Politeizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politeizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Kasım 2022 Cuma

Ateistler de müşrik değil mi?

Bu da bir 'ders notu' gibi olacak arkadaşım. Eksiğime bakma. Yorgunum. Uykusuzum. Fakat parıltının kaybolmasından da korkuyorum. Ne kadarına yetişirse gücüm yazacağım. Tevfik Hüda'dan. 'Bismillah' ile başlayalım: 30. Lem'a'nın (yani ki Esma-i Sitte Risalesi'nin) İsm-i Kayyum bahsinin 5. Şua'ında bir cümleyle aniden mevzu değiştiriliyor: "İsm-i Âzamın altı ismi 'ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek' teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için bir hülâsanın zikri münasiptir..." Yani metnin devamında öğreneceğiz ki: Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs esması arasında 'birbirini gösterir' pencereler var. Birbirlerini sarıyorlar. Hangisini tutsanız diğerleri peşinden sürükleniyor. Herbiri diğerine dayanıyor. Gerçi, Bediüzzaman'ın bu tefekkürü, yalnız şu metne/esmaya münhasır da değildir. Başka yerde daha açık bir şekilde der mesela: 

"Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat 'birbirine bakar' şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka fakat 'birbiri içinde görünür' isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat 'birbirine benzer' tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka fakat 'birbirini ihsas eder' ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka fakat 'birbirini gösterir' mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat 'birbirini ikmâl eder' tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit fakat 'birbirini temâşâ eder' haşmetli rububiyeti vardır."

Doğrusu mezkûr hikmeti pek kıymetli bulurum. Zira 'çok tanrılılar'ın ayağını kaydıran zeminin de tam burası olduğunu düşünürüm. Evet. Mesela: Onlar da bizim gibi kainattaki eserleri okumaktadırlar. Hatta eserlere lazım gelen oluşlara-'kün'lere de uyanmaktadırlar. Dahası: Okudukları fiillerden fail arayışına da girmektedirler. Fakat, gelgelelim, faillerin 'birlenmesi' yani 'tevhid' noktasında problemleri vardır. Zira sahadaki eserler birbirlerine benzememektedir. Benzemeyenlerin ardındaki fiilerin-faillerin de tıpkı onlar gibi benzeşmeyeceğini zannederler. Yani: "Suyun hilkati ateşten başkadır. Havanın hilkati de toprağın yaratılışına benzemez. O halde bunları yaratanlar farklı farklıdır..." gibi bir yanlışın kapısını tıktıklarlar.

Halbuki daralmaları ilah tasavvurlarındaki arızadan kaynaklanmaktadır. Evet. Allah'a insan üzerinden bakılır. (Çünkü o da Cenab-ı Hakkın aynasıdır.) Fakat insan kayıtlarıyla bakılmaz. (Çünkü sadece aynadır.) Fail değiştiğinde fiilin değişmesi mahluka ait bir olgudur. Ona dair bir sınırdır. İnsanların imzaları, sanatları, ustalıkları elbette birbirini tutmaz. Ancak Allah olmanın sonsuzluğunda "Birden ancak bir sudur eder..." gibi kısıtlamalar yoktur. Olamaz. Çünkü kısıtlanan Allah olamaz. Allah olmak beşer sınırı kaldırmaz. Sonsuzda ikilikten bahsedilmez. Bu tasavvur yanlışına da dikkat çekmek için belki, mürşidim, 5. Şua'da şöyle söyler: "Kafirler Allah'ı inkâr etmiyorlar. Yalnız sıfatlarında hata ediyorlar." Doğrudur: Ateistler de aslında politeisttir. 'Müşrik' dediğimizde, biz, Allah'tan ilahlık hakkını kırpan her zümreden bahsederiz. 'İki' diyen de müşriktir, 'sebepler sayısınca' diyen de. Materyalist de müşriktir naturalist de. Kim ki Vahid-i Ehad'den başkasına yaratıcılıktan pay verir, ister zerre ister güneş, o müşriktir, namını ne koyarsa koysun. İster 'ateist' desin. İster başka tabir söylesin. Lansesi bizi bağlamaz. Adı lügatimizde bellidir. Kendisi tastamam müşriktir.

Bağları farkettiğimiz anda, Allah'ın lütf u keremiyle, bu tehlikeden kurtarılıyoruz işte. Madem ki; isimler birbirine bakıyor, birbiri içinde görünüyor, birbirine benziyor, birbirini ihsas ediyor, gösteriyor, ikmal ediyor, hem de temaşa ettiriyorlar; o zaman ayrılık-gayrılık; yüzeyi aşamayan algımıza bağlı bir eksikliktir. Bir sanrıdır. Kainat cihazının arkasındaki kablolar birbirine kavuşmaktadır. Hepsi, temsilde hata olmasın, aynı merkezden gelmektedir. Onları evvelemirde bağdaştıramamak sınırlarımızdan ötürüdür. Mahlukun görüşü sınırlıdır. Hakkın Zâtını kuşatmaya yetmez. İhata edip düşünemez. O yüzden isimlere bölerek bir derece kavramaya çalışır. Esma bu yönüyle Allah'ın 'anlaşılmak için' insana bir bahşıdır. Lakin bu lütfu musibete dönüştürmek de mümkün. O da ehl-i şirkin mesleğidir. Yoksa bütün güzel isimler Allah'ındır. 

Girişe geri dönelim. İsimlerin birbirlerine nasıl baktıklarını pratikte görelim. İşte geliyor: "Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, bekà ve kıyam veren ism-i Kayyûmun bu cilve-i âzamının arkasından bak: İsm-i Hayyın cilve-i âzamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor." Hayat sahibi olunmadan Kayyum olunabilir mi arkadaşım?

Hayat sahibi olmak nedir? Mevlana Celaleddin Hazretlerinden nakledilen şu hikmet müşkülümüzü çözüyor: "Can, tecrübeyle de sabittir ki, haberdar olmaktan ibarettir. Kim ki daha fazla haberdardır, daha fazla canlıdır." İstersen gel biz bunu 'farkındalık' diye tesmiye edelim. Evet. Kayyumiyet farkındalık olmadan açıklanamaz. Kayyum olan hem devam ettirdiğini hem de kendisini bilmelidir. Hayatsa bu haberdarlığın ismidir. Hayat sahibi olan şey, isterse en düşük düzeyde olsun, kendisini-başkasını birbirinden ayırır. Mahlukat bu gölgesinin gölgesi tecelli sayesinde bilgi-bilinç sahibi olur. Bir tepsiyi elinde tutan kişi hem tepsinin ne olduğunu hem de kendilik bilincini ilminde bulundurmalıdır. Tepsinin dökmeden taşınabilmesi, bu düzeyde düşük bir devam ettiricilik dahi, farkındalığa bağlıdır. Peki hayatı olmayan farkında olabilir mi? Farkında olmayan farkında olanlara farkında olmadan farkındalık bahşedebilir mi? Hiç böyle garipliklere savrulmayalım arkadaşım. Aklın bizi götürdüğü yön bellidir: Hayatı olmayan farkında da olamaz. Farkında olmayan devam ettiremez. Devam ettiremeyen de elbette el-Kayyum değildir. Allah el-Hayyu'l-Kayyum'dur.

Arkadaşım, kusuruma bakma, devamını da yazacaktım. Lakin yoruldum. Yazdıklarımı da sildim. Beş ismi ayrı ayrı anlatacak gücüm kalmadı. Belki başka bir yazıda tekrar denerim. Şimdilik el-Kayyum ile el-Hayyın birbirini nasıl gösterdiğini tefekkür etmiş olduk. Cenab-ı Hakkın rahmeti geniştir. Yine, inşaallah, bir imkan-iştiyak lütfeyler. Ben de öğrendiklerimi sana arzederim. Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Kaderi inkâr eden Allah'a inanır mı?

"Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar." 5. Şua'dan.

Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.

'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.

Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.

Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.

Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.

Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.

Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.

Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.

Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.

Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?

İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?

Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.

Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.

Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...