tenzih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tenzih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2021 Çarşamba

Hamların şifası sorumluluktur

Bunu bana ilk düşündüren İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh idi arkadaşım. Mektubat'ını okurken 'Allahu Ekber'e verdiği manayı görünce derkettim: Yalnız 'Subhanallah'ta değil 'Elhamdülillah'ta ve 'Allahu Ekber'de de birer tenzih manası var. Yahut da şöyle söylemeli: Şu türden elfaz-ı mübarekenin herbirinde 'tenzihe bakar bir yüz' bulunuyor. Yani nasıl ki 'Subhanallah' Hakkı cümle kusurlardan beri gördüğümüzün ilanı oluyor; aynen öyle de; 'Elhamdülillah' da Onu bir şekilde takdis ediyor; 'Allahu Ekber' de birçok açıyla münezzehiyetine vurgu içeriyor. Peki bu nasıl oluyor? İşte onu söylemezden evvel Mektubat-ı Rabbanî'nin mübarek sayfalarına bir dokunalım. 303. Mektup'ta müezzin Hâce Yusuf'a yazılmış satırları okuyalım. Orada, ezandaki kelimelerin manalarını anlatırken, diyor ki Hazret-i İmam: "Allahu Ekber: Ona layık bir ibadeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibadetinin Ona layık/yakışır olmasından çok büyüktür O." 

Fakat, arkadaşım, bunu ezanın ahirindeki 'Allahu Ekber'i izah sadedinde söyledi. Başındaki 'Allahu Ekber'i açıklarkense şöyle diyor: "Allah kullarının ibadetlerine muhtaç olmaktan da büyüktür. Bu mühim manayı zihinlerde yerleştirmek için şu kelime dört kere söylenir." İşte ben de, bu ikili anlamlandırmanın balı damağıma değince, namazlarımıza kadar uzandım. Rükünleri eda ederken de, biri başta diğeri sonda, iki kez 'Allahu Ekber' dediğimizi hatırladım. "Acaba şunların da bu hikmetten bir hissesi var mıdır?" diye tefekküre başladım. Kalbimde bir itminan hasıl oldu. "Olabilir!" gördüm. Gördüğümün özetiyse şudur:

Giderken söylediğimiz tekbirler ezanın ilk tekbirlerine kardeş olabilir. Ayrılırken zikrettiğimiz 'Allahu Ekber'lerse ahirdekilerin sırrına erebilir. Yani biz de secdeye/rükuya giderken tekbirimiz içinde 'Hakkın şu ibadetimize muhtaçlıktan yüce oluşunu' ilan ediyor olabiliriz. (Maşaallah.) Ayrılırken zikrimizle de 'Ona layıkınca ibadet etmekten uzak olduğumuzu' beyanlandırabiliriz. (İnşaallah.) Tevfik ise hep Allah'tandır.

Bu beyanda iki mertebeli bir tenzih vardır. Birincisi: Kul, ibadete muvaffakiyetinde de bir bahşa uğradığını, bahşetmediğini, bahşedenin yalnız Allah olduğunu hatırda tutar. Onu böylesi bir muhtaçlıktan tenzih eder. Bediüzzaman Hazretlerinin "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbirşeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın..." demekle ifade ettiği sırrı kavrar. (Kavramasa bile 'vakti ölçtüğünü bilmeyen saat gibi' hikmetini eda eder.) İkincisi: Nasib edilen taatın Cenab-ı Hakkın mahlukatı üzerindeki hakkını ödemekten, yani Onu hakkıyla övmekten, zikretmekten, senadan uzak olduğunu kabul ederek Rabb-i Rahîm'ini ikinci kez tenzih eder. Bu ikinci tenzih de aynen birincisi gibi cana şifa olur. Çünkü Cenab-ı Hak tenzih eden kul aynı ameli içinde kibrine-ucbuna karşı da şifa bulur. Ne alan el olduğunu unutur ne de aldığının kıymetini bildiği sanrısına/sıtmasına tutulur. İlk tenzih 'muvaffak olunacak'a dairdir. İkinci tenzih 'muvaffak olunmuşa' dairdir. Allah hem 'e-bilecek' olduğumuza muhtaç olmaktan hem de 'e-bildiğimiz' ibadete layık olmaktan münezzehtir. İki türlü de seviyemiz kemalinin nice nice aşağısındadır.

Mevzuun 'Elhamdülillah' kısmına gelirsem de derim ki arkadaşım: Yine mürşidimin ifadesiyle: "Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur, Ona aittir..." tefsiri saklıdır 'Elhamdülillah'ta. Bunda da Cenab-ı Hakkı 'başkasına medar-ı hamd yaratıcılıklar bırakmaktan' takdis etme vardır. Yani bizim Rabbimiz öyle bir Allah'tır ki: Başkasına hakiki bir övgü bırakmaktan da mukaddestir. Çünkü kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. Başkası birşey yaratamaz ki övgüsü ona gitsin. Bu zımmen de olsa tevhidin ilanıdır. Tevhidin ilanında "Allah'tan başka ilah yoktur!" manası saklı olduğundan elbette bu da birtür tenzihtir. "Uluhiyetinde olduğu gibi Rububiyetinde de şeriki yoktur!" demektir.

Arkadaşım, belki döke-saça anlattım, kafanı da karıştırdım. Kusura bakma. Lakin bu yazıya da muhtaç değilsin ki. Evet. Hem namaz içinde hem namaz tesbihatında şu üç mübareğin kardeşliğini düşünsen nice nimetlere erişebilirsin. Ve diyebilirsin: Cenab-ı Hak hakkında ne öğretse aslında bize şifa oluyor. Marifetinden ne bahşetse gönlümüzü düzeltiyor. Yaralarımızı iyileştiriyor. Çünkü kul kısmı Rabbisini kusurlardan teberri ettiği her yerde kendi kusurlarını derkediyor. Onu suçlamayı bıraktığı her demde kendi sorumluluğunu üstleniyor. Bu sorumluluğu kazanmak insanın hidayetidir. Olgunluğudur. Dua edelim: Sânî-i Hakîm'imiz bizdeki sırrını tamamlasın. Kusursuzluğunu unutturmamakla kusurlarımızı anımsatsın. Âmin. 

18 Ekim 2017 Çarşamba

Kâbus da bir nimettir

Wind River/Kardaki İzler filminde, çocuğunu yıllar önce kaybetmiş bir babayı canlandıran Jeremy Renner, kendisi gibi çocuğunu yitiren bir arkadaşının "Sen bu acıyla başetmeyi nasıl başardın?" sorusuna şu manada cevap verir: "Acının aynı zamanda onu hatırlamanın bir parçası olduğunu kabullendim. Canım acımasa o güzel anları da hatırlamayacaktım. Bu daha kötü olurdu."

İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."

Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.

Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."

Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.

Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?

Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.

O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?

Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.

Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.

Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.

Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.

Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.

İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.

"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.

Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.

Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.

28 Nisan 2017 Cuma

Tevbe nasıl iyileştirir?

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Zaaf gururun madenidir." Ben bu ifadeyi, Virginia Woolf'ün Pazartesi ya da Salı'da söylediği, "Bizi aldatan bizi kurtarır!" cümlesiyle beraber anlamayı tercih ediyorum. Hakikaten de tüm 'gururlanmaların' yani 'aldanışların' özünde bir 'zaaftan kurtulma arzusu' vardır. Bizdeki kullanımları her ne kadar kelimeyi 'kibir/büyüklenme' manasına doğru kaydırsa da Arapçada 'gurur' aslında 'aldanma' demektir. Ve bu pencereden bakınca şunu söylemek mümkündür: Kibir hiç kuşkusuz bir aldanıştır. Benliğini aslında olduğundan üstün/aşkın birşey sanmak veya sanrılamaktır. Fakat, dikkat edelim, bu aynı zamanda bir anlam daraltmasıdır. Çünkü her aldanış kibir değildir. Daha doğrusu: Aldanış sadece kibirden ibaret değildir. İnsan kendisi hakkında kibirden farklı şekillerde de aldanır.

Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.

Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.

Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.

Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.

Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.

Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.

17 Aralık 2015 Perşembe

Kadere iman, imanın kemalidir 7: Tesbih tevhidin, tevhid tesbihin istikametidir

"Zünnun'u da (Yunus'u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: 'Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!' diye niyaz etti." (Enbiya sûresi, 87)

Bugünlerde şunu farkettim: Kadere iman ile tevhide iman arasında bir denge ilişkisi var. Bu denge ilişkisi aynı zamanda tenzih/tesbih ve tevhid arasında da geçerli. Nasıl tarif etsem? Birbirlerine bir 'istikamette kalma sınırı/hududu' koyuyorlar. Bir münacat-ı Yunus (a.s.) sırrı bu. Mürşidim, bu denge ilişkisine dikkatimizi şöyle çekiyor:
"Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona 'Mes'ul ve mükellefsin' der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: 'Haddini bil, yapan sen değilsin.'"

