NASA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NASA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mayıs 2019 Cumartesi

NASAistler bunu da açıklasın!

Göğün direksiz yükseltildiğini söyleyen bir ayet bugünün insanına ne anlatır? Yoksa "Yahu bizim bugün astronomimiz var, NASA'mız var, bilmem kaç türlü uzay aracımız, uydumuz, teleskobumuz, üstelik uzaydan malumat verir fizik-matematik-kimya bilgimiz var. Dahası: Karadeliklere kavuşur fehmimiz, 'big-bang'e kafa yorar fikrimiz ve aynı anda "Dünkü pastadan bir dilim kalmış mıdır acaba?" diye buzdolabının ahvalini merak eden aklımız var. Yani var, var, var, varoğlu var. Her türlü imkanımız var. Bunları çoktan çözdük biz!" mi der?

Onun toz kondurmadığı gururu kendisinin olsun. Ben böyle diyemiyorum. Çünkü mürşidim bana öyle öğretmiyor. Evet. 30. Lem'a'nın ism-i Kayyum bahsinde, Bediüzzaman, mezkûr ayette ilk bakışta anladığımdan aşkın birşeyler de sakladığını gösteriyor. Ne mesela? Hop! Yağma yok sevgili arkadaşım. Önce bahsi geçen ayetin kısa bir meailini alıntılayacağız: "Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız."

Tamam. Meailimizi alıntıladık. Şimdi mürşidimin bize öğrettiklerine gelelim. Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman'ın 'göğün direksiz yükseltilmesini' bizden daha üst bir şekilde okumayı seçiyor. O, Furkan-ı Hakîm'in böyle demekle, 'boşlukta olanların da aslında başıboş bırakılmadığına' dikkatlerimizi çektiğini düşünüyor. Ve diyor: "Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, 'Göğü direksiz yükseltti!' sırrıyla durdurup, kıyam ve bekà verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa, hiçbirşey kendi başıyla durmaz, hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek."

Yani onun yaptığı okuma bir tür yaslanma kanunu üzerine. 'Yaslanma kanunu' ne demek? Fakat bir saniye! Ben sana yanlış yaptım arkadaşım. Kayyumiyetin ne olduğunu biliyormuşsun gibi hareket ettim. Belki de bilmiyorsun. O halde kısacık da olsa bir tarifini neden denemeyelim? İşte geliyor: Kayyumiyet Cenab-ı Hakkın herşeyi ayakta tutmasıdır. Daha doğrusu varettiklerini 'var'da tutmasıdır. Yani o Rahman'ın yarattıklarıyla ilişkisi "Bir kere yarattı. Tamam. Bitti. Daha karışmıyor!" ilişkisi değildir. O, pekçok ayette de altını çizdiği üzere, varlığı başıboş bırakmaz. Her an yaşadıkları değişimler, gelişimler veya yıkımların tamamında isimleriyle, sıfatlarıyla ve tasarruflarıyla yanlarındadır. Burada 'yanlarındadır'ı Allah'a mekan izafe etmek anlamında kullanmıyoruz arkadaşım. Ona da bir dikkatini isterim. Sakın yanlış anlayayım deme. 'Kontrolünde tutmak' bağlamında 'aklımıza yanaşsın diye' tercih ediyoruz bu kullanımı. Yoksa elbette Allah mekandan münezzehtir. O yarattıklarının her türlü kusurlarından münezzehtir. Âmenna!

Zaten ayetin devamında gelen 'istiva etti'yi de bu nedenle 'hükmü-tasarrufu altına aldı' diye tefsir ediyoruz. Evet. Senin de dikkatini çekmiştir: Direksizliğin ardından zikredilen herşeyde bir 'kontrol altında tutmak, idare etmek, yaratmak, takdir etmek' vurgusu var. "(...) sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız." Yani; ne güneş, ne ay, ne zaman, ne mahlukatın işleri, ne de ayetlerin açıklanması; hiçbirisi 'akışına bırakılmış' değil. Hepsi takdirler üzerine gelişiyor.

Akıp gitmeleri 'akışına bırakıldıkları' anlamına gelmiyor. Hepsinin hesaplanabilir aidiyetleri var. Uydukları yasalar var. İşlerinde düzenlilik var. Belirginlik var. Güneşin ne yaptığı belli. Ayın her dönüşü hesaplı. Evrendeki herşey zamanlı. Bunun bize açıklanmasının hikmeti de şu: Başıboş bırakılmadığımızı bu düzeyde farkedersek Rabbimize kavuşacağımıza da iman ederiz. Madem buraya gelişimiz, yaşayışımız ve hatta tüm yaşananlar başıboş değil, o halde biz de başıboşluktan gelen bir boşuboşunalıkla helak olmayız. Elbette bize sırr-ı imtihanla bırakılan 'özgürlük alanımızdan' hesaba çekiliriz. Hem korkmayalım yani. Kontrol altındayız.

'Yaslanma kanunu'na geri dönelim. Arkadaşım, duyunca herhalde sen de katılıverirsin, biz 'yaslanma' ifadesini 'irademizden çıkma' bağlamında da kullanırız. Hemencecik bir misal: Ev taşıdığımızı düşünelim. Eşyanın taşıma sürecinden çıkması ne iledir? Onları bir yerden alıp başka bir yere bırakma iledir. Yani onları daha önce yaslandıkları yerden alır ve yine yaslanabilecekleri başka şeylerin yanına götürürüz. (Üzerinde durmak da bir tür yaslanmadır aslında.) Bununla başardığımızda da aslında şudur: O şeyin varlığının sağlıkla devamı dikkatimizden çıkmış olur. Evet. Taşırken varlığı daha fazla bize bağlı idi. Düşürsek kırılırdı. Duvara vursak çizilirdi. Fazla sıksak çatlardı. Bırakmasak belimiz kopardı. Ama ne zaman ki güvenli bir yer bulup onu oraya yasladık, üzerine koyduk veya bıraktık, işte, o zaman varlığını da irademizden/dikkatimizden çıkarmış olduk. Elhamdülillah. Rahatladık. Çünkü biz sınırlıyız. Varlığına şahit olduğumuz herşeyi her an elimizde, aklımızda, dikkatimizde veya kalbimizde tutamayız. Aciz düşeriz. Dayanamayız. Belki de çıldırırız. Sevdiğimiz herşeyin sağlığını her an dikkatimizde tutmak kafayı yedirir bize. Allah korusun.

Ama Allah onları da korusun. Çünkü onları seviyoruz. O halde bunca şeyin varlığı bu kadar düzenle nasıl devam ediyor? İşte Cenab-ı Hak ayetteki bu 'direksizlik' ihtarıyla bizi 'göremediğimiz bir direğe' yönlendiriyor. Daha doğrusu her an değişim içinde olan varlığın hareketlerin bir mutlak iradenin kontrolünde sürdürüldüğüne dikkat çekiyor. Biz elimizden bırakmaya muhtacız. O muhtaç değil. Biz yoruluruz. O yorulmaz. Biz kırarız. O kırmaz. Biz bir yerde kendi haline bırakmak zorundayız. Ama o bunun zorunda değildir. Hem âlemi başıboşluk üzerine yaratmış da değildir. Çünkü başıboş olan şey düzensiz de olur. Sen bir saat çocuğunu sokakta başıboş bırakabiliyor musun? E-5'te arabanın direksiyonunu bırakıp kestirebiliyor musun? Eve gelen faturaