kalbim yönetim alanım değil, yönetilme/etkilenme alanım. Ve Allah'ın kudreti elbette onu etkilemeye benden daha layık. Bu sefer hâkimi olamadığım bu aynayı da Allah'a bırakıp seyretmeye başlıyorum. O hüzün bende neler yapacak? Bu neşe bakalım beni nasıl değiştirecek? Şu pişmanlık bana neler öğretecek? Kişi ile kalbi arasına Allah giriyorsa, kişi ile kalbi arasında epey bir mesafe var demektir. Yüzümü ondan çevirmemeye çalışırım. Ama onu yönetmeye çalışmam.

Eminim, senin de sık takıldığın taşlar var. Kurtulmak istediğin ince sızılar var. Aşamadığın duvarlar var. Unutamadığın yüzler var. Kulağından gitmeyen sesler var. Sızının anlamsızlığı taştan kurtulman gerektiğini düşündürüyor sana. Fakat bir de böyle düşün: Pişmanlık kadar mevhum Rububiyeti kıran birşey olabilir mi? Keşke acizliktir. Keşkesi olan ilah olur mu? Keşkelerimizden bu nedenle razı olmalıyız. Zira 'hata yaptığımızın' ve dolayısıyla 'kemal sahibi olmadığımızın' en çıplak şahidi onlar oluyor.

Zannının bir hakikati olsaydı, böyle şeyler yapar mıydın? Dikkat et, en çok kibirli insanlardır, hatalarını kabul etmeyenler ve göremeyenler. Pişmanlıklarımız bu yönüyle bizi iddialarımızdan soyunmaya zorluyor. Hatasını kabul eden, gün gelir, Allah'ı da kabul eder. Bir dua-i Yunus (a.s.) sırrıdır bu. Nefsine zulmettiğini kabul eden ancak Allah'ı tenzih eder. Fatiha sûresinde buyrulduğu gibi: "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Keşkelerin sana diyor ki: "Pişman olduğun anın Rabbi sen değilsin. Çünkü sancısına rağmen değiştiremiyorsun. O halde âlemler Rabbi de sen değilsin. Hamddan/övgüden pay düşmez. Kibirlenecek birşeyin yok."

17 Kasım 2015 Salı

Pişmanlığın ömrü, ömründen uzundur

"Âyetlerimi az bir paha ile satmayın." (Bakara sûresi, 41)

Ey demirciler çarşısının müptelası! Ahmak antika! Sanatının değeri bilinmez oralarda. Neden kıymetini körükçülerden soruyorsun? Hakkı, çekicinin ucunda sananlardan. Yanmak değil, yakmak sanatı olanlardan. Şahit mi tutuyorsun onları güzelliğine? Şahit olarak Ustan yetmedi mi? Bu şiddetli 'görülme' arzusu niye? Hiç ceylan aslanlara görünmeyi arzu eder mi? Örse vursalar, kırılırsın. Erisen, yitersin közler arasında. Tartsalar, yükün hafif, teraziye değmezsin. Almazlar seni... Demirciler çarşısına uygun bir mal değilsin besbelli. Değerini buralarda arama ki, canın acımasın. İnsanları biliyorsun: Dünyalık etmiyorsan, değmezsin onlar için.

Ben de geçtim, geçtiğin yollardan. Demirciler sana nesne muamelesi yapıyorlar. Hayatının öznesi olmana izin vermiyorlar. Allah gibi değiller. Allah'tır sana 'sen' kalma hakkı veren yalnız. Ustasıdır ancak eserinden memnun olan. O senin ağırlığına bakmaz. Taşımayacağını yüklemediğini kendisi söylemiştir vahyinde. Tartmaz seni o yüzden. Yeter ki, elmas kalmayı başar, cennet her kırata açık. Elbette Ustanın bildiği kadar sanatını başkası bilmez. Kendini Ona satmalısın, akıllıysan. Karşılığında cenneti alarak.