Bu bahiste, benim kanaatim o ki: 'Haddini bilmek' insanın tevhid ile olan ilişkisine işaret eder. (Yani tevhid bize haddimizi bildirir.) 'Teklif ve mesuliyetten kurtulmamak' da kaderle ilişkisine bakar. (Kendimizi sorumluluktan kurtulacak kadar önemsiz/değersiz bulmamızı engeller. Çünkü bu tavır, kusurları da Allah'a bırakma tavrıdır.) Bunu biraz daha açarsam: Tevhide olan imanımız bizi herşeyi Allah'a vermeye zorlar. Bu tevhidin kaçınılmazıdır. Fakat bu verişi yaparken insan nerede duracaktır? Duracağı yer irade ve ihtiyarıdır. Çünkü onu da Allah'a verirse bu sefer imtihanının bir hikmeti kalmayacağı gibi, Allah tasavvurumuz da onulmaz yaralar alacaktır.

Bu noktada, tevhide iman ile başlayan imanın kader imanla hitama ermesi, yani kemalini bu iki nokta arasındaki altı rüknün bütünlüğünde bulması, ayrıca hikmetlidir. Nitekim, Mutezile'nin sapıttığı 'şerrin hilkati' meselesi, takdise/tenzihe yaptıkları vurguda istikameti koruyamamalarından kaynaklanmaktadır:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: (...) Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.
Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."

Bu metinlerden hareketle diyebiliriz ki: Biz Allah'a tevhid ile iman ederiz, fakat bunun sınırı tenzih, takdis ve tesbihtir. Onun subhaniyeti/kusursuzluğu bir noktada bizi durdurur ve der ki: Buradan ileriye geçemezsin. Çünkü buradan ileriye geçersen, kusurları da Allah'a vermiş olursun ki, ilah kusurlu olamaz. İnsan mahlukattaki kusurlar üzerinden Allah'a benzetme yapamaz. Ancak mahlukatta (küçüğünün küçüğü, gölgesinin gölgesi şeklinde) tecelli eden isimler üzerinden onların kemalini niyet ederek bir esma ve şuunat okuması geliştirebilir. Tam olarak ne olduğunu anlayamaz, ancak farkına varır. Subhaniyet hakikati bu noktada bize 'tevhid tefekkürünün istikametini' öğretir.

"Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki, herbir faaliyette bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Madem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü'l-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır."

Münezzeh, mukaddes gibi tabirleri kullanmamız; eşya üzerinden Ona dair yaptığımız okumalarda istikameti şaşırmamamızın tek yoludur. Tesbih, tevhide olan imanımıza istikamet katar. İşte tesbihin insandaki boyutu, insanın iradesine ve ihtiyarına, imtihanının sonucu olarak gideceği yere 'bu seçimleri/seçim kusurları dolayısıyla gideceğine' iman etmemize bağlıdır. Bizdeki kusurları Allah tasavvurumuza bulaştırmadan doğru bir şekilde açıklama şeklimizdir bu. Fakat seçimleri insana verirken de, onu Allah'a ortak koşmamamızın, yani tevhide yara aldırmamamızın sırrı, 'hilkate kader şeklinde bir iman'dır.

Kader, yaratılışa (ama bidayette bir yaratılış değil, her an devam eden yaratılışa) nasıl iman ettiğimizi söyler bize. İşte o denge, yukarıda da geçen şu ifadelerde saklı: 'Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir.' Halk/yaratış Allah'ın, kesb/kazanma senin.

Kader konusunda kafası karışanların bu iki daireyi ayırmakta da zorlandığını görüyoruz ki, bu da tesadüf değil. Tevhid 'halk/yaratılış' dairesine bakar, kader 'kesb/kazanma' dairesine bakar. Allah'a Allah gibi iman etmen için kadere imanını tevhide imanından ayırmaman gerekiyor. Yoksa arkasını toparlayamazsın. Tevhidde zirveye çıkayım derken tesbihe zarar verdiğin gibi (Cebriye misal), tesbihi koruyayım derken de tevhide zarar verirsin (Mutezile misal). Allah bizi ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden ayırmasın.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...