Yapboz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yapboz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mayıs 2019 Perşembe

Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin

Bedri Rahmi Eyüpoğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemadan alınan bilgiyi şöyle tarif ediyor: "Bir damla bal için sinema bize birkaç ton keçiboynuzu yutturdu!" Doğrusu, sinema dünyasını kendi çapında takip etmeye çalışan birisi olarak, bu cümleye katılmadan edemedim. Fakat aynı zamanda şunu da hatırlamadan edemedim: Bazen o bir damla bal öyle lezzetli oluyor ki birkaç ton keçiboynuzunu, hatta fazlasını, affettirebiliyor. Çünkü balın farkındalığına erebilmek ancak o keçiboynuzlarını çuval çuval yuvarlamakla mümkün olabiliyor. Beyazperdeden yapımlara gönderme yaptığım yazılarda işte bu 'bir damla bal'ları okurlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Belki ancak bu sûrette o bir damla bin damlaya çıkabiliyor zaten. Eğer aktarmayı becerebilmişsem. Çünkü, maddenin aksine mana, paylaşıldıkça çoğalır. Her pay edilende yeni bir vücud bulur. Eskisinden eksiltmesi de gerekmez üstelik.

Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı, 2018 yapımı Puzzle filmini izlerken de epey bir boş zamandan olduğumu düşündüm. Ta ki merkezindeki manayı yakalayana kadar. O da Kelly Macdonald'ın satışa çıkardıkları gölevinin önünde "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevapta saklıydı sanki: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."

Gidecek bir yer kalmayınca bir yere gitmek zorunda kalmak... Hımm. Ahmed için enfes bir pencere. Fakat hazır giriş yapmışken filmin içindeki birçok şeyin bu bakış açısıyla nasıl bir yörüngeye oturduğunu da konuşalım. Karakterlerin isimlerini hatırlayamadığım için yine oyuncuların isimlerini kullanayım: Macdonald'ın canlandırdığı farkedilmemiş deha sahibi kadının, doğum gününde hediye edilen Puzzle duyduğu merak, aslında bir anlamda onun bütün hayatının da resmi. Önüne hazır bir şekilde verilmiş parçaları birleştiriyor. Hayatta da o parçalardan birisi zaten kendisi. Dahil oluyor. Dışına çıkmıyor. Han'la karşılaştığında ise Puzzle'ın dışında bir dünya olduğunu farkediyor. Kendisinin içinde doğduğu Puzzle'ın parçası olmaktan aşkın birşeye dönüşebileceğini düşünüyor. Lakin, dikkat ediniz, finalde yaşanan şey aslında Han'ın da varlığına bir eleştiri. Han da aslında kadından kendi Puzzle'nın parçası olmasını istiyor. Yine bir belirginlik var bu işin içinde. Macdonald bunu da reddediyor. 'Belirsizliğin bereketini' seçiyor. Sadece ismini duyduğu... Neyse, uzatmayalım, hem spoiler vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmayalım.

Hop, hadi bakalım, Ahmed yine bir kavramlaştırma yumurtladı kendince. Peki onunla ne demek istedi? 'Belirsizliğin bereketi' bence Bediüzzaman'ın Kur'an-ı Hakîm'in belagatı hakkında söylediği 'Sözü az söyler, tâ uzun olsun'dan başlayıp ta sırr-ı imtihana, muğayyebat-ı hamseye, ecelin müphemiyetine, ahirzamana dair hadislerin kapalılık içindeki kapsamlılığına, kıyametin vaktinin belirsizliğinin insana kattıklarına kadar birçok yerde altını çizdiği birşeydir bu. Yani bazı belirsizlikler insan için berekettir. Bazı azlıkların belirsizliği onları çoğaltır. Karşısındaki aynalar sayısınca görüntü sahibi yapar onu. Yorumcular kadar boyut sahibi yapar. Hem hayata bundan başka kattığı bereketler de vardır. Mesela: İrade ancak boşluklarda gelişir. Eğer kişiye seçimlerinde iradesinin hakkını verebileceği bir belirsizlik payı bırakmazsanız seçme yeteneğini geliştiremez.