Baksana şu oyuncaklara. Hem çocuk hem oyuncak herbiri. Boyuyla kıymet kazananlar. Gülümsemesine paralar saçılanlar. Giysisiyle konuşulanlar. Konuşmasına servet dökülenler. Bastığı yer rating kokanlar. Geçtiği yer kalabalığa duranlar. Sesine kurban olunanlar. Fiziğine şarkı yazılanlar. Sûretperestlerin çarşısına sitem etmek de onlara meftuniyetimizin eseri değil mi? Sınama kendini onlarla. Sınadıkça ayakaltı edecekler seni. Camcılara elmas satıyorsun. Bu ticaret berbat eder. Madem farkını derk ettin, pazarını da terk et. Tezgahını başka yerlere taşı. Müşterinin çokluğuna değil, kalitesine dikkat et.

Burası da aşk pazarı, doğru. Mecazî aşklar da burada satılır. Dilleri benziyor. Okusan, kelimeleri/harfleri benziyor. Fakat burada antikalar getirilir, naylon alınır. Kabuğun asıldan önce geldiği yerdir burası. Acelesi vardır herkesin. Üretim, üretim, üretim. Tüketin, tüketin, tüketin. İçeriğini düşünecek kadar kalmayın başında. Eskiyin, çabuk eskiyin. Çok da müşterisi vardır onların. Zâhir ehli, bâtın ehlinden hep çok çıkar. Ama karşılığı ne bu tembelliğin? Az bir dünya pahası. Bir teveccüh-i nas için bin ayet veriyorsun, ne fena bir ticaret! Sen de Yunus gibisin halbuki. Eğer durumunu görsen, bu pazarlar seni de kesmez. Satarsın canını alan bulunmaz. Çünkü değerini bilen/veren bulunmaz.

Buna şahidim, vicdanındır. Yastığına akıttığın gözyaşındır. Duvarlara vurduğun yumruktur. Andıkça yandıklarındır. Yaralarındır. Geçmeyen yalnızlığındır. Aldığının verdiğine değmediğini içindeki o musahhihler söylemeli sana.

Hangi haramın lezzeti, bedeli olarak vazgeçtiğin şeye değdi? Kem neye elini uzatsan, hem dıştan hem içten batan bir diken oldu varlığı. Yanlış yaparak mutlu olduğun anları topla, ömründe ne kadar yer kaplar? Halbuki pişmanlığın ömrü, ömründen de uzundur. Uygun kelimeleri bulmadan nereye gidiyorsun? Cümleni/hakikatini keşfettiğinde, sana huzur verecek. İlk senin haberin olacak bu yüzden yahut ilk karşı çıkan sen olacaksın: "Ve yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirmiş olduğuma iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Ve âyetlerimi az bir paha ile satmayın. Ve ancak Ben'den sakının."

5 Haziran 2015 Cuma

Hüzün de bir başlangıçtır

Zaman geçiyor, Allah'ın seni düşürdüğü tüm yoksun kılışların aslında koruyuş olduğunu anlıyorsun. Pişmanlıktan yerin dibine geçesin geliyor. Ettiğin kem kelamlar, sitemler, isyanlar aklına geliyor; utanıyorsun. Kendi cahilliğinden, hamlığından, aptallığından tiksiniş; Allah'a bir daha âşık olmak. Kendi güzelliğinden gelen bir kibirle değil bu sefer, çirkinliğinden tiksinerek; "Nasıl hâlâ sevmeye devam ediyor?" diye âşık olmak. Karanlığa/karanlığına bakıp, başardığı şeyden dolayı ışığa âşık olmak. O güzellik karşısında sarhoş olmak. Sevebilme kudreti karşısında bir hayrette kalış. Sürekli tekrar etmek belki, kendi kendine, tek bir cümleyi: "Bu nasıl birşey Allahım, bu nasıl birşey?"

Çok asil bir sevme bu ikincisi. Çünkü bunda mülkün kalmamış. İddia edeceğin, hakettiğini düşündürecek hiçbir şeyin kalmamış. "Belki" diyorsun, "yaşadıklarımın da amacı buydu. Şahadet ettim, şahit oldum böylece. İddia olarak kullanabileğim herşeyi tükettim böylece. Fenalarını gördüm, fenalıklarımı gördüm böylece. Yalanlarıma şahit oldum. Günahlarıma şahit oldum. En çirkin yanlarımla kendimi gördüm. Birisi anlatmadı bana, beni. Yaşadım, gördüm. Tattım, gördüm. Duydum, gördüm. Baktım, gördüm. Allah'ın güzel, benim çirkin olduğumu; benim her haltı yiyecek kadar denî, Onunsa her zaman O kalacak kadar yüce olduğunu gördüm. Bana cennet verilse ve yalnız bir ağaçtan uzak kalmam istense, o ağaca meyledecek kadar terbiyeye muhtaç olduğumu gördüm."

Bir Veysel Karanî (Allah ondan razı olsun) duası yaşamak böyle bakınca. O, duasını kaç yaşında etmiştir, bilmem. Ama ben otuzlarımda onun bastığı yerlere önce yüzümü sürüyor, öpüyor; sonra peşinden 'sadakte' diyerek adımlıyorum: "Allahım, sen Rabbimsin; bense kulunum. Sen Halıksın, bense mahlukum. Sen Rezzaksın, bense merzukum. Sen Maliksin, bense memlûkum. Sen Azizsin, bense zelilim. Sen Ganisin, bense fakirim...." Yani Sen hep Sensin, ben hep benim.

Hepsinde sen haklı çıktın Allahım. Emirlerinin/nehiylerinin hepsinde sen haklı çıktın. Hiçbir istisnası yaşanmadı. Ve ben buna yaşayarak şahit oldum. Üzgünüm. Beni bu kadar sevdiğini farkedemedim. Bu kadar geç kaldığım için üzgünüm. Yarattığın herşey mutlu etmek için gözümün içine bakarken, beni sevdiği göremediğim için üzgünüm. İkramlarını ve ihsanlarını üzerime alınamadığım için üzgünüm. Baharı/kışı üzerime alınmadığım için üzgünüm. Pencereme konan güvercini, alnıma düşen yağmur damlasını, ayağıma sürtünen kediyi, gülümseyen yüzleri, yardım eden elleri, dua eden dilleri senden bilmediğim için üzgünüm. Verdiğin herşeyi tüketip sen yokmuşsun gibi davrandığım için üzgünüm. Elma için ağaca teşekkür edip seni hatırıma getirmediğim için üzgünüm. Çarptığım ve öfkelendiğim, beni durduran her taşın aslında benim iyiliğime olduğunu, taşa çarpmamışların akıbetini görmeden farketmediğim için üzgünüm. Ama hüzün de bir başlangıçtır Allahım. Ve pişmanlık tevbedir.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Reklamlar, cennetinden çıkarmak içindi, seni!

"Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez."
Daniel Quinn, İsmail'den.

'İsmail' isimli belgesel romanında Daniel Quinn insanlığı iki kısım olarak sınıflandırır: 'Alanlar' ve 'Bırakanlar.' Alanlar'ın düşünce yapısını şöyle ifade eder: "Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, yani kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek..." Bırakanlar'ın ise hâkim olmaya çalışmazlar. Uyum sağlarlar. Sahibi değil parçası olurlar. Ancak 'Alanlar' en nihayet hiçbirşeyi bırakmamaya karar vermişlerdir: "Gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, 'Alanlar' olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: 'Yeter artık. Bitti. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.' (...) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar." Quinn'e göre dünyada yaşanmaya başlanılan küresel felaketler giderek yaklaşan kıyametin habercileridir.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el-etek çekme olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zühd bir işgalcinin korkusudur. Zahidlik, özünde, varlığının Allah'ın varlığı yanında neredeyse yokluk olduğunu farkeden, bu idrakle Ona dair olmadığı yerde varolmamaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az konuşmak, her abesten uzak durmak... Bu 'daha az varoluş'un altmaddeleridir onlar sadece. Yani zahid kendisini 'bizzat varolmaya değer' bulmaz. Varlık bahsinde konunun kendisi olmadığını bilir. Gösterilmesi gerekeni gösteriyorsa varlığı anlamlıdır. Yoksa varsa da yoktur. "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."

