Uzay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uzay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2021 Salı

Kristal ışığı bitirebilir miymiş hiç?

"Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki: Bir meşher açsın. Enzâr-ı nâsta saltanatının haşmetini, servetinin şâşaasını, san'atının harikalarını, mârifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta kendi cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin: Biri, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla baksın. Diğeri, başkaların nazarlarıyla baksın." Nur'un İlk Kapısı'ndan.

Bizden birisi söylese itibarı olmaz. Zira müslümanın kanı acıdır. Ama Michio Kaku Einstein'dan Ötesi'nde diyor ki: "Bilim insanlarının küçük bir azınlığı, aralarında Nobel ödülü sahibi Eugene Wigner da vardır, ölçümün bir tür bilinç ima ettiği görüşünü savunmaktaydı. Onlara göre ölçümü yalnızca bilinçli bir kişi veya varlık yapabilirdi. Dolayısıyla, maddenin tümünün varlığı (kuantum mekaniği uyarınca) ölçmeye, evrenin varlığı da bilince dayalıdır. Bunun insan bilinci olması şart değildir. Evrenin başka herhangi bir yerindeki akıllı yaşam ve hatta bazılarının öne sürdüğü gibi tanrı da olabilir." Maşaallah diyelim o vakit biz de bu nasipli azınlığa. Zira, yolu uzatmak kabilinden de olsa, Allah'ın Vacibü'l-Vücudluğuna yaklaşmışlar. 'Olmazsa olmazlığını' kenarından-köşesinden kavramışlar. Kuantum fiziğinin varlık için şart koştuğu ölçen-ölçülen, gözlemci-gözlenen bağından ta buralara kadar varmışlar. Yahut Bediüzzaman gibi söyleyelim arkadaşım: "Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine..." 

Buradan şuraya geçeceğim: Geçenlerde halasının kristali sayesinde yeğenime bir ışık gösterisi yaptık. Pencerenin önüne tutup bütün odayı renkli parıltılarla kapladık. Onları izlerken ben de şunu farkettim: Parıltılardan bazıları, tıpkı bir güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, yörünge çiziyor. Kristalin hareketiyle başka bir parıltıyı tavaf ediyor. Elbette bunun yaşadığımız dört boyutlu âlemde bir açıklaması var. Nasıl? Şöyle: Herbir yansımanın kristalin bir bölümüyle ilgisi var. Yani oranın cilvesi. Ve o bölgelerin de birbirleriyle geometrik ilişkisi mevcut. Bu matematiksel ilişki duvardaki yansımalarda bir yörünge görünümünü netice veriyor. 

Kristaldeki düzen duvara mesafeye göre genişleyen bir düzeyde yansıyor. Tamam. Ama ya uzay dediğimiz şey de böyleyse? Ya bizim "Taş gibi madde canım!" dediğimiz şeyler daha üst/çok boyutlu âlemlerden bu boyuta düşen yansımalarsa? Biz kendi gerçekliğimizde bu tecrübeyi madde olarak yaşıyoruz. Lakin eğer bir görüntü olsaydık, yani iki boyutlu olsaydık, o zaman duvardaki yansımalar da bize gerçek olacaktı. Belki bildiğimiz tek madde de o olacaktı. 

Vahdetü'l-Vücud'a falan gitmeyeceğim. Hiç korkmanıza gerek yok. Varmak istediğim yer başka. Kitapta "Daha Çok Boyutlu Bir Uzaya Yolculuk" başlıklı bölümde bu soruya da cevap oluşturabilecek izahlar var: "Eğer daha fazla boyutlu bir varlıkla karşılaşsaydık, önce etrafımızda endişe verici bir şekilde dolaşan, giderek yaklaşan, etten yapılmış üç küre görebilirdik. Etten küreler bizi yakalayıp daha çok boyutlu uzaya fırlattığında üst evrenin yalnızca üç boyutlu kesitlerini görürdük. Nesnelerin ortaya çıktığını, renk değiştirdiğini, ölçülerinin büyüyüp küçüldüğünü ve sonra birdenbire ortadan kaybolduğunu görürdük. Bu nesnelerin aslında daha fazla boyutlu bir nesnenin parçası olduklarını anlayabiliyor olmamıza karşın, tümünü veya daha fazla boyutlu bir uzayda yaşamın nasıl olacağını gözümüzde canlandırma imkanı bulamazdık." 


Yani az boyutlular çok boyutluların algı düzeyine çıkamıyor. En azından günümüz fiziği böyle bir sınırdan bahsediyor. Yıldızlararası/Interstellar filmini izleyenler de orada 'daha üst boyutlu canlılar' hakkında bir diyaloğu anımsayacaklar. (Galiba karadelikten geçerken böyle varlıklar konuşuyorlardı.) Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim: "Gelecek onlar için bir dağa çıkmak gibi olabilir..." diyorlardı. Veya "Geçmişe gitmek bir vadiye inmek gibi gelebilir." Yani bizim boyutumuzda imkansız görünen bu işler, zamanda ileri-geri hareketleri, onlar için basit bir mümkünlükte olabilir. Tabii yalnızca 'olabilir.' Çünkü aklımız bir miktar o taraflara doğru uzansa da vücudumuzun başka yerlerinde bu kapasite yok. Bir saniye. Düzeltme: Bize yokmuş gibi geliyor da olabilir. Zira Miraç mucizesi inananlar için bambaşka şeyler fısıldıyor.

Miracı andık. 25. Söz'ün 2. Şule'sinin 9. Nükte-i Belagat'ında arkadaşı kılınan diğer bir meseleyi de anmadan geçmeyelim. Okuyanlar hatırlamıştır belki. Fâtır sûresinde geçen, melek kardeşlerimizin 'ikişer, üçer, dörder kanatlı olması' meselesi. Mürşidim orada diyor ki: "Hem melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret (ikişer, üçer, dörder) kelimeleriyle tafsil verir." Eğer yanlış anlamıyorsam Bediüzzaman Hazretleri burada 'kanat' mevzuunu 'boyut'a yakın tefsir ediyor. Tıpkı bizim çok yönlü âlimleri anlatırken kullandığımız 'zülcenaheyn' ifadesinde olduğu gibi. (Ki mezkûr kavramın bir manası da 'iki kanatlı'dır.) "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşursak arkadaşım: Buradan anlaşılabileceklerin bir katmanını da 'meleklerin daha aşkın boyutlarda yaşadıkları' oluşturmaktadır belki. Yani 'bize göre çok boyutlu canlılar' olduklarıdır. İstedikleri vakit az boyutlu âleme girip-çıkabilirler. Lakin bizim onların çıktıkları boyuta çıkmamız zordur. Mümtaz fertlerimiz ancak bu ihsana kavuşur.

Tefekkür tefekkürü açıyor. Kendimi tutamıyorum. "Şeytanların semadan kulak hırsızlığı yaparken cezalandırılmasını da acaba bir çeşit fizikle anlayabilir miyiz?" diye düşünüyorum. Belki de bu boyutta algılayamadığımız varlıklarıyla onlar uzayda bir tür 'kütle çekim kuvveti' oluşturuyorlar. Yakın semanın dengesini bozuyorlar. Melek kardeşler de, yine çıkamadığımız o fizik düzeyinde, bedenlerini kovalayacak meteorları atıyorlar. (Çünkü göktaşları da diğer herşey gibi müekkel meleklerinin gözetiminde.) Yani bu harp bizden aşkın boyutlarda sürse de gözlerimiz görmüyor. Görünen meteor düşmesi. Yahut yine mürşidimin ifadesiyle: 

"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."

Arkadaşım, affına sığınıyorum, mevzuyu çok dallandırdım. Aslında ben sana başka birşeyi anlatacaktım. "Lokman sûresinin 27. ayetinde kısacık bir mealiyle buyrulan 'Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmezdi. Muhakkak ki Allah'ın kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir!' sırrına buradan bakabilir miyiz?" diye soracaktım. "Ne hikmetle?" dersen açayım: Eğer anlamın 1, görüntünün 2, maddenin 3, zamanın da 4 boyutlu âlemlerde teşekkül ettiğini düşünürsek; düşünsene; biz daha 3 boyutluyla 4'ü, 2 boyutluyla 3'ü, 1 boyutluyla da 2'yi bitiremiyoruz; nasıl olup da Allah'ın boyutlar ötesi kelamını bitireceğiz?


Yani tek bir resmin (görüntü) üzerine cümle (anlam) olarak kimbilir kaç şey söylüyoruz? Bütün yazarlar, şairler, sanatçılar vs. aynı görüntü hakkında konuşuyorlar da bitiremiyorlar. Hep söylenecek yeni şeyler kalıyor. Sonra gelenler önce gelenlere ek yapıyor. Yine de bitmiyor. Bitirilemiyor. Hem bir nesnenin (madde) kaç kişi fotoğrafını (görüntü) çekiyor. Kaç göz görüyor. Kaç açıdan görüyor. Kaç yakınlıkta görüyor. Fakat yine de o nesnede görülebileceklerin sonu gelmiyor. Yine bir süreçle (zaman) tanıştığında varlık (madde) kaç oluş yaşıyor. Kaç şekil değiştiriyor. Kaç kez eski-yeni sahibi oluyor. Fakat yine de zaman ipinde asılı varlıkları/oluşları tüketemiyor. Yani ki: Daha az boyutta olan daha çok boyutta olanı kuşatamıyor. Bitiremiyor. Dilegetiremiyor. Yukarıdaki ayet-i celile ile belki bize böylesi büyük bir hakikatin ucu da kaldırılıyor, gösteriliyor, işaret ediliyor: Daha az boyutluların boyutlardan münezzeh/aşkın bir Allah'ın kelamını yazıp bitirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Denizler nasıl yetebilir? Ağaçlar nasıl kaldırabilir? O sonsuzluğu bu sınırlılıkların taşıması mümkün müdür? Elbette değildir. 

İşte yeğenime yaptığımız kristal gösterisinden içime yansıyanlar da bunlar oldu. Tek nesneden yansıyanlar bütün duvarı sardı. Bir çiçeğe bin şiir yazıldı. Bir güzellik bin şekilde göründü. Her üst boyutun nazırı alt boyuttaki tecellilerin şahitliğini yaptı. Onların fotoğrafı da şunun gözleriyle çekildi. Varlığın o katmanı da şu gözlerde resmoldu. Belki varoldu. Belki 'Başkalarının nazarıyla baksın'a da bu hikmet biçildi. Hatta belki aslında nur-u Muhammedî aleyhissalatuvesselamın çok çok çok boyutlu hakikatinden yansıyanlar bütün evreni kapsıyor. Bütün evreni oluşturuyor. Yalnız onları görmek işi de bizde. Bizim gibi nazırlarda. Herkesin görüşü boyutu çapında. Bir kısmını yalnızca melekler görüyor. Bir kısmını biz de görüyoruz. Çünkü boyutumuzda bu kadarcığı görünüyor. Ama bu kadarcığı görünmekle de bir fotoğraf elde ediliyor. Bir varlık katmanı ölçümleniyor. En nihayet: "En doğrusunu Allah bilir!" derim arkadaşım. Sen de arkadaşına bu sınırlar içinde itimat et. Allah bizi istikametten ayırmasın.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Gökyüzü kaderin nasıl delili olur?

Bu da "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" sual-i Kur'anîsi hakkında düşünürken hatırıma gelen birşey arkadaşım. Daha doğrusu: Hatırıma 'bahşedilen' birşey. Evet. Öyle ya! Nihayetinde dikkatimiz de ancak bir duadan ibarettir. Tefekkürümüz dilenciliğimizdir. Akıl mendilini böyle açar. Bir fikrin kafamızda/kalbimizde yoktan yaratılışı kimi zaman varlığın yoktan yaratılışından daha açık görünür. Kainatın 'bigbang'i bir defaysa ilhamımızın 'bigbang'leri herandır. Yani: Bir an önce habersiz olunan birşey bakarsınız aniden farkedilir olur. Bilinir olur. Görülür olur. Bizde yok iken varolur. Bu da bir tür yoktan yaratılış değil midir? Aynen. Benimkisi neyle ilgiliydi peki? el-Cevap: Göğün, sadece Allah'ın varlığının-birliğinin-büyüklüğünün değil, kaderin de bir delili olduğu üzerineydi. Arkadaşım, şöyle bir eşikten adımlamaya başlarsak, bir parça muvaffak olabiliriz zannederim. Tevfik Haktandır. Fehmimize yardımı Ondan dileriz.

Hani hakkında okumalar yaptıysan bilirsin: Sema müthiş mesafeler âlemidir. Işığın bile koşuşturmaktan yorgun düştüğü, güzelim güneşimizin dünyaya ancak sekiz dakikada haber yollayabildiği, en yakınımızdaki yıldızdan bilmem kaç yıl sonra haberdar olabildiğimiz bir genişliktir uzay bize. Üstelik bu iş öyle bir derecededir ki akıl tamamını anlamaktan aciz kalır. Uzağın arkasında uzak, ırağın arkasında ırak, gurbetin arkasında gurbet vardır. Güneşin hemen solundaki kardeşinin bize ulaşması belki de kırkbin yıl sürmüştür. Hatta bilimadamları derler ki: Işığı hâlâ ulaşmamış bir sürü yıldız da vardır. Varlardır ama görülmemişlerdir. Işıkları bir bardak su içip soluklanmadan milyonlarca yıldır bize doğru koşmaktadır. Bazılarınınsa ışığı ulaşmaktadır fakat kendileri çoktan yokolmuştur. Yani varlıklarının ışığı ulaşmış ama yokluklarının karanlığı henüz gelmemiştir. Bu nedenle bu yok kardeşleri de varlarmış gibi algılarız. Tıpkı, Allah saklasın, güneşimiz şimdi yok olsa bunu ancak sekiz dakika sonra anlayacağımız gibi.

Hülasa-i kelam: Gözümüzün tanışlığı ışığa mecbur olduğu için bilişimizin usûlü de ışığa tâbidir. Bize haberi kırk yılda ulaşan yıldızın malumumuz olan ahvali kırk yıl öncesinindir. Kırkbin yılda gözümüze teşrif edenin seyrettiğimiz sûreti kırkbin yıl evvelinindir. Daha hızlısını bilmemekten en hızlı şey sandığımız ışığın korkunç mesafeler karşısında katmerli bir kaplumbağa kesilişi gözün algıladığı ile aslında olan arasına nüanslar bırakır. Ancak bu nüanslar yine hikmetlidir. Öğreticidir. Gereklidir. Zira yine ancak bu nüanslar sayesinde insan aynı sahneye bakarken farklı farklı zamanları bir anda müşahade eder. Kırk yıl öncesinin manzarası kırkbin yıl öncesininkine karışır. Hepsi ‘şu anda oluyormuş gibi’ görünür. Yani, arkadaşım, semaya baktığımızda aslında kuşatamayacağımız kadar çok zaman dilimine aynı anda bakarız. Bir milyon yıl öncesi ile bir yıl öncesi aynı fotoğraftadır o anda. Nesneler arasındaki mesafe farklılıklarının tamamı artık âdemoğlu açısından farklı zaman dilimlerinin şahitliğinde dönüşmüştür.

Peki bu şahitlik bize ne kazandırıyor? Kanaatimce: Bu şahitlik bize öncelikle ‘ezel’i anlamakta bir parça yardımcı oluyor. Elbette bu yardım ancak ‘olabilirliğe’ açık bir kapı bulmakla fehmimize kazandırdığımız rahatlıktır. Hakikatini anlatmaz. Yalnız bir işaret eder. Fakat böylesi işaretler insanın gönlünü imana yaklaştırmakta faydalıdır. 'Olabilirliği' bir kerecik seyretmek şüpheleri bir hayli azaltır. Bu yüzden kurduğumuz bağı anacağız. Lakin, ona geçmeden, mürşidimin yaptığı ‘ezel’ tarifini burada anmak istiyorum: "Ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Yani: Biz, kaderin lazımlarından birisi olan 'ezel'i, Cenab-ı Hakkın herşeyin sonradan ne olacağına karar verdiği bir 'zaman içi öncelik' gibi görmüyoruz. Biz onu bir tür 'zamanüstülük' olarak tarif ediyoruz. Zira zamanı da yaratan O olduğuna göre elbette sınırlarından/kayıtlarından münezzehtir. Öncesinde bir yerde durup sonrasında neler olacağını tahmin etmez. Tahminine göre işlerin yürümesine mecbur etmez. Evet. Öncelik-sonralık dediğimiz şeyler bize göre öncelik-sonralıktır. Cenab-ı Hak varlığı böyle müşahade etmez. Ya? O olmuş-olacak, gelmiş-gelecek, yaşanmış-yaşanacak herşeyi bir anda görür. Varlığın zaman diye birşeyle muhatap oluşu sınırlarından kaynaklanır. İnsan gözü mekanı sınırlı bir şekilde algılayabildiği için algıladığı parçaları birbirine zamanla bağlar. 'Önce bunu gördüm, sonra şunu gördüm, sonra onu gördüm'e çevirir.

