kader var mı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kader var mı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2019 Cuma

Hayat kadere nasıl delil olur?

"İşte, kadere ve kazâya iman rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor." Esma-i Sitte Risalesi'nden.

Şöyle bir yerden başlayalım: Bu yazıda ne kadar sizi tatmin edebileceğimi bilemiyorum. Çünkü anladıklarımı toparlayabileceğimden yüzdeyüz emin olamıyorum. Zor bir konu. Karışık bir iş. Ben de yarım akıllıyım. Her ne ise. İncir ağacını küçücük tohumuna yükleyen Allah'ın fazlından beklenir ki beni mahcup etmesin. İnşaallah. Özetle mevzu şuradan çıkıyor kardeşlerim: Mürşidim Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsinde 'hayatın kadere bir delil oluşturduğunu' söylüyor. Daha çok şeyler de söylüyor fakat hepsini anlayabildiğimi söyleyemem. O nedenle anladığım kadarıyla söylediklerini söylemeye çalışacağım. Önce yüzümüzü peşinde koşacağımız soruya çevirelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte sorumuz bu. Aradığımız belli. Şimdi becerebildiğimizce cevabının arkasından seyirteceğiz. Eh, elbette, her muvaffakiyet Allah'tandır ve her arayış bir duadır. Biz de duamızdan geri durmayalım.

Alıntı yapmadan bir süre metnin düşündürdüklerini paylaşayım sizinle. İlk aklıma gelenler şunlar: Hayat çok komplike birşey. Hatta varlık sahasındaki en komplike şey hayat. Çok üst düzey bir organizasyon. Çok üst düzey bir birliktelik. Çok üst düzey bir uyum. Çok üst düzey bir yasa. Çok üst düzey bir kurgu. Çok üst düzey bir dayanışma. Çok üst düzey bir tasarım. Çok üst düzey... Oy, nefesim kesildi, işte aklınıza ne gelirse hepsinin en üst düzeyi hayatta var. Hayat ancak bu 'üst düzeylerin' biraraya gelmesiyle ayaklanıyor, canlanıyor, varlığın içinde onun üst bir versiyonu olarak kendi başınalık arzediyor. Burada 'kendi başınalık' derken kastettiğim evrene muhtaç olmayışı değil. Elbette bir elmanın dahi varolmak için bir kainata ihtiyacı var. Sivrisineğin gözü dahi görmek için güneşe muhtaçtır. Fakat şunu da takdir edersiniz kardeşlerim: Her hayat sahibi çevresine göre bir müstakillik de kazanmıştır.

Yani 'müstakillik' ile kastedilen burada kendisinin 'bütünün içinde ayrıca bir bütünlük olduğunun farkında olma' demek. Ben kendime Ahmed diyebiliyorum. Çünkü kainattan ayrı birşey, başka birşey, ayrıca bir bütünlük olduğumun farkındayım. Peki sivrisinek efendi bunun farkında mı? Elbette benim düzeyimde bir farkındalığı yok. Fakat aslında yaşayışıyla o da birazcık farkında. Bir yerden bir yere uçması. En güzel besleneceği yere konması. Canına kastedileceğini anlayınca müthiş manevralarla paçayı sıyırması. Bütün bunlar onun da kendi 'ayrı bütünlüğünün' farkında olduğunu gösteriyor. Arzuluyor. Besleniyor. Korkuyor. Kaçıyor. Bütün bunlar varlığının bütünün varlığından ayrı birşey olduğunun farkındalığını hissettiriyor. Eğer kendi bedenini bizimkinden ayıramasaydı eyleyeceklerimizden korkmazdı.

Muhammed Ebu Zehra merhum Mezhepler Tarihi'nde İbn-i Hazm'ı anlatırken 'insanın doğuştan bazı bilgilere sahip olduğuna inandığını' söyler. Mesela bir çocuk, hurmanın ne olduğunu bilmese bile, kendisine bir hurma verildiğinde ikincisini ister ve verilirse sevinir. Kendisi yerine başkası tercih edilirse de üzülür. Yine iki zıt durumu pekâlâ birbirinden ayırabilir. İradesi hilafına ayakta tutarsak ağlar ve kucağımıza alırsak sevinir. Oturmak istediği yerde başka birisi varolduğunda da 'iki şeyin aynı anda aynı yerde olamayacağını' bildiğinden buna isyan eder. İşte bunlar İbn-i Hazm'a göre insanın varoluşsal bilgileridir.

Ben şimdi, ism-i Hayy bahsiyle düşününce, bu varoluşsal bilgilerin hayatın bir getirisi olduğunu düşünüyorum. Hayat bu bilgilere sahip olmamızı gerektiriyor. Bir sezgi kadarcık bile olsa, bir lezzetçik gibi de hissetsek, bir huzurcuk dahi peşinden koştursa, biz kainattan ayrı bir bütünlüğümüz olduğunu biliyoruz. Bildikçe hayattar oluyoruz. Ve devamımız için sürdürmemiz gereken bu bütünlüğün hukukunu korumaya çalışıyoruz. Bu 'ayrı bütünlüğün farkındalığı' büsbüyük hayırları içinde sakladığı gibi, ayette bildirildiği üzere, 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmamıza da sebep olabiliyor. Çünkü farkındalık aynı zamanda sorumluluk demek. Bilgi hem güçtür hem de sorumluluktur. Elbette biz fiilerimizde sivrisinekten daha mesulüz.

Şimdi bu saded harici kısmı kısa keserek asıl sorumuza dönelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte bence en çok burasından delil olur. Bu üst düzey sistemlilik onun 'evvelden programlanmış olduğuna' bizi daha çok inandırır. Nasıl? Açalım: Arkadaşlar, şunu hepimiz kabul ederiz ki, birşeyin ilmî planda eylenmesi güçleştikçe, yani onun inşası için daha fazla planlanma süreci gerektikçe, tesadüfe hamledilmesi daha çok zorlaşır. Doğum gününüzde karşılaştığınız arkadaşınızın elinde çiçek olsa bunu tesadüfe yorabilirsiniz. Hatta doğum gününüz olduğunu öğrendiğinde arkadaşınız bu çiçeği size teklif etse yine bu işi tesadüften koparmazsınız. Çünkü öncesinde, en azından insanî anlamda, bir biliş yoktur. Arkadaşınız sırrınızı daha yeni duymuştur. Nasıl evvelden planlayıp çiçek almış olabilir?

Fakat bir de sabah kalksanız, evinizin önünden başlayarak yolunuzu güllerle bezeli bulsanız, o güllerin vardığı yerde de sizin için bir şenlik düzenlendiğini görseniz, elbette bunu tesadüfe hamledemezsiniz. Belli ki bu bir organizasyon işidir. Çünkü işin arkasında epeyce bir tasarım vardır. Zamanlama vardır. Ayarlama vardır. Bilgi vardır. Evveliyat vardır. Vardır da vardır. Eğer öğrenebilirseniz hemen organizatörün boynuna sarılırsınız. Teşekkür edersiniz. Hatta planlanma sürecini dinlemek isteyenler dahi olabilir. Eh mübarek olsun. Dinlesin tabiî canım.

İşte, arkadaşlar, hayatta böyle bir organizasyon işidir. Biz dünyaya geldiğimizde şenliğimizi hazır bulduk. Hem de ne şenlik! Yaşadığımız zamanlar boyudur onu yaşıyoruz. Bu hassas organizasyon ana rahmine düştüğümüzden şu güne, hatta son günümüze kadar, muhteşem bir düzende işleyecek. Gözlerimiz bize manzaralar getirecek. Kalbimiz bize duygular hissettirecek. Aklımız bize yollar öğretecek. Hepsini an an yaşayacağız. An an kainatın küçük bir nümunesi olan varlığımızı yudumlayacağız. Ömrümüzce bir şenlikte yaşayacağız.

Öyle bir şenlik ki dayandığı hassas dengeleri biyoloji-kimya-fizik bir oluyor da anlatamıyor. Daha bir de işin manevî tarafı var. Oturalım da gecelerce cevap arayalım: İnsan hergün aklını kaçırmadan nasıl akşamlıyor? Bediüzzaman'ın ism-i Hayy bahsinde verdiği tohum-ağaç örneğinden de ben bunu çıkarıyorum: Tohum düzeyinde bir tasarım olmasa ağaç düzeyinde bir varoluş yaşanmayacağı gibi, kader düzeyinde bir tasarım olmazsa da yaşam düzeyinde bir varoluş ortaya çıkamaz. Hayat kadere işte tam da burasından delil olur. Yaşamın ardındaki bilgi yükünü ancak kader kaldırır. Allahu'l-a'lem. Yani, ondaki muhteşem düzen, bütününü kuşatır bir ilmin zamanın ötesinde varlığını gerekli kılar. O da bu planın üzerine kurulur. Yaşar. Şenliğinde şenlenir vesselam. Cenab-ı Hak hergünümüzü rızasında şenlendirsin. Âmin.

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Kuştan da ders alınır mı?

Hüdhüd kuşunun Neml sûresinde bize verdiği bir ders var: "Herkes Allah'ı mesleğince bilir." Mürşidim bu sadedde der ki: "Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san'atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü'l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san'atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san'atçığıyla bilip ifade ediyor."

Peki bu dersi Hüdhüd kardeş bizlere nerede/nasıl veriyor? 25. ayette. Hak Tealayı tarif etmek için kullandığı şu ifadeyle: "Göklerdeki ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çıkarır..."

Elbette ben de bu meselde Hüdhüd kuşundan ayrı değilim. Cenab-ı Hakkı anlamaya çalışırken eylediğim işlerin parçalarını/temsillerini çoklukla istimal ediyorum. Örneğin: Yarımca 'editörlük' ve yarımca da 'yazarlık' işiyle iştigal etmemden yola çıkarak 'kadere iman etmenin kaçınılmazlığı' anlıyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Kainatın kemaline dair edindiğim her izlenim, her kanaat, her bilgi, ister istemez aklımın ayaklarını kadere götürüyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Bunu en çok 'yayınevi' ve 'yazar' dengesini/işleyişini düşünmekle yapıyor.

Bilirsiniz ya, yine de başlarken altını çizelim, yazarlar 'iradeli' varlıklardır. Yani 'yazmak istediklerini' yazarlar. Fakat bir yazar, ne kadar yazmak istediklerini yazarsa yazsın, yayınevinin süzgeçlerinden geçmedikçe yayınlanamaz. Kitabın garantisi öncelikle o yayıevinin editörlüğüdür. Editör; yayınevinin çizgisi, kendi bilgisi, tecrübesi ve yeteneği çerçevesinde eline ulaşan her dosyayı mizana vurur, işler, olgunlaştırır. Bazen de onları yayınlanmaya layık bulmaz ve sahibine iade eder. Bazen de iade eder fakat 'şartları yerine getirilince' tekrar incelemeyi göze alabileceğini de ifade eder. Bazen de yazarda farkettiği yetenekten ötürü, sırf yazmaya devam etsin diye, normalde iade edeceği bir dosyayı alır, üzerine kendisi çalışır, olgunlaştırır, yayınlatır.

Bir yayınevinin editörlüğü güzel işliyorsa o yayınevinden kötü kitap çıkmaz. Hatta bazen yayınevinin kalitesi öyle bir noktaya ulaşır ki, onun markasıyla çıkan her yayın, okurun gözünde 'okunmalılar' listesine girer. Fakat kötü bir editörlüğe sahip yayınevlerinin durumu tam tersidir. Okura, çıkan ürünün kalitesini garanti edemediklerinden, okur da yayınevinin kitaplarına mesafeli olmaya başlar. Yaşanılan kötü tecrübe sayısınca bu mesafe açılır. En nihayet, okur dünyasında, şöyle cümlelerin gezdiği duyulur: "Filanca yayınevinin kitapları okunmaz. Adamlar hiç kitaplara özenmiyorlar. İşçilikleri kötü."

Peki o yayınevinde hiç mi iyi yazar/kitap yoktur? Mutlaka vardır. En azından 'iyi birer yazar/kitap olmaya aday' dosyalar vardır. Fakat yayınevinin genel olarak prensipsiz/kalitesiz hareket etmesi, iyi ürünlerin de en az kötüler kadar çirkinleşmesine, değersizleşmesine veya gözden düşmesine sebep olur. Küçük görmeyin dostlarım. Bir yayınevi kitabını 'rezil' de eder 'vezir' de eder. Fakat, şimdi sizi bu mevzulardan kurtarıp, mürşidimin bir metnine götüreceğim. Belki bu okumayla bütün bir evreni 'yayınevi' gibi görmeyi başarabileceğiz:

"Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, 'Esmâü'l-Hüsnâ' tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü'l-Hüsnâ'nın güzel nakışlarını gösterir."