Zühdün sultanları kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Lezzeti şükür için isteyenlerin yolu ufkumuzda ümit, kendiliğimizde yeis, göğsümüzde mübarek bir yük oldu. Evet. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından hayretini bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan 'keşke' demekle bile olsun tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua da etmektir. Duayla tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan da, mahrum kalınmasından tekrar tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: "Pişmanlık tevbedir."

İmansızın da korkusu olur ama takvası olmaz. Takva imanlı insanın korkusudur. İmansa, Bakara sûresinin hemen başında beyan edildiği gibi, gayba inanmakla başlar. Şahit olduğundan daha fazlasının varlığına inanmakla. Bu zihin açıklığını elde etmekle. Kalbi bu derece genişletmekle. İnsan bu vüsate erdi mi 'bizzat' kaldığı anlardan rahatsızlık duyar. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olur. Göstermek ister. Gösterirken görünürse tamamdır. Ama göstermeden görünmek yokluktur. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp perdenin görünmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Varlığının bizzat kaldıkça tehlikesini derkeder. Küfür büsbütün perdeliktir. Ama mü'min de gafletiyle perdelik edebilir.

'Fefirru ilallah.' Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. Hatta mümkünse hiç varolmamak. Varlığını koştuğun yere taşımaya çalışmaktır. Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Hatta mümkünse onda fani olmak. Bu yüzden Kur'an'a hep 'euzü'yle başlarız. Bu bir açıdan da şöyle dua etmektir: "Allahım varlığımı seni gösterenlerin alanına taşı, İblis'in gölgeliğinde bırakma." Kibir, israf, gevezelik, oburluk, cimrilik, yalancılık gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan, aynalığını kendiliği adına işgal etme hırsında bulunanların özellikleridir. Dikkat buyurun. Günahlarda hep bu vardır. Günah ardını göstermeden varoluşudur. Bir ameli Rabbiyle bağını kesmeden günaha çeviremezsiniz. Kesilince günahlaşır.

Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi: Maksadın Esmaü'l-Hüsna'ya aynalık olduğunu bilenler için 'Bir ân-ı seyyale kâfidir.' Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Kalmaya ihtiyaç yoktur. Ona dair olmak boyların-boyutların en uzunudur. Ân-ı seyyale, iki şimdiyi bile kaldıramayacak kadar kısa bir varoluş manasını taşıyorsa şayet, 'Vücudun en az yer işgal eden şeklidir' diyebiliriz. Şahitlik anla da olur. Anlamak zaten an'lamaktır. Bundan sonrası, yani daha fazla kalma arzusu, risk kokar. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır." Evet. Amelde vücud var. Niyette vücud yok. Amelde kalmak var. Niyette kalmak yok. Yokta imtihan yok. Varda imtihan hep var. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına. Kaldığınız zaman imtihan anlara yayılır kaçınılmaz olarak. Anlar biteviye tekerrür eden bir sınavdır.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu 'daha çok varolma' arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten 'kuvveler' dediğimiz şeyler de varlığımızı hissettiğimiz ana damarlardır. Vücud açlığımızın üç tezahürüdür. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa hizmet eder. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Yokluğuna 'Ol!' buyrulan, varlığından o kadar mutlu olur ki, bir daha 'yokol'mak istemez. Biz buna aşk-ı beka da diyoruz. Hayatımızdaki bütün aşklar aşk-ı bekanın gölgeleridir aslında. Güzellik bize ölümü unutturandır. Varedene karşı duyulması gereken aşk varoluşa karşı yönelmiştir. Hatanın başı da burasıdır.

Yine mürşidimin, 'ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi' olan eneyi "(...) zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir..." diye tarif etmesi, işte, meselenin bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor belki. Yani, varoluşu Allah'a dair bıraktıkça cennet, kendiliğimiz adına işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem. Çünkü tuttuğumuzda ömrü kısalıyor. Bizden ibaret kalıyor. Halbuki o tecellinin sonsuza dair olmak imkanı da var.

Hepimiz duymuşuzdur. İblis'in, Hz. Âdem aleyhisselam ile Havva annemizi kandırırken, şöyle bir yol izlediği anlatılır: Yasak meyvenin cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya dokunan yanıyla anlamlı geliyor bana. Bir insanı cennetinden nasıl çıkarırsınız? Helal olmayan bir fiile/mülke en temel arzusunu manipüle edip yönlendirerek... İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor. Zira reklamcılığın özü hâlâ bu derstedir. Evet. Reklamlar da izleyicisini zaten yaşamakta olduğu cennetten uzaklaştırır. Ve elinde olmayanı cennet gösterir.

Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa, savaşsız bir şekilde insanı kendinde tutar. Takvası tasannu olmaz. İçindeki taşlar yerine oturur. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. 'Olması gereken şey' olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır. Kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylelerinin takvası onları mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Allah bizi öyle imtihanlara uğratmasın. Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. Tamam. Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya... Ya...

Zafer zamanları tevbe zamanlarıdır. Nasr sûresindeki derstir bu. "Bir mülkü zâhiren mülküne katıyorsun, bu katma işi zor iştir, imtihanlı iştir, dikkatli ol!" demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu sahiplikten vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya, lezzet, şeylerin varlığa hizmetini hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Burasından varlığı tanırız. Tanımak için kullandığımız aracı esas gaye sanmayalım. Zühdle lezzetlerden değil gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar incitmesin diye sahiplenmiyoruz. Mülkleştirmenin doğru olmadığını firakın sancıları zaten haykırıyor bize. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Neyse. Sözü epeyce uzattım arkadaşım. Seni de yordum. Ne diyelim: Hak Teala cümlemize emanetçiliğin hakiki rüşdünü ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

26 Mart 2015 Perşembe

Şanı 'incitmemek' olandan korkmak ne güzeldir

Pişmanlık bir ateştir ki, onunla yananı Allah cehennemde bir daha yakmaz diye ümit edilir. Yoksa insan yanmaya gelmiş âleme. Akıl ki, koşturandır bizzat, şuurun koridorlarında. Koşarken sürtünmenin şiddetinden bir hararet oluşur. Dokunanı yakan cümleler kurmaya başlarsın. Belki de bir şiir yazarsın. Senle tutuşanlar olur. Bu da bir nevi ateş salmaktır âleme, fakat nârı görünmez. Yazmak, suya atılan taş gibi. Yazmak, unutulmuş bir piknik ateşi. Tutuşur belki bir yanın, belki yanakların, kızarır. Ya aşkla yanacak, ya aczle yahut da pişmanlıkla. Bir şekilde uğruna kül olacağı birşey buluyor insan. Çektiğimiz acılardan dolayı ne kadar bahtımıza kızarsak kızalım, şunu biliyoruz: Eğer onlar karşımıza çıkmasa, biz yine başımızı belaya sokar, bir yenisini bulurduk uğruna kahrolacakların. Varlığını birşeylerin varlığına feda etmek insanın kanında var.

Var delilim, hem de çocukluğumdan: Bir çocuğun başının belaya girmemesi mümkün mü? Hele o merakla. Merak ki, bizzat bela çeker bir mıknatıstır. Gelmesi değil hatta, senin üzerine üzerine gitmendir. İnsana merak verilmiş. Demek bela verilmiş. Hayretinin şiddeti korkuya çalınır. "Nevide celalidir, fertte cemalidir." İsmi merakken memnun olup, öteki tarafında 'bela' yazınca gücenmek niye?

Hem gücenmezsen diyeceğim ki: İnsan bu, kalbinin tavafı, gaye-yi hayalinin etrafında dönmektir. Ve bu haccın rükünleri de değişiktir. Tezatlarının içinde de say yapar. Hayretinin meydanında toplanır. Sen onları bazı nefis, bazı vicdan diye işitiyorsun. Tepeden tepeye koşup duruyorsun. Tepe içeride, koşan dışarıda; koşan içeride, tepe dışarıda; sen kalbini içinde mi sanıyorsun? Belki de sen kalbinin içindesin? Dalgınlığını düşün mesela; yahut birşeye (belki hayrete) gark olduğun anları, daldığında nereye dalıyorsun? İnsan kendinden küçük birşeyin içine dalabilir mi?

"Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür."

Kendimi anlatmak için yazmıyorum sana bunları. Sen bana gel diye değil; mümkünse ben geleceğim. İçindeki kendim'e korkmadan değeceğim. İnsandan insana bir yoldur fıtratı. Bir vahdet sikkesi vurulmuş üstümüze. Ben biraz sensem, sen biraz bensin. Yoksa nasıl anlaşırdık kelimeler hakkında? Aynı kelimeleri bu kadar önemseyişimiz de bence bundan. Hatta ne kadar çok aynı kelimeleri önemsiyorsak, o kadar canız, canânız, candanız, kardeşiz birbirimize. 'Müminler ancak kardeştir.' Çünkü aynı kelimelere değer verirler.

Gezsen bütün İslam diyarlarını; hatta cümle müminlerin evlerini; duvarlarda aynı, dillerde aynı, kalplerde aynı, bahtlarda aynı ne çok cümleler işiteceksin. Bu aynılık ne hoş birşey! Melekler bizi seslerimizden ayırıyor. İsrafil bizi bir sesle öldürüyor, bir sesle uyandırıyor. Bu aynılık ne hoş birşey! İnsanın yalnızlığını alıyor. Yalnızlık isteyen sıradışı yanlarına düşkün olur. Yalnızlıktan korkan farklarından kaçar, aynılaşmaya çalışır. Korku, bir taraftan birbirimizin koynuna sokulmaktır yavrular gibi. En çok da Allahın rahmetine, rahmetin kucağına, kucağın şefkatine, şefkatin tatlılığına sığınmaktır. 'Allah'tan en çok âlimler korkar.' Çünkü bilirler, Ondan korkmanın kârını. Şanı 'incitmemek' olandan korkmak, ne güzeldir!

21 Nisan 2014 Pazartesi

Keşke toprak olsaydım!

"Bu adama (Cuma'ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum." Daniel Defoe, Robinson Crusoe'dan...


İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de 'müslüman kalmaya' niyet etme.

İmanda hiyerarşi yoktur. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, katkılarını dikkatle farkedebilir. Yanlışlarını, tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an'ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayetin ifadesiyle; "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." Çünkü süreç boyunca kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak dolanır, çetrefillidir.

Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam'ı, yaşadığım İslam'dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri, çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.

Katılır mısınız, bilmem: Bilgi, akıldan şuura düştü mü heyecan yapmaz oluyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiği ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia'nın "İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!"[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var.

Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak lazım olan nazarı kuşanınca bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: "Müslümanlar ancak kardeş." Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavim, hidayetinden sonra 'bir daha erişilemeyecekler' olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine, özlemle, Asr-ı Saadet denmezdi.

Ashabın üstünlüğü, kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor. "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz!" buyuran Allah Resulü, yalnız takip edilebilirliği açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevisinin bir yerinde:

"Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara."[2]

Şimdi sen, Mevlana'nın penceresinden, Allah Resulü'nün dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların akıllıca verdikleri tavsiyelerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle 'beraber öğrenmek' olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.

"Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: 'Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.'

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?'

Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.
"

Asr-ı Saadet'e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti... Hatta o zaman Hz. Useyd b. Hudayr'ın, bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: "Ey Ebu Bekir'in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir."

Bir de zamanın varsa, Mevlana'nın dediği: "Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!" cümlesini, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi, "Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!" sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah'ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. "Ben ateştenim, o topraktan..." diyordu. Allah, ondan da bunu kabul etmedi. Senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana'nın dediği gibi; "Tevazuda toprak gibi ol" ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Sonra çok feryad edersin: "Ya leyteni küntü turaba: Keşke toprak olsaydım!"[4]






[1] İmam Gazalî, Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia'dan nakleder.

[2] Etkileşim Yayınları'ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca'nın derlediği, Mesnevi'den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.

[3] "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." cümlesiyle başlar.

[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: "Keşke toprak olsaydım!"

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...