Mürşidim, işte biraz bu sadedde, mucizelerin dahi 'Akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz' bir müphemiyet içerdiklerini belirtir. Bu müphemiyet sayesinde Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlular ile Ebu Cehil gibi kömür ruhlular birbirlerinden ayrılır. Hatta şeytanın insana musallat edilmesindeki hikmet de bir parça budur. Yani türlü manipülasyonlarla bir parça 'sanrı müphemiyetler' oluşturmasıdır. Onun hilesiyle fısıldadığı bu belirsizlik, kapalılık veya çabuk anlaşılmazlık sayesinde insanlar cenneti/cehennemi hakederler. Nereye layık olduklarını gösterirler. Sadece bu mu? Değil. Umumî musibetlerde masumların da ölümü hakkında mürşidim der ki:

"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."

Peki ya 'muğayyebat-ı hamse' bahsinde söyledikleri? Onlara da şöyle bir parça bakmak gerekmez mi? Hemen yağmurle ilgili kısma bakalım o vakit: "Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar."

Demek ki belirsizlik insanın şükrünü de bereketlendiriyor. Yağmurun belirsizliği sayesinde insanlar rahmete karşı daha dikkatli ve bilinçli oluyorlar. Peki sadece bunlar mı? Değil efendim. Bakınız ecel belirsizliğinin bereketi de şuracıkta. Hemen öpüp başımıza koyalım: "Ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır."

Sizi yormaktan öyle korkuyorum ki. Yoksa daha alıntılanması gereken 'kıyametin müphemiyetinin kazandırdıkları' ve 'kaderin bize bakan tarafının belirsizliğinden kazandıklarımız' veya 'ihbar-ı gayp türünden hadislerdeki teşbihlerin belirsizliği ile açılan kapılar' vesair birçok şey var. Ancak hepsinin özü-özeti şu bence: Bu belirsizliği Cenab-ı Hakkın hikmeti ve rahmeti iktiza ediyor. Zaman zaman bizi belirsizliklere düşürerek kendimizi bu yolla geliştirebilmemizi sağlıyor. Eğer biz de Puzzle'daki Kelly Macdonald gibi irademizi hiçbir şekilde sahaya sürmediğimiz bir kabullenişi yaşasaydık, insanlara gülücük dağıttığımız halde, her sabah dayatılmışlığın azabı ile uyanabilirdik. Şükür ki Cenab-ı Hak bize belirsizlikler de lütfetmiş. Bunlarla irademizi kullanacağımız boşluklar halketmiş. Biz de o sayede birşey ya da birisi olmuşuz. Ne diyelim? Rabb-i Rahîm bu boşlukların hakkını da verebilmeyi nasip etsin. Âmin.

Not: Bu filme dair şu yazdığım yazı onun 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken' kısmına dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası da yapıyor. Değişik bir argüman olarak dikkatimi çekti. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan.

12 Nisan 2018 Perşembe

Neden yarım bırakılıyoruz?

Parça kendisini bütün sanırsa hep kusurlarına ağlar. İnsan da kendisini bütünün ta kendisi sandığında yarımlıklarına ağlıyor. Onları ceza sanıyor. Sonra bütüne ayıldıkça farkediyor: Başkalarıyla orasından birleşmiş. Daha aşkın birşeyin parçası onlar sayesinde olmuş. Eğer oralarının yoksunluğunu hissetmeseymiş hiçbirşeye tutunamazmış. Yani yoksunlukları aslında yapboz parçalarının kıvrımları gibiymiş. Yara değil nakışmış. Eksik değil hikmetmiş.

İnsan böyle bir uyanışı yaşadığında içinde de güzel bir yerlere varıyor. Kusurlarıyla barışıyor. Sınırlarıyla barışıyor. Yaralarıyla barışıyor. "Elhamdülillah" diyor. Yaşadığı herşey için. Hem kötülük için hem iyilik için. Hem dikeni için hem gülü için. Kavuşup sevemedikleri için. Sevip kavuşamadıkları için. Çünkü herşey nihayetinde bütün için. Tevhid, yani herşeyin aynı Allah'ın eseri olduğu bilinci, insanı daha bu dünyada cennete kavuşturuyor.

Mürşidimin kendisindeki eksikliği hikmet penceresinden okuduğu bir yer vardır: "Bu biçare Said'in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san'atla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber, on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat'iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz'î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz'î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş."

Buraya bayılıyorum. Çünkü her türden özlemlerim için (ki her özlem bir yoksunluktur) bana bir deva öğretiyor. Öyle ya! Bu yaraları 'daha aşkın birşeyin parçası olmam için' bağışlanmış nakışlar gibi görmeseydim nasıl iyileşirdim? Nasıl hayata tutunabilirdim? İşte gördüm: Varlığım 'kendisine dair' değil sadece. Daha büyük birşeyin parçası olmak için varedilmişim. Evet. Bütün olmak eksiklik kaldırmaz. Yani eksiği olan bütün olmaz. Fakat parça olmak öyle değildir.

Parça olmak eksiklik kaldırır. Çünkü eksiklik parçalığın lazımıdır. Bir sırr-ı ehadiyet ile böyle olduğunun bilincindeyim. Bütünü hissediyorum. Güzelliğini seziyorum. Sonra onu kendim sandığım zamanlarda kusurlarıma üzülüyorum. "Herşey daha güzel olabilirdi!" diyorum. İnsanları suçluyorum. Fakat bundan vazgeçsem, yani 'isim' olarak değil 'harf' olarak varolmayı seçsem, kendimi kitabın yerine koymasam, o zaman kanamalarıma şükredeceğim. Neden? Çünkü ancak onlarla tutunacak bir yer arayacağım. Kuyuya düşmeyen eliyle neden dal aransın? Derdim olmayaydı dermanı hiç kollamazdım ki.

Ozana "Bir derdim var bin dermana değişmem!" dedirten yer de burası galiba. Çünkü ancak derttir dermanın varlığını öğreten. Artık ulaştığın derman bir olur, bin olur, ister yüzbin olur; fakat dert her şekilde (kaçınılmaz şekilde) onun başlangıç noktasıdır. Yoksunluğu tatmayan varlığın/varlığının kenarında kalır. Çünkü daha fazlası olabilmekten yoksun kalır. Yalnız kalır.

Split filminde Dr. Karen karakterini kişileştiren Betty Buckley'in bir sorgulaması vardı: "Hep acıların eksilttiğini düşünüyoruz. Ya arttırıyorsa?" Belki bizim ihtiyacımız olan da bu: Kendimizi bütünün ta kendisi olarak görmeyi bırakıp eksik kalan yanlarımızla başka nelerin parçası olabileceğimizi kollamak.

Yani: Araba olmadığına dövünen bir vites kolu olmaktansa hangi arabanın vites kolu olabileceğimize karar vermek. Okuma-yazması bile olmayan Kürt Bekir Ağa'ya, Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'âlimlerin işini' yaptıran bu düşünüştür. Çünkü o, bir yerden başka bir yere taşımak kadar olsun, ilmin parçası olmayı seçiyor. Demek insan neyin parçası olmayı seçiyorsa nihayetinde ondan oluyor. O zaman Split filminin "Neye inanıyorsan osun!" mottosuna kendimizce şöyle bir ayar çekebiliriz: "Neyin parçası oluyorsan ondansın!"

İnsan 'olunabilecek bütünlüklerin en mükemmeli' olmanın peşini bıraktığında stres de onun peşini bırakır. Güzelliğin bir parçası olmayı hayatları için yeterli bir amaç olarak görenler dünyasını kurtaranlardır. Çünkü onlar, bütünün ta kendisi olmayı terketmekle, aslında bütün olmanın âdemoğullarınca/kızlarınca taşınmaz yükünü de terketmiş olurlar.

Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Şu hayatta birçok güzelliğin parçası olmayı (inşaallah) başarabiliriz. Ancak övüncünü yüklenemeyiz. Hamdı "Elhamdülillahirabbilalemîn" diyerek Allah'a bırakırız. Bırakmak zorundayız. Zira hiçbir iyilik yalnız bizim emeğimizle vücut bulmaz. Dolayısıyla teşekkürü de parçaya ait olamaz. Bütün âlemlerin o iyilik için uygun adım ilerlemesi gerekir. Bir çocuğun gülebilmesi için bir güneşin yanması gerekir. Hiçbir fiilimiz kainattaki düzenden bağımsız değildir. O halde ezelden ebede her türden hamd ve şükür elbette Allah'adır. İltifatların yüzü onadır. Parça ise kendisine 'parçası olmak' bağışladığını için mutlu olur. Bunun evveli ihlastır. Sonrası huzurdur.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...