"Hoppala! Bu Esmaü'l-Hüsna bahsiyle 'iyi bir yayınevi olmanın' ne alakası var?" diye sorabilirsiniz. Aslında 'Çok alakası var' dostlarım. Çünkü Esmaü'l-Hüsna dediğimizde, biz de, tıpkı 'bir yayınevinin güzelce işlemesi için sahip olması gereken prensipler türünden' prensiplerden bahsetmiş oluyoruz. Yani Cenab-ı Hakkın herbir ismi bize bir 'yaratış prensibini' söylüyor. Rahman ismi yaratırken 'merhametli' olduğunu söylüyor. Kerim ismi yaratırken 'ikram edici' olduğunu söylüyor. Cemil ismi yaratırken 'güzel kılıcı' olduğunu söylüyor. Âdl ismi yaratırken 'adaletli' olduğunu söylüyor. Yani bu isimler bir yanıyla Allah'ı tarif ederken diğer yanıyla bize 'yaratış prensiplerini' aktarıyorlar. (Hatta kimileri "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikatini bu prensipleri okuyup, tanıyıp, onlara uygun hareket etmek şeklinde de anlamlandırıyorlar.)

Bu durum bizi 'daha üst bir okumayla' şu noktaya götürüyor: Evren yayınevi de, zamanı aşkın bir şekilde, dosyaları okumuş, prensipler dairesinde değerlendirmiş, olgunlaştırmış veya iade etmiş bir şekilde işleyişini sürdürüyor. İlmin sonsuz denizinden gelen bilgi, iradenin süzgecinden geçiyor, kudretle de yaratılıyor. Yaratılmış herşeyin bir kaderi var. Çünkü her kitabın 'öncesi' var. Eğer düzgün çıkarıyorsa, ki kainata bakan hiçkimse bu yayınevindeki kitapların kötü çıktığını söyleyemez, o zaman yaratılmış herşeyin 'öncesi' olmalı.

Hepsi bir editörlükten geçmeli. Parça parça yaratılışlarda bu böyle olduğu gibi zamanı aşkın şekilde de bu böyle olmalı. (Zaman varsa ezel de olmalı.) Zaman bizim (mahlukatın/yaratılmışların) en büyük bütünlüğümüzdür. Yani yaratılışın 'zamandan da öte/aşkın' bir noktada 'biliş' ve 'takdir' boyutları olmalıdır. Olmalıdır ki kitaplar hep böyle güzel çıkmaktadır.

Bu yönüyle kadere iman beni çok rahatlatıyor. Yaptığım kötülüklerin/yanlışların büyük resmi bozmaya yetmeyeceği tesellisini veriyor. Bir kelebeğin kanat çırpışından bir fırtına kopmuyor. Çünkü yayınevine giren her dosyanın bir editörü var. Herşey yayınlanmadan/varolmadan önce Onun (c.c.) takdirinden geçiyor. Bu nedenle yazarlar, ne kadar zalim olurlarsa olsunlar, okurların dünyasını mahvedemezler. Bezdiremezler. İradelerinin gücü buna yetmez. Yayınevinin Sahibi neyi dilerse onu yaratır. O da elbette şan-ı Rububiyetine yakışır şekilde yaratır. Esmaü'l-Hüsna prensiplerine uygun şekilde yaratır. Hiçbir yazarın cinneti bu prensipleri aşabilir kuvvette değildir.

Evet, bu benim huzurum, mutluluğum. Çünkü büyük resme bakınca da ancak bu şekilde rahatlıyorum. Dünyada büyük savaşlar oluyor, zulümler oluyor, ekonomiler bozuluyor, hürriyetler alınıyor, birliktelikler dağılıyor... Ama hepsinin arkasında bir 'editör' var. Benim bu parça parça gördüğüm kötülükler mutlaka bir kitabın içindeki hikmetler. Bu yayınevinin prensiplerine itimadım tam. Mutlaka bir şekilde onlara uyduğu için yaratıldı şu yaratılanlar.

Ancak bu şekilde varoldular. O halde okumayı bırakmamalı. Beklemeli. Kitabının sonunun gelmesini beklemeli. Acıklı hikayeler belki de mutlu sonla tamamlanacaklar. Dağınık görünenler belki finalde toplanacaklar. Birbirine bağlayamadığımız kelimeler belki cümlenin sonunda anlamlanacaklar. Ve o editörler editörü, sonsuz hamdolsun ona, kendisini Fatiha'da şöyle tarif ediyor: "O hesap gününün sahibidir." Biz de o günde, inşaallah, dosyasını sağından alanlardan oluruz. Çünkü bu da cennette tekrar basılacağımıza işarettir. Âmin.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Gördüğün rüya kimin?

Arrival'ın akıllarda kalan sahnelerinden birisiydi. İzleyenler anımsayacaktır. Fizikçi Ian Donnelly (Jeremy Renner) filmin bir yerinde dilbilimci Dr. Louise Banks'e (Amy Adams) şöyle soruyordu: "Onların dilinde de rüya görüyor musun?" Bu sorunun bana ilginç gelen yanı (yahut da bende çağrışımlar uyandıran yanı demeliyim) okuduklarımın rüyalarıma etkisiyle ilişkiliydi. Örneğin: Üslûbunu çok beğendiğim bir kitabın rüyamdaki karakterlerin diyaloglarına tesiri oluyordu. Bunu sık sık yaşıyordum.

Karakterlerim kitaptaki yazış tarzıyla konuşmaya başlıyorlardı. Yahut da ben olayları izlerken kendime yaşananları o üslûpla anlatıyordum. Kendim gibi değil de okuduğum kitaplardaki gibi... Uyanınca güldüğüm bu tip hâdiselere bakışım şu cümleden sonra bir nebze değişti. Peşine düşülesi bir derinlik kazandı. Rüyalar bu açıdan da bir laboratuvar olabilir miydi?

Mürşidimin kendisinden daha meşhur bir sözü var. Kimin söylediğini bilmeyenler bile (hatta Bediüzzaman'ı sevmeyenler bile) yeri geldiğinde alıntılıyorlar. O cümle de şudur: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır." Fakat bu cümlenin ona nazaran az bilinen bir başka versiyonu daha vardır Risale-i Nur külliyatında. O da şöyledir: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."

"İnsanlığın sürümü nasıl yükselir?" yazımda da aynı maralı avlamaya çalışmıştım. Bu yazıda başka bir şekilde yaklaşmaya çalışacağım. (Yazar bu şekilde o yazının da okunmasını istirham eder.) Şahit olduğumuz düşünme biçimleriyle kurduğumuz hayaller arasında büyük bir ilgi var. Türkçeden başka dil bilmeyen bir insanın yabancı bir dilde rüya görmesi mümkün değildir. Hiç ezan duymamış bir insan rüyalarında ezanı duyamaz. (İlla ki bu ona Allah'ın bir fazlı olarak ikram edilsin.) Ancak 'edinilmiş bilgiler' ve 'öğrenilmiş bakış açıları' üzerinden yeni dünyalara uzanabiliyoruz. Uzandığımız dünya her ne kadar bir yönüyle 'yeni' de olsa aslında bizim kendimize özgü 'eski'lerimizden besleniyor. Herkesin dayandığı eskiye göre yenisi değişiyor. Kendi eskisi yine kendisinin sayılabilecek yenisi için bir sıçrama tahtası işlevi görüyor.

Bu açıdan Bediüzzaman'ın, 20. Söz'de, 'peygamber mucizeleri' ile 'modern teknoloji' arasında kurduğu ilgi hiç de yersiz değil. Hakikat ile hayalin ilişkisini hatırlatıcı bir mahiyeti var. Öyle ya! Bütün bu gelişmeler nihayetinde keşşaflarının gördüğü bir rüyanın ürünüydü. O keşiflere ulaşanlar malumatları olan şeyler üzerinden hayallerini geliştirdiler. Yeni tasavvurlara kaynak olabilecek bir 'olabilecekler' algısından faydalandılar. 'Olamaz' diyenlerden onları ayıran buydu. Onların olabilecekler çıtası farklı bir yükseklikte konumlanıyordu. "Vahiy, bu yönüyle, olabilecekler dediğimiz şeyin çıtasını beşerin yeni şeyler hayal edebileceği kadar yukarıya kaldırmıştır!" diyebiliriz. Ancak bu konuyu ismini andığım yazıya havale ederek daha ileri gitmeyeceğim.

Rüyaların laboratuvar oluşuna geri dönelim. Biz, hayatımıza yeni dahil olmuş sevinçlerin, vehimlerin, korkuların veya arzuların 'ben'deki tesirinin sandığımızdan fazla olduğunu nasıl anlarız? En çok rüyalarımızdan. Öyle değil mi? Eğer, gördüğümüz birisini sandığımızdan daha fazla önemsediysek, o kişi rüyalarımızda da bize görünmeye başlar. Yaşadığımız bir olay bizi tahmin ettiğimizden daha fazla etkilediyse rüyalarımızda da bu etkinin izleri görülür.

Bu açıdan bakıldığında, rüyalar, düşünce aynaları veya turnusollarıdır. Bizim bile farkında olmadığımız veya baskıladığımız veya yanlış okuduğumuz o karmaşık dünyanın asıl renginden (veya asıl rengin sandığımızdan farklı olabileceğinden) rüyalarımız bizi haberdar eder. Bu da, elhamdülillah, uykunun bahşettiği bir uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar!" hakikatinin 'uykunun da bir nevi ölüm olması' hasebiyle görünen bir ucudur. Allahu'l-A'lem.

Peki düşüncelerimizin rengini ne belirler? Ben bu noktada itikadın asıl belirleyici olduğunu düşünüyorum. 'Neye, ne kadar ve nasıl inanacağız' bilgisi 'nasıl düşüneceğiniz' bilgisinin de mimarıdır. Düşünce ancak onun açtığı yolda ilerler. Ali Şeriatî'nin İslam Bilim'de dikkatleri çektiği gibi, tevhide iman eden bir mü'min, varlıkta yaşanan hiçbir hâdiseyi birbirinden koparamaz. Adacıklara dönüştüremez. Hepsinin aynı Usta'nın (c.c.) kudret elinden çıktığına iman etmesiyle itikadının onu yönlendirdiği bakış açısı 'uyum'dur. Aradığı budur. O kainatta çelişki, çatışkı değil uyum arar. Ve uyuma dönük tefekkürler üretir. Kadere iman da aslında bu uyumun en büyük resmini ifade eder onun için.

Tekrar çizmek lazım altını: Tevhid kadersiz olmaz. Kader tevhide imanın zamanüstü boyutudur. Anları tevhid ile yaratan Hak Teala'nın zamanüstü şekilde bütün anların da yaratıcısı olduğunu görmek kadere inanmayı kaçınılmaz kılar. Yoksa, hâşâ, Allah kendi yarattığı zamanla sınırlandırılmış olur. Mahlukatından birisini aşamıyor olur. Kendi yarattığı sonraların öncesine hapsedilmiş olur. Ressam tabloyla sınırlandırılmış olur. Sen şu aptallığın zirvesine bak! Sınırlı olan nasıl ilah olabilir? Sonsuz kudret sahibi nasıl sınırlı olabilir? Ressam tablosuna nasıl sığar veya sıkışabilir? Allah böyle diyen şaşkınları ıslah etsin.

Tablonun bütününden çıkacak uyum ancak parçalarının tamamının yaratıştan önce bilinmesiyle mümkündür. Çünkü bu tablonun parçaları, birbirinden bağımsız varlıklar değil, öncelerin sonralarıdır. Hepsi girildiğinde ancak kapıyı açacak şifre gibidir. Tablodaki her bir detayın büyük tablonun içinde bir anlamı vardır. Eğer bir ressam tablosunun nereye varacağını bilmeden çizmeye başlarsa bundan uyum ve anlam çıkmaz.

Arrival'da dil ile zaman arasında kurulan bağı tekrar hatırlayalım. Cümle kurmak sırayla kelime seçmek değildir. Cümle kurmak, önceden bilinen ve hedeflenen bir anlama yönelik olarak, kelimeleri düzenle kullanmaktır. Bütünü 'ulaşılması gereken' olarak zihinde evvelen bulunmazsa parçaları anlamlı bir şekilde biraraya gelmez. Herbirisi dilbilimci olan, ancak birbirlerinden habersiz, beş kişinin kendilerine göre seçecekleri kelimeleri biraraya toplasanız, kelimelerin tek tek seçiminde gösterilen bütün meslekî inceliğe rağmen, ondan anlamlı bir cümle çıkaramazsınız. (Aynı dilde olmaları bile zor bir ihtimaldir.) Çünkü o beş kişi ulaşılması gereken bir bütünden haberdar değildir.

Dolayısıyla; şunun itikattan düşünceye, düşünceden rüyaya, rüyadan lezzete bakan yönü kendiliğinden ortaya çıkıyor. Lezzet ancak görülenle görülmek istenenin uyumundan ortaya çıkar. Bir insan ancak pasta yemekten umduğu lezzeti alacaksa pasta yemekten lezzet alır. Görünüşü tamamıyla aynı, ancak tadı berbat bir pastayı 'pasta' diye önüme koysanız, ben umduğum ile bulduğum arasındaki uyumsuzluktan dolayı pasta yemiş olmam. Veyahut da şöyle söyleyeyim: Ben'liğim lezzet açısından onun pasta olduğunu inkâr eder. Ben'den başlayıp ben'e uzanan döngü tamamlanmamıştır çünkü.

Burada, zannımca, 'görülmek istenen' imana tekabül ediyor. İman ettiğiniz zaman 'varlığı nasıl görmek istediğinizi' de seçmiş oluyorsunuz. Bu seçimden sonra düşünce biçiminiz ve ona bağlı olarak rüyalarınız da değişiyor. Hayalleriniz inandıklarınızdan bir şekil alıyor. Onlardan yaratılan hakikat de renk değiştiriyor. Azlar çoğalıyor. Çoklar azalıyor. Umulanlar farklılaşıyor. Rüyalarınızın renginde bir gelecek görüyorsunuz. Allah'ı "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyurduğu gibi buluyorsunuz.

Aleyhissalatuvesselamın, mü'min olduktan sonra az yemeye başlayan birisinin bahsi sadedinde söylediği "Kafir yedi mideyle, mü'min bir mideyle yer!" hakikati buradan da bize gözkırpıyor. Eskiden varoluşu 'elinden geldiğince sahip olmak' sanırdınız. Şimdi 'elinden geldiğince asıl sahibine bırakmak' olarak tanımlıyorsunuz. Amaç değişti. Rüya değişti. Daha çok tüketmek hayal edilmez oldu. Yedi mide bire düştü. Çünkü varlık tanımınız değişti.

Hep verdiğim bir örnektir. Burada da vereyim: Otobüs gibi bir toplu taşıma aracını takvayı önemseyen bir müslüman icat etseydi ne gibi farklılıklar olurdu? Bence bugünkü gibi kadınların ve erkeklerin (İslam kültürüyle yetiştikleri için) rahatsız oldukları karmaşa yerine mahremiyetin de korunduğu bir tasarım o teknolojiye eşlik ederdi. Yine şakayla verdiğim bir örnek olarak zikredeyim:

Postal tarzı giymesi ve çıkarması müşkül bir ayakkabı türünü günde beşvakit abdest alması ve namaz kılması gereken bir mü'min (hem de evlere ve ibadet yerlerine ayakkabıyla girmeyen bir mü'min) icat eder miydi? Atom bombası gibi suçlu-suçsuz ayırmadan binlerce kişiyi katleden bir silahı 'bir masumun ölümünü insanlığın ölümü' olarak gören bir müslüman yapar mıydı? Bana yapmazdı gibi geliyor. Çünkü o böyle bir rüya görmezdi. Onun dünyasında böyle bir hayal 'görülmesi meşru bir hayal' değildi. 'Teknolojiyi alalım ama ahlakını almayalım!' teorisinin ne ölçüde başarılı olabileceği buradan da okuyorsunuz. Teknoloji ancak onun rüyasını siz gördüğünüz zaman size zarar vermez oluyor. Öteki türlü her zaman bir risk var. Başkalarının gerçekleşmiş rüyaları sizin düşünce biçiminizi kötü şekilde etkileyebilir.

Bu yazı tam bir aşure oldu. Bir sorgulamayla toparlamaya çalışalım: Rüyalarımızı kimin dilinde görüyoruz? Kimin dilinde gördüğümüz rüyalar hayatımıza giriyor? Bu rüyalar bizim içimizde konuştuğumuz asıl dille ne kadar uyumlu? Her dilin, düşünce sistemini beraber getirdiği bir düzlemde, eylem-söylem tutarsızlığı dediğimiz şeyin bir 'dil karmaşası' olduğu söylenemez mi?

İçimizde bir kavga var. Medeniyetin kaşıdığı arzular ve İslam'ın öğütlediği ahlak rüyalarımız için kavga ediyor. Nefsin doğruları ile vicdanın doğruları çatışıyor. Diller karışıyor. Başkalarının rüyalarını yaşıyoruz. Yusuf kuyudan da zindandan da çıkar. Çünkü o güzel rüyalarını kimseye satmadı. Sen gökdelenlerin tepesindeyken bile kuyularından çıkamazsın. Çünkü kuyu üzerine görülmüş rüyalar satın aldın. Umduğun değişmeden bulduğun değişmeyecek.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...