Mürşidim tarifin devamında bu mevzuu açar şekilde diyor: "Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

İşte bence "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" ayeti bize tam da bu noktada büyük bir hakikati ders veriyor. Sahi, arkadaşım, biz üstümüzdeki göğe baktığımızda aslında ne görüyoruz? Bir anı değil mi? Evet. Biz aslında anların fotoğrafını çekiyoruz. Herşeyi nazarımızda 'şimdi'leştiriyoruz. Fakat, yukarıda anlattıklarımızdan hareketle düşünecek olursak, aslında çektiğimiz fotoğraf anın değildir. Orada on yıllardan yüzyıllara, yüzyıllardan bin yıllara, bin yıllardan milyon yıllara farklı düzeyde birçok zamanın parçası vardır.

En uzakdaki yıldızın milyonlarca yıl önceki haliyle en yakındaki yıldızın kırk yıl önceki hali aynı kareye girmiştir. Hepisi de hep beraber bizim nazarımızda 'şimdi' olmuştur. Sahi bu ‘farklılıklar içre şimdilik’ bize bir parça 'ezel'i anlamakta yardımcı olmaz mı? Bahardaki dirilişlerin şahitliği haşirdeki dirilişe delil oluşturduğu gibi, göğe bakan insanın gözündeki bu toplanış da 'manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâ'yı anlamayı sağlamaz mı? Bana sanki bu mesafeli yaratılışın bir hikmeti bu olabilirmiş gibi geliyor. Elbette en doğrusunu bilen Allah'tır. İstikametimizi Ondan dileriz.

18 Mayıs 2019 Cumartesi

NASAistler bunu da açıklasın!

Göğün direksiz yükseltildiğini söyleyen bir ayet bugünün insanına ne anlatır? Yoksa "Yahu bizim bugün astronomimiz var, NASA'mız var, bilmem kaç türlü uzay aracımız, uydumuz, teleskobumuz, üstelik uzaydan malumat verir fizik-matematik-kimya bilgimiz var. Dahası: Karadeliklere kavuşur fehmimiz, 'big-bang'e kafa yorar fikrimiz ve aynı anda "Dünkü pastadan bir dilim kalmış mıdır acaba?" diye buzdolabının ahvalini merak eden aklımız var. Yani var, var, var, varoğlu var. Her türlü imkanımız var. Bunları çoktan çözdük biz!" mi der?

Onun toz kondurmadığı gururu kendisinin olsun. Ben böyle diyemiyorum. Çünkü mürşidim bana öyle öğretmiyor. Evet. 30. Lem'a'nın ism-i Kayyum bahsinde, Bediüzzaman, mezkûr ayette ilk bakışta anladığımdan aşkın birşeyler de sakladığını gösteriyor. Ne mesela? Hop! Yağma yok sevgili arkadaşım. Önce bahsi geçen ayetin kısa bir meailini alıntılayacağız: "Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız."

Tamam. Meailimizi alıntıladık. Şimdi mürşidimin bize öğrettiklerine gelelim. Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman'ın 'göğün direksiz yükseltilmesini' bizden daha üst bir şekilde okumayı seçiyor. O, Furkan-ı Hakîm'in böyle demekle, 'boşlukta olanların da aslında başıboş bırakılmadığına' dikkatlerimizi çektiğini düşünüyor. Ve diyor: "Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, 'Göğü direksiz yükseltti!' sırrıyla durdurup, kıyam ve bekà verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa, hiçbirşey kendi başıyla durmaz, hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek."

Yani onun yaptığı okuma bir tür yaslanma kanunu üzerine. 'Yaslanma kanunu' ne demek? Fakat bir saniye! Ben sana yanlış yaptım arkadaşım. Kayyumiyetin ne olduğunu biliyormuşsun gibi hareket ettim. Belki de bilmiyorsun. O halde kısacık da olsa bir tarifini neden denemeyelim? İşte geliyor: Kayyumiyet Cenab-ı Hakkın herşeyi ayakta tutmasıdır. Daha doğrusu varettiklerini 'var'da tutmasıdır. Yani o Rahman'ın yarattıklarıyla ilişkisi "Bir kere yarattı. Tamam. Bitti. Daha karışmıyor!" ilişkisi değildir. O, pekçok ayette de altını çizdiği üzere, varlığı başıboş bırakmaz. Her an yaşadıkları değişimler, gelişimler veya yıkımların tamamında isimleriyle, sıfatlarıyla ve tasarruflarıyla yanlarındadır. Burada 'yanlarındadır'ı Allah'a mekan izafe etmek anlamında kullanmıyoruz arkadaşım. Ona da bir dikkatini isterim. Sakın yanlış anlayayım deme. 'Kontrolünde tutmak' bağlamında 'aklımıza yanaşsın diye' tercih ediyoruz bu kullanımı. Yoksa elbette Allah mekandan münezzehtir. O yarattıklarının her türlü kusurlarından münezzehtir. Âmenna!

Zaten ayetin devamında gelen 'istiva etti'yi de bu nedenle 'hükmü-tasarrufu altına aldı' diye tefsir ediyoruz. Evet. Senin de dikkatini çekmiştir: Direksizliğin ardından zikredilen herşeyde bir 'kontrol altında tutmak, idare etmek, yaratmak, takdir etmek' vurgusu var. "(...) sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız." Yani; ne güneş, ne ay, ne zaman, ne mahlukatın işleri, ne de ayetlerin açıklanması; hiçbirisi 'akışına bırakılmış' değil. Hepsi takdirler üzerine gelişiyor.

Akıp gitmeleri 'akışına bırakıldıkları' anlamına gelmiyor. Hepsinin hesaplanabilir aidiyetleri var. Uydukları yasalar var. İşlerinde düzenlilik var. Belirginlik var. Güneşin ne yaptığı belli. Ayın her dönüşü hesaplı. Evrendeki herşey zamanlı. Bunun bize açıklanmasının hikmeti de şu: Başıboş bırakılmadığımızı bu düzeyde farkedersek Rabbimize kavuşacağımıza da iman ederiz. Madem buraya gelişimiz, yaşayışımız ve hatta tüm yaşananlar başıboş değil, o halde biz de başıboşluktan gelen bir boşuboşunalıkla helak olmayız. Elbette bize sırr-ı imtihanla bırakılan 'özgürlük alanımızdan' hesaba çekiliriz. Hem korkmayalım yani. Kontrol altındayız.

'Yaslanma kanunu'na geri dönelim. Arkadaşım, duyunca herhalde sen de katılıverirsin, biz 'yaslanma' ifadesini 'irademizden çıkma' bağlamında da kullanırız. Hemencecik bir misal: Ev taşıdığımızı düşünelim. Eşyanın taşıma sürecinden çıkması ne iledir? Onları bir yerden alıp başka bir yere bırakma iledir. Yani onları daha önce yaslandıkları yerden alır ve yine yaslanabilecekleri başka şeylerin yanına götürürüz. (Üzerinde durmak da bir tür yaslanmadır aslında.) Bununla başardığımızda da aslında şudur: O şeyin varlığının sağlıkla devamı dikkatimizden çıkmış olur. Evet. Taşırken varlığı daha fazla bize bağlı idi. Düşürsek kırılırdı. Duvara vursak çizilirdi. Fazla sıksak çatlardı. Bırakmasak belimiz kopardı. Ama ne zaman ki güvenli bir yer bulup onu oraya yasladık, üzerine koyduk veya bıraktık, işte, o zaman varlığını da irademizden/dikkatimizden çıkarmış olduk. Elhamdülillah. Rahatladık. Çünkü biz sınırlıyız. Varlığına şahit olduğumuz herşeyi her an elimizde, aklımızda, dikkatimizde veya kalbimizde tutamayız. Aciz düşeriz. Dayanamayız. Belki de çıldırırız. Sevdiğimiz herşeyin sağlığını her an dikkatimizde tutmak kafayı yedirir bize. Allah korusun.

Ama Allah onları da korusun. Çünkü onları seviyoruz. O halde bunca şeyin varlığı bu kadar düzenle nasıl devam ediyor? İşte Cenab-ı Hak ayetteki bu 'direksizlik' ihtarıyla bizi 'göremediğimiz bir direğe' yönlendiriyor. Daha doğrusu her an değişim içinde olan varlığın hareketlerin bir mutlak iradenin kontrolünde sürdürüldüğüne dikkat çekiyor. Biz elimizden bırakmaya muhtacız. O muhtaç değil. Biz yoruluruz. O yorulmaz. Biz kırarız. O kırmaz. Biz bir yerde kendi haline bırakmak zorundayız. Ama o bunun zorunda değildir. Hem âlemi başıboşluk üzerine yaratmış da değildir. Çünkü başıboş olan şey düzensiz de olur. Sen bir saat çocuğunu sokakta başıboş bırakabiliyor musun? E-5'te arabanın direksiyonunu bırakıp kestirebiliyor musun? Eve gelen faturaların kendi kendilerine ödenmelerini umuyor musun? Sen bu kadarcık işi gelişgüzelliğe bırakmazken Cenab-ı Hak yarattığı âlemi bırakır mı hiç?

Yani, özetle, bu âlem hiçbir direğe yaslanmıyor arkadaşım. Bu âlemin direği direksizlik. Direksizlik ne demek? Direksizlik işte Allah'ın Kayyumiyetidir. Tabir-i caizse her anda hükmü süren dikkatidir, hikmetidir, rahmetidir, idaresidir, yönlendirmesidir, rububiyetidir.

Onun Kayyumiyetine iman etmezsek biz bu varlığın şu düzenliliğini açıklayamayız. Her an yüzbin dikkat isteyen milyon işin ahenkle sürmesine akıl-sır erdiremeyiz. Hayretten kafayı sıyırırız! Üstelik burada kalbimize de büyük bir teselli vardır. Nasıl? Yaşadığımız boşluklara da buradan bir tedavi bulabiliriz. Eğer Cenab-ı Hak hiçbirşeyi başıboş bırakmıyorsa yaşadıklarımız da bizim yörüngemizin hikmetli parçalarına dönüşmez mi? O süreçlere bakışımız değişmez mi? Bu bakış bizi yalnızlık hissinden kurtarmaz mı? Öyle ya, ayet-i kerime hatırlatıyor, dönüşümüz yine onadır. Ondan gelip ona dönen yolunu hiç kaybeder mi? İşte ben de, elhamdülillah, mürşidimin söylediklerinden buna benzer birçok şey anladım canım arkadaşım. Sen benden fazlasını farkedersen benimle paylaşmayı unutma. Biliyorsun. Aynalar koridorunda herşey paylaşıldıkça çoğalır. Taşlar ise paylaştıklarını eksiltirler.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

2 Mayıs 2018 Çarşamba

Evren tek boyuttan mı oluşuyor?

Bu yazımda bana ilginç gelen (daha doğrusu 'hikmetli' gelen) bir sıralamayı sizinle konuşmak/paylaşmak istiyorum. Peki 'sıralama' nerede? Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de. Neresinde? Finalinde. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi okuyanlar bilirler ki, kitap, Bediüzzaman'ın üç metniyle son buluyor. 1) Hüve Nüktesi. 2) Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım. 3) Na'büdü Nüktesi... Aslında, zâhirci bir nazarla, bu metinlerin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin temasıyla bir ilgisi yok gibi görünüyor. Çünkü mezkûr metinler ne gaybî bir sırdan haber veriyor ne de Risale-i Nur'a dair istihraçlar içeriyor.

Ya? Oraya geleyim: Ben bu metinlerin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye konmasını farklı bir şekilde anlamlı buluyorum. Onların öğrettikleri bakış açısının Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin anakonusunu oluşturan istihraçlara büyük bir desteği var gibime geliyor. Hatta şöyle bile söylenebilir: Bu metinlerin bakış açısını kuşanmış insanlar ancak 'istihraç' konusuna selametle bakabilirler. Neden? İşte şimdi, elimden geldiğince, şu sırrı izah etmeye çalışacağım. Peki nereden başlayalım? Bence Hüve Nüktesi'nden başlayalım.

Hüve Nüktesi bize neyi anlatıyor? Hüve Nüktesi, okuyanların hemen tahattur edeceği üzere, bir hava zerresinde saklı mucizeleri anlatıyor. Nasıl mucizeler bunlar? Kısaltılmış bir alıntıyla aktarmış olalım:

"Meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn gördüm ki, 'Hüve'nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, (...) fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn müşahede ettim."

Yani: Bir hava zerresi, birtek zerre olduğu halde, üzerinden geçen her sesi, her ışığı, her ısıyı, her radyo dalgasını, her kokuyu, belki daha nice şeyi şaşırmadan taşıyabiliyor. İnsan, aynı anda konuşan iki arkadaşını birden anlayamazken, hava zerresi sayısız sesleri doğru anlayıp akranlarına iletme konusunda hiçbir arıza yaşamıyor. İşte, zerrede saklanan mucizelerin bu farkındalığı ki, sizi, varlığın 'bir'ken 'çok' olabilme sırrına doğru taşıyor. Alıştırıyor. Birlerin çoklaşması artık sizi şaşırtmıyor.

Tamam. Bunu az-çok anladık. Özet de olsa bir tarif elde ettik. Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'a gelelim. Bu metin bize neyi anlatıyor? Bu defa alıntısız aktarayım. (Çünkü özetleyecek bir yer bulamadım.) Bu metin, bize, Nur sûresindeki 'zulmet üstünde zulmet' ve 'nur üstüne nur' ifadelerini tefsir ederek, âlemin aslında yaprakları içiçe gül goncası gibi bir yapıya sahip olduğunu, tek bir âlemi yaşıyoruz sansak da 'çok katmanlı' bir âlemle muhatap olduğumuzu anlatıyor.

Hemen girişinde rastlıyoruz zaten şu cümleye: "Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum." Finale yakın ise şu ifadelerle karşılaşıyoruz: "Elhasıl: Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu."

Yani, bu bölümün de bize verdiği ders, yaşadığımız âlem tek boyutlu değil. Birbiri içinde çok âlemler var. Esmaü'l-Hüsna sayısınca kuşanabileceğimiz bakış açıları ve bu bakış açıları sayısınca şahit olabileceğimiz âlemcikler var. Bir aynalar koridorunda yaşıyor gibiyiz. Eh, benim şahitliğime güvenmiyorsanız, metni kendiniz okumalısınız. Sanıyorum zikrettiğim hakikati az-çok görecek/bulacaksınız.

Gelelim üçüncü metne. Na'büdü Nüktesi. Peki Na'büdü Nüktesi bize neyi anlatıyor? Bu metnin bize anlattığını özetleyecek içinde harika bir bölüm var. Onu alıntılayarak söze başlayalım: "O vakit, herbir âyât-ı Kur'âniye, gayet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâğat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i'câzı içinde gördüm." Bediüzzaman, bu metin boyunca, Fatiha'daki "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz!" ifadesindeki 'biz'in kaç anlama birden gelebilir olduğunu tefsir ediyor. Yaşadığı bir uyanış üzerinden katman katman bu ayetin hitap ettiği 'bizlikleri' anlatıyor. Yani bu metin de bizi yine birşeyin (bir ayet-i kerimenin) çok katmanlı anlam dünyasına çağırıyor.

Evet, buraya kadar dökmeden-saçmadan meramımı anlatabildimse, şimdi sadede geleyim: Sikke-i Tasdik-i Gaybî bütününde bizi nasıl bir okumaya çağırıyor? Asırlar önce edilmiş duaların, yazılmış kasidelerin veya nazil olmuş ayet-i kerimelerin her zamanda (ve özellikle bu zamanda) muhatapları olduğuna dair bir okumaya değil mi?

Yani, orada, bir söz, bir mısra, bir ayet-i kerime yalnızca 'birşey' söylemiyor. Söyleneceklerin sayısı muhatap sayısınca artıyor. Zaman sayısınca artıyor. Kulak sayısınca artıyor. Okuma sayısınca artıyor. Tefekkür sayısınca artıyor. Kur'an-ı Kerim, tek bir kitap iken, muhataplarının fehmine göre binlerce tefsire dönüşüyor. Çiçeklerin sayısı güneşi yoramıyor. 'Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı' bir hale geliyor. Neden? Çünkü yaş ve kuru herşey onunla muhatap oluyor. Onunsa rahmeti, hikmeti, ilmi sonsuz. Muhatabını Ehadiyet gölgesinde kendisine has hisselerle donatıyor.

Bu, bir açıdan, Kuantum fiziğini anlatmada kullanılan 'Çift Yarık Deneyi'ni andırıyor. Tanecik sayısı yarık sayısına göre şekilleniyor. Bilinen fizik bu noktada kırılıyor. Yeni bir fiziğe sahip oluyorsunuz bu bakış açısıyla. Cenab-ı Hak, isimlerinde sonsuz olduğu gibi, kelamında da sonsuz oluyor. Vahyi zahirde bir mushafa sığacak kadar az iken, sanki kainatı şekillendiren ukdelerin ipleri ellerindeymiş gibi, her zamanın kulağına sesi gidiyor. Her zaman orada kendi hissesini alıyor. Her zihin dersini çıkarıyor. Hiçbiri diğerinin payına engel olamıyor.

Bence, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin arkasında bu üç metnin yeralması, aslında Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye bakılırken sahip olunması gereken bakış açısına işaret ediyor. Eğer varlığı, Hüve Nüktesi'nde öğretildiği gibi, 'birken çok şey yapabildiğini gösterir' bir gözlükle okursanız; Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'da ders verildiği gibi, 'zahirde birken gül goncası gibi katman katman' görmeyi bercerirseniz; Kur'an ayetlerine de Na'büdü Nüktesi'nde öğretildiği gibi tek bir harfinde/hecesinde dahi katman katman manaları kasteder bir gözle bakabilirsiniz. Ve o zaman Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de size anlatılanlar tuhafınıza kaçmaz. Çünkü varlığın her köşesi aynı nakkaş tarafından işlenmiştir. Kur'an kainatı tefsir ettiği gibi kainat da Kur'an'ı tefsir eder. Öyle ya. Tevhide iman edenler 'birşeyi herşey' ve 'herşeyi birşey' yapanın kudretine kainatta görüp iman etmişlerdir zaten. Artık aynı izi nerede görürlerse görsünler şaşırmazlar

6 Şubat 2018 Salı

Herşey hakikatinde dürülüdür

"Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir." (Zümer sûresi, 67)

Bu yazıya da şöyle bir yerden başlayalım: Dünya yaşarken düzdür. Hakikatte ise yuvarlaktır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: 'Algılanan' ile 'hakikatte olan' arasında her zaman birebir uyum aramamalıyız. Algı, algılayanın sınırlarıyla yaralı olduğundan, gerçeğin her köşesini kuşattığını iddia edemez. Tam bir resmini çektiğini söyleyemez. Ama bize bütüne dair bir fikir verir. Veyahut da şöyle çevirelim sözü: Algı dediğimiz şey, özünde, bütünün şahit olduğumuz kısmına dair edindiğimiz izlenimdir. Ve bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar. Çünkü, yaşamak için, muhatap olduğumuz parçanın bilgisine muhtacızdır.

Bir de hayal kuralım: Dünyanın küre değil daire olduğunu düşünelim. Yani düz bir daire. Tıpkı algıladığımız gibi. Tepsi. Bu tepsi dünyada, bütün daireyi kuşatacak şekilde, tek bir şehir bulunsun. Bu şehrin hiçbir arasokağı bulunmasın. Evler sadece baktıkları ana caddelere açılsınlar. Ulaşım da sadece bu anacaddeler vasıtasıyla olsun. Yani içiçe halkalar şeklinde bir şehirleşme. Sadece hayal edin.

Ve şimdi, hayalde ileri gidin, kendinizi de o şehirde hayal edin. İsterseniz ailenizi de yanınıza alabilirsiniz. Fakat bir şartım var: İçerideki halkalardan birisinde değil de dış halkalardan birisinde ikamet etmenizi istiyorum. Masalın devamında buna ihtiyacım var. Anlaştıysak buyrun oturun. Bahçelisini de alın hiç farketmez. Büyükçe olsun. Tamam. Ne de olsa hayaldir bu. Pahalıya gelmez.

Peki, oturduk, yerleştik. Evimizi de beğendik. Fakat en nihayetinde dört duvardır. Canımız sıkıldı. Bunaldık. Aklımıza geldi: "Filancalar da yakında oturuyor!" Nerede? Bir arka sokağınızda. Yani bir arkanızda oturan sevdiğinizi ziyarete gideceksiniz. Nasıl gidersiniz? Arasokaktan mı? Hatırlarsanız size bu şehirde hiçbir arasokak olmadığını söylemiştim. Duvardan atlayarak mı? Bu normalde mümkün. Ama diyelim ki: Hayal kentimizde buna da izin yok. Hatta mümkün olduğu da bilinmiyor. Evin duvarını yıkarak mı? Abarttınız. Gerçi yaparsınız. Ancak diyelim ki: Bu hayalde buna da izin verilmemiş. Tek yol var: O dairenin tamamını dolaşıp bir üst daireye ulaşacak ve bu uzun yolculuktan sonra ancak bir arka sokağınızda veya caddenizde oturan akrabanıza ulaşabileceksiniz.

Ziyaret ne çok güçleşti öyle değil mi? Tıpkı bugün yıldızlara ulaşmakta çektiğimiz sıkıntı gibi. Bütün dünyayı dolaşmak gerekirdi, eğer öyle bir şehirde yaşasaydık, aslında size çok yakın olan akrabanıza ulaşmak için. İşte, bazı bilim kurgu filmlerinde de, şöyle birşeyi ima ediyorlar bugünlerde:

Belki evrende de bu şekilde farkedemediğimiz 'solucan delikleri' var. Yani arasokaklar. Yani kısayollar. Biz o arasokakları göremediğimiz için yıldızlara 'ulaşılmaz' diyoruz. Eğer o arasokakları bulabilsek, kullanabilsek, şimdi binlerce ışık yılı olduğunu tahmin ettiğimiz uzaklıkları kapı komşumuza gider gibi kolayca aşabiliriz. Tabii bu teori de, her teoride olduğu gibi, kendisine göre bir âlem tahayyülünden besleniyor. Nasıl bir âlem teorisi bu? Dürülü âlem teorisi.

Dürülü âlem teorisi ne demek? Bu teoriye göre, başta da ifade etmeye çalıştığım şekilde, 'algıladığımız evren' ile 'hakikatteki evren' birbirinden farklı. Biz, komşu bir yıldıza baktığımızda bir düzlük üzerinde baktığımızı sanıyoruz, ancak o aslında dürülü. Veya katlı. Ve o kat tam da bize yakın bir yere denk geliyor başka bir boyutta. Bizim şahit olduğumuz boyutlardan daha aşkın bir boyutta. Belki o uzaklardaki yıldız aslında bizim bir arka sokağımızda oturuyor.

Fakat biz o ara sokağın 'mümkünlüğünü' henüz bilmediğimiz için dairenin tamamını dolaşarak ona ulaşmaya çalışıyoruz. Bu dürümün nasıl bir dürüm olduğunu bir farkedebilsek herşey çözülecek. Tıpkı dünyanın yuvarlıklığını farkedince Batı'ya gidip Hindistan'a ulaşabileceğini farkedenler gibi olacağız.

Tabii bunlar sadece teori. Ben bu somutlaştırıcı örneği aslında varolan başka bir 'dürülü âlem'e gözümüzü açabilmek için kullanıyorum. Esma âlemine... Evet, aynen böyle, mürşidim Kur'an'daki fezlekelerin hikmetini izah ettiği bir yerde diyor ki: "Cenab-ı Hakkın mensucat-ı san'atını beşerin önüne yayar, sonra onları Esma içinde dürüp toplar." Ne demek bu? Yani: Kur'an'da, bazı ayet-i kerimelerde, Cenab-ı Hakkın kainattaki sanatı değişik örnekleri üzerinden anıldıktan sonra, bazı isimleri zikrediliyor. Bu zikredişte bir maksat var. Böylece o sergide önümüze açılan örnekler isimlerde dürülmüş oluyor. Birbirlerine yakınlaştırılmış oluyor. Geçişler kolaylaştırılmış oluyor. İşte bunu izah edebilmek için yukarıdaki laf kalabalığıma ihtiyaç vardı.

Bana öyle geliyor: Cenab-ı Hakkın Esmaü'l-Hüsna'sı, güzel isimleri, aslında varlığın ara sokakları gibi. Kur'an'da, Allah'ın sanatının anlatıldığı yerlerde Cenab-ı Hakkın isimleri öğretildiğinde, biz, daha önce sahip olmadığımız birşeye sahip kılınıyoruz. Nedir o? Arasokakların bilgisi. Bu bilgiye ulaştığımızda artık bu türden her meselede o isimler üzerinden bağ kurabiliyoruz. Bir karıncanın yediği şeker tanesinden tutun bir çiçek yaprağının güneşlenmesine, bir karadeliğin koca yıldızları yutmasından tutun bir bebeğin anne memesinden süt emmesine kadar, Allah'ın Rezzak ismi sayesinde sıçramalar yapıyoruz.

Evet, evet, akıl ve kalbimiz bu arasokaklar sayesinde sıçramalar yapıyor. Tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi. Herşeyin binler kanunla birbirine bağlandığını görüyoruz. Yani eşyanın Esma'sından dürülü olduğunu, sarılı olduğunu, katlı olduğunu ve o deliği bulunca varlıkta her yöne doğru mesafeler alınabildiğini görüyoruz.

Hatta Esmaü'l-Hüsna'nın sadece 'eşyadan eşyaya' değil 'dıştan içe' veya 'içten dışa' geçişkenliği de var. Bazen oluyor içimizde farkettiğimiz bir sırrı âlemde kovalıyoruz. Bazen oluyor âlemde farkettiğimiz bir sırrın izlerini kendimizde kolluyoruz. Bu geçişler ancak Esma koridorlarını kullanmakla mümkün kılınıyorlar. Çünkü bu isimler Vahidiyet ekseninden bakılınca bütün varlığı kuşatmış oluyorlar. Hiçbir 'olan' sadece bizde olmuyor. Hiçbir 'olan' sadece orada olmuyor. Onun olmasının bağlı olduğu kanuniyetin bir ucu da bizde tecelli ediyor. Güneş dünyayı çekiyor. Dünya ayı çekiyor. Sen de âşık oluyorsun.

Sözü çok uzattım. Bir de şunu söyleyip bitireyim: Esmaü'l-Hüsna'nın bir geçişkenliği de fıkh-ı ekber, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın arasında mevcuttur. Yani Allah'ın isimleri bu üç fıkıh arasında da koridordur. Örneğin: Fıkh-ı ekberden (akaidden) aldığımız bir dersi bu sokaktan geçerek fıkh-ı batına (tasavvuf) taşıyabiliriz. Cenab-ı Hakka iman edişimizin şekliyle/içeriğiyle kendi içimizdeki dengeleri düzeltebiliriz. Aynısı diğer formülasyonlar için de geçerlidir. (Ancak bu noktada bağlayıcılık sırasının öncelikle fıkh-ı ekber ve fıkh-ı zahirde olduğunu belirtmeliyiz.) Bu üç fıkhın arasındaki irtibat noktası, kanaatimce, Esmaü'l-Hüsna'dır. Esmadan bahseden akaid, fıkıh ve tasavvufu birbirine bağlar veya bağlayabilir. Bir sözünü çok söze dönüştürebilir.

Evet. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." diyenlerden aldığımız dersle belki biz de diyebiliriz ki: Herşey hakikatinde dürülüdür. Hakikatine ulaşan orada toplanmış olan herşeye geçiş yapabilir. Hikmet avcılığında bulunabilir. Allahu'l-alem.

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Peygamberimiz (a.s.m.) karadeliklerden bahsetmedi mi?

"Kul, yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince, bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde 'yalancılar' arasına kaydedilir." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5203

Bu bana ilginç gelen bir benzerlik. Herkese öyle gelecek mi bilemem. Belki de, okuyup bitirdiğinizde, "Amma sallamışsın ha!" diyebilirsiniz. Eh, bir yazar olarak göze almam gereken bedeller var, farkındayım. Bunu da alacağım. O zaman şöyle bir yerden başlayalım konuşmaya: Karadelikler...

Karadeliklerin ne olduğunu az-çok hepimiz biliyoruz artık. (Bilim kurgu filmleri sağolsun.) Uzayda varolan ve güneşimizden kat kat büyük yıldızların kendi içlerine çökmesiyle oluşan gezici-süpürücüler. Evet, süpürüyorlar, çünkü güzergâhları üzerinde yeralan herşey onların cazibesine kapılıp içlerinde yokoluyor. (Veya başka bir yere gidiyor.) Belki de, ism-i Kuddüs penceresinde bakınca, uzayın akbabaları denilebilecek şeyler onlar. Yahut köpekbalıkları. Yahut dökülenleri kovalayan karıncaların delikleri. Dolaştıkları yollarda denk geldikleri şeyleri süpürerek varlığın dengesi için gerekli bir temizliği sağlıyorlar. Kimbilir? 30. Lem'a eşiğinden düşününce mümkün görünüyor.

Fakat yazı bunun hakkında değil. Bu tâli meseleyi çabuk geçelim. Sizi 2. Lem'a'ya götürmek istiyorum ben aslında. 2. Lem'a, Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasıyla başlayan yolculuğunda, günahların kalpte 'siyah nokta'lar meydana getirdiğini anlatan hadis-i şeriflere bakışımızı derinleştiriyor. Nasıl? Onların insan tabiatında oluşturduğu sapmayı teşhis ederek yapıyor bunu. Yani; ilgili hadislerde, kalbin günahlar tarafından siyahlandırılması meselesini, Bediüzzaman, imandan küfre giden sürecin psikolojik işleyişi olarak okuyor. Kendi izahlarıma başlamadan önce mürşidiminkini alıntılayayım:

"Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler—neûzu billâh—mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Bu teşhis, aslında, bugünün modernist akımlarını ve önderlerinin psikolojisini anlamak noktasında da bize kıymetli bir bakış açısı sunuyor. Hz. Ömer'e (r.a.) atften işittiğim "İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız!" cümlesinin hakikati buradan bize gözkırpıyor. Nasıl? Hadi hayal kuralım: Kalbinizi uzay gibi düşünün. Bir her bir iman hakikatinin bir yıldız olduğu; salih amellerin, iyi düşüncelerin, güzel ahlakın o yıldızların etrafında gezegenler gibi döndüğü kocaman bir uzay! (Uzay zaten kocaman olur.) Günahlar ne olur bu düzende? Onlar nereye konulur? Hangi sembolle ifadeleri gerekir?

Arzularımız manevî dünyamızın kütle çekim kuvvetleridir. İçimizdeki taşları birbirine bağlı tutan nizamdır. Günahların da bir çekim kuvveti var. Tıpkı karadelikler gibi. Ahlakınızda meydana gelen herbir sapma, bir içe çöküş, daha sonra onun tekrarından meydana gelen kem alışkanlık, ikinci bir fıtrat olup kendisini bize dayatmaya başlar. Bir 'siyah nokta' veya bir 'karadelik' oluşturur.

Neden böyle olur? Çünkü alışkanlık da ikinci bir fıtrattır. Sahte bir fıtrattır. Doğal olan, olması gereken, olmazsa olmaz olan kendisiymiş gibi bünyeye baskı yapar. Terkinde fıtrî olan terkediliyormuş gibi azap verir. (Madde bağımlılarının halini düşünün.) Karadeliklerin, yanından/içinden geçerken bir sistemin düzenini çekim kuvvetleriyle bozmaları gibi, içinizin dengesi de bu günahlarla bozulur. Onun oluşturduğu temayülden/arzulardan/baskılardan itikadınız etkilenmeye başlar. Hemen olmaz bu. İlk seferde olmaz. Ancak karadelik kalbe girmiş olur. Tevbe ile o arzunun çekim kuvvetinin kırılması gerekir. Pişmanlık bir arzu-kırıcıdır. Bir dalga-kırandır. Bir 'kötülük dengeleyici'dir.

Peki kullanılmazsa ne olur? Süreç aksi yönde işlemeye başlar. Karadelik büyür. Çevresini siyahlandırır. Kütlesini arttırır. Karadeliğin kütlesi büyüdükçe oluşturduğu çekim kuvveti de artar. Ve bir noktada bu çekim o kadar şiddetlenir ki, sisteminiz, sahip olduğunuz itikadî düzende direnemez olur. Kıyametiniz kopar. Yıldızlarınız dökülür. Güneşiniz dürülür. Kendinizi karadeliğin dünyasındaki yıkıma bırakırsınız. İtikadınızın çekim kuvvetinden boşalırsınız. İşte küfür böyle 'imanda direnecek gücü kalmamış kalbin acizliği'dir.

Karadelikler hakkında birçok teori var. Bu teorilerden birisi de, bilim kurgu filmlerinde sıklıkla işlendiği üzere, meydana getirdiği çöküşün âlemin iki farklı noktası veya iki farklı âlem arasında bir kapı oluşturduğu. Yani, varolduğu yüzeye o kadar baskı yapıyor ki, onu, ta başka bir âleme kadar çökertiyor. İnce bir kekin üzerindeki fındığa parmakla bastırarak onu tabağın dibine indirmeniz gibi. Yüzeyle taban arasında bir kapı oluşturmuş oluyorsunuz böylece. Bediüzzaman'ın "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." sözü de bu noktada daha bir anlaşılır oluyor. Günah işledin. Yüzeye bastırdın. Yüzey tabana yaklaştı. Hayatındaki sapma itikadî sapmaya doğru evrilmekte. İstiğfar ile parmağını kaldırmazsan bu kapıdan geçişler olabilir. Dikkat et.

Son olarak Kur'an'da geçen 'esfele's-safilîn' ifadesine dokunmak istiyorum buradan uzanıp. Çünkü ben de çökerttiğim yerden oraya uzanan bir yol görüyorum bencileyin. Sorularla ifade edeyim: 'Aşağıların en aşağısına' inmek, acaba, günahın/küfrün bu karadelikleri benzer yapısıyla ilgili olabilir mi? Yani, insanın 'ahsen-i takvim' mahiyetindeki çöküşlerine/batışlarına işaret olabilir mi? Kendi katlarında iniş yapmasına gönderme yapıyor sayılabilir mi? Kimbilir... Burada haddimizi aşıp sözü uzatmayalım. 'Allahu'l-alem' deyip bırakalım. Allah bizi kendi çöküşlerimize kapılmaktan korusun. Âmin.

12 Ağustos 2014 Salı

Bir ayet, iki yedi, iki metin, iki tefekkür

Bu yazının nihayetinde birşey soracağım. Aslında yazıyı yazmaya ilk başladığımda o soru ilk paragrafı oluşturuyordu. Fakat anlaşamadık. Bu yazma işi de Bediüzzaman’ın hava, su, nur benzetmesinde olduğu gibidir biraz. Tutmaya çalışsanız tutamazsınız. “O nur elinizi mesken ittihaz etmez.” Muntazır beklemektir tek deva. Oturarak beklemeniz hoşuna gitmezse, ayağa kalkarsınız. İlk cümlenizi beğenmezse, o cümlenin yerine yenisini denersiniz. Dansa doğru ayakla başlamaktır bütün mesele. Bazen komple bir yazı, adımınızdaki inadınız yüzünden boşuna olur. Bazen de böyle ilk paragrafınız, oraya yakışmaz, sona gelir. Neyse, yeterince lafı dolandırdım sanırım, hâlâ durmadan yazabildiğime göre asıl konumuza girebiliriz: 
Bugün sizinle Bediüzzaman’ın, Kur’an’da sıklıkla geçen ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tefsir edişini konuşmak istiyorum. Külliyat içinden iki referans metin kullanacağım bu yolculuk sırasında. Yolun iki yanındaki manzaralar diyelim bunlara isterseniz. Onlardan birisi, 12. Lem’a. Ki bana göre ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin afakî tefekkürünü içerir bir metindir. Bediüzzaman orada ‘yedi yer’ ifadesini pekçok farklı şekilde tevil ettikten sonra, yedi gök ifadesinin de bunlara teşbih olduğunu söyler.  “Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl yedi kat semâvâtı halk etmiştir (…)” dedikten sonra ‘yedi kaide’ sayarak, o kaideler ışığında eşyayı ‘aynı malzemeden yaratılsa da (esir) farklı aşamaları olan bir hilkate maruz’ olarak anlatır. Yani yaratılış aynı Zat’ın tasarrufudur. Fakat Zat’ın aynılığı eşyanın bitamam aynı olmasını gerektirmez. Aksine, araya esmanın çok renkliliği girer ve ‘aşamalar’ veya ‘derinlikler’ veya ‘mertebeler’ oluşur. Uzaydaki farklı galaksi yapıları da o kısımda verilen örneklerdendir.
Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki, bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur (…)
Toparlarsam: 12. Lem’a boyunca farkedersiniz ki; Bediüzzaman, ‘yed gök ve yer’ ifadesini Kur’an’ın bize öğrettiği bir ‘eşyaya bakış açısı’ olarak yorumlar: Madde bir çeşit değildir. Onda aşamalar, derinlikler, mertebeler vardır. Kur’an’ın da bu ifade ile dikkatimizi çekmek istediği şey; bu çoklu yapıya çoklu bakılabilmesidir. Varlık, lahana gibi görülmelidir tabir-i caizse. Her bildim sandığınız yaprak, kaldırıldığında yeni bir bilinecek şey karşınıza çıkacaktır. Katmanlar bitmeyecektir. Belki ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin dikkatimizi çekmek istediği şey biraz da Lee Strobel’ın, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında, Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ikilisine sorduğu sorunun aldığı cevaptır:
Uzayda bu kadar çok boş mekan var. Bu müsrifçe ve gereksiz değil mi?
Çünkü evren keşif için tasarlandı. Bizlerin keşfedecek birşeylere ihtiyacımız var.
Bunu, burada bırakalım. Şimdi yolculuğumuz 33. Söz’ün 19. Penceresine. (Biraz enfüsî bir yolculuk olduğunu düşünüyorum yapacağımızın.) 19 Pencere şu ayet-i kerime ile başlıyor: “Yedi gök ve yer; ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin.” İsrâ sûresinde geçen bu ayet, başta geçmesinden anlıyoruz ki, 19. Pencere boyunca tefsir edilecek. Fakat durun! Hani 12. Lem’a’daki izahlar? Nereye gitti göğün ve yerin katmanları, farklı galaksiler, hayata menşe olabilecek başka küreler falan? Nerede kozmik âleme dönük tefekkürlerimiz? Bu pencere boyunca hiçbirini bulamıyoruz. Aksine; Bediüzzaman, bu pencere boyunca aynı ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tamamen başka bir düzlemde anlıyor. Melekutî bir düzlemde. Enine değil, boyuna bir tefekkürle. Esmaya doğru uzanıyor oradan. Bakalım:
Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
Hani bizim yedi gök ve yer? Nerede? Şaşırmayın dostlar, aslında Üstad Hazretleri bu sefer yedi gök ve yeri daha farklı yorumlayacağının sinyalini vermişti: “Evet, herbir nebat, herbir ağaç pekçok lisân ile Sâni’lerini öyle gösteriyorlar ki…" Bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman burada 12. Lem’a’nın aksine, yedi gök ve yer’i bir çok dillilik ve çok renkliliğin uyarısı olarak algılıyor. 12. Lem’a’da eşyanın çok mertebeliliğine dikkat çekmişti. Burada ise aynı yedi kelimesi üzerinden eşyanın derinliğine dikkat çekti. 12. Lem’a bir enine yolculuktu. 19. Pencere bir boyuna/derinliğine yolculuk oldu. Tesbih=Nizam, içre ilim, içre mizan, içre dikkat, içre sanat, içre maharet, içre nakış, içre lütuf ve kerem, içre zinet, içre rahmet, içre ihsan. Ve onlardan yürünen esma-yı İlahî. Hatta ‘yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını’naya gidersek, şuunat-ı İlahî.
Gördüğünüz gibi burada da Bediüzzaman Hazretleri ‘yedi’yi kozmik düşünmedi. Aynı nesnede aşılacak, Allah’ı gösterecek katmanlar olarak tefsir etti. 18 Pencerede de bize melekut tefekkürünü böyle öğretmemiş miydi: Eşya, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat, zat. Bakınız, bu da yedi ediyor.
Şimdi başta vadettiğim soruya geleyim: Afakî tefekkür ve enfüsî tefekküre dair bir sürü bilgi var kafanızda mutlaka. Tarifini de çoktan öğrenmişsinizdir. Fakat ben yine de ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin iki tefekkür şeklini gözlerinizin önüne sererek sormak istedim: Acaba enfüsî ve afakî tefekkür arasındaki fark böyle birşey olabilir mi? Yani birisinde hüner genişlik, diğerinde hüner derinlik? Enfüs içindeki nefs’ten kastedilen ‘melekutî derinlik’ sayılabilir mi? Yukarıdaki gevezeliğim bu soruyu sormak içindi.

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir kendini kandırma yöntemi olarak: Herkesleşme

"Hem deme, 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır." Sözler'den.

Günahkârlık vicdan azabıdır. Ve insan içindeki bu baskıyı yenebilmek için demagojiye sapar. Aklını nefsi yoluyla iknaya çalışır. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: '(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı'r. Bediüzzaman da benzer bir meseleye Lem'alar'da temas eder: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Vicdanın azabı 'hatırlatma' nevindendir ve insan en çok hareketin sarhoşluğu ile onu bastırmayı dener. (Meşgul olmak da bir sarhoşluktur.) Hareketin sarhoşluğundan sonra gafletin en etkili araçlarından birisi ise 'herkesleşme'dir. Yani; herkesin yaptığını yapma, söylediğini söyleme, yürüdüğü yöne yürümektir. Herkesleşme kurtuluş değil kaçıştır. Başını benzerleriyle dolu bir kitlenin içine sokmaktır. Meşrulaştırma aracı olarak kullanılır çoğu zaman. İncil'de bile denir: "Kötülük için kalabalığı takip etme..." Kur'an-ı Kerim de defalarca bu noktada uyarır insanları. Atalarının yaptıklarını yapmaya devam edenlere; "Ya onlar yanlıştaysa?" diye sorar. Hatta yine Bediüzzaman, insandaki bu hastalığa temas eder bir metninde:

"Deme: 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor. Hem deme: 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır."

Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü isimli eserinde modern bilimin 'üç herkesleştirme çabasını' masaya yatırıyor. Birincisi: Evrim. Kitabın evrimi analiz ettiği bölümlerde görüyorsunuz ki; evrimin felsefesi sadece bilimle ilgilenmiyor, teolojik zeminde insanın tasarım ürünü olduğunu inkâr etmek istiyor. Öyle ya! Özellikle yaratılmazsanız özel sorumluluklarınız da olmaz. Özellikle yaratmamışsa Allah sizinle neden ilgilensin? Neden sizin hayvanlardan daha fazlasını yapmak gibi bir sorumluluğunuz olsun? Evrim tam da bu maksatla insanın hilkatteki biricikliğini yitirmesini murad ediyor. Eğer insan gelişgüzelse, tesadüflerin ürünüyse, yani 'özel bir dokunuş' yoksa hilkatinde, o halde neden herkesleşemesin? Bir ayrıcalığı yok ki.

Kitapta analiz edilen ikinci 'herkesleştirme' taktiği ise şu: Çoklu/Paralel Evrenler Teorisi. Peki ne demek bu? Paralel evrenler düşüncesi, yine yaratılışın (ama bu sefer kozmik/makro âlemde yaratılışın) 'özelliğini' yitirmesini istiyor. Bakıyor ki: evrende çok hassas kanunlar ve o kanunlar işlemezse varolamayacak bir hilkat var. Allahın varlığını ve iradesini, bütün bu nizamın özel bir seçimle olduğunu kabullenmek istemiyor.

Peki, ne yapacak? Âlemin tevhidine/birliğine engel olmaya bakacak. Diyor ki o zaman: "Belki de ihtimal âlemlerinin hepsi oluştu. Ama bir tanesi, içlerinden yalnız biri, bütün şartları uygun olduğu için varlığını devam ettirebildi." Yani tabir-i caizse diyor ki: "Varlık için trilyonlarca kez zar atıldı. Artık bir tanesi de mutlaka doğru şıkka denk gelmiştir canım. Özel bir tasarım olduğumuzu düşünmeye gerek yok. Biricik değiliz." Fakat kitapta kendisiyle söyleşi yapılan bilimadamlarından William Lane Craig bu zandaki hatayı şöyle ortaya koyuyor:

"Bu sadece metafizik. Hiçbir bilimsel dayanağı yok. Teorinin öne sürdüğü şekilde paralel evrenler olmasına inanmak için elde ne bir delil ne de bir sebep var. Şüphecilerin böylesine tuhaf bir teoriyle ortaya çıkmalarının amacı, temelde, evrendeki hassas ayarın çok kuvvetli bir şekilde ve doğrudan doğruya şuurlu bir tasarımcıya işaret ediyor oluşu ve bazıları böyle bir sonuçtan kaçmak için herşeyi öne sürebilir."

Kitapta 'herkesleştirme'nin üçüncü yöntemi olarak anlatılan şeyse, modern bilimin, dünyanın özel kozmografik durumunu (ve dolayısıyla hayatı) evrenin her yerinde bulunabilir birşey olarak göstermesi. Kitapta bu düşüncenin özetleşinişi şöyle: "Onlara göre yaşam hazır çorba gibidir: Yalnızca su eklemek yeter. (...) Kısacası, yeryüzünün hiçbir ayrıcalıklı özelliği yoktur." Lee Strobel, devamında ise şu gerçeği haykırıyor: "Evrenin, gelişmiş medeniyetlerin çiçek açtığı bir sera olduğu fikri, yeni bilimsel keşifler tarafından bir kenara atılıyor."

Kopernik'le başlayan, hayatı ve dünyayı sıradanlaştırma, yani evrenin merkezinde değil, sıradan bir yerinde ve sıradan bir şekilde varolmuş görme meyli, giderek yok oluyor. Bilimin Yeni Hikâyesi isimli eserlerinde Robert Augros ve George Stanciu bu durumu şöyle özetliyorlar: "İnsanın fiziksel olarak evrenin merkezinde olmasa bile, onun (evrenin) amacının merkezinde olduğu aşikâr." Fizikçi Freeman Dyson'ın New York Times'ta yayınlanan kanaati ise şöyle: "Evren bir şekilde bizim geliyor olduğumuzu bilmiş olmalı."

Evrenin başka köşelerinde hayatın varolmasının güçlüğü, dünyanın evrende bulunduğu uygun yer, güneşimizin özellikleri, diğer gezegenlerin, özellikle jüpiterin, bize sağladığı koruma; konumumuz ve ayın buna kattığı denge... Daha bunun gibi yüzlerce delille kitapta anlatılıyor ki, insan/dünya hakikaten biricik. Ve hakikaten bütün bu düzen onun hilkatini bekler yaratılmış. Ve bu biriciklik: "O zaman beni böyle ince ince tasarlayan benden ne istiyor?" sorusunu sormaya mecbur ediyor onu. Ve bu soru gafletin dağılma sürecinin başı oluyor. Bediüzzaman'ın pekçok yerde (özellikle hayattaki) bu merkeziyete temas eden izahları dikkat edilesi:

"Demek, 'Bismillahirrahmanirrahim' sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvânıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, 'Bismillahirrahmanirrahim' yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Kainatın meyvesi olmak, yani biriciklik, insanî arşa nasıl çıkarıyor bizi? Durduğun yerin sorumluluğunu kabul ederek mi? Peki insanî arş nedir? Acaba bir farkındalık mertebesi midir? Allah'la arandaki ilişkinin diğer varlıklardan daha üst ve daha biricik olduğuna uyanmak mıdır insanî arşa çıkmak?

Buradan bakarsan; "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" sırrı ne düzeyde görünür? Belki de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama verilen önem, bu değer bildirimi, onun sembolize ettiği varlık sırrına verilen önem, insanın evrendeki biricikliğine çekilen dikkat ve onun arkasından gelen karşıkonulmaz sorumluluktur. Öyle ya! Özellikle yaratıldıysan özellikle sorumlu tutulduğun şeyler de olmalı.

Allahu'l-A'lem. Bütün bunlar birbirine bağlı galiba. Eğer biricik olduğunuzu farkederseniz, hatta ne kadar çok farkederseniz, o kadar çok kulsunuz. "Ben de herkes gibiyim" dedikçe de kesrette kayboluyorsunuz. İsterseniz buradan da Nur sûresi 63'e gidelim: "Allah arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir..." Herkesleşme arkadaşım. Başkasının omuzlarının ardına saklanmaya çalışma. Çünkü herkesleştikçe kaybediyorsun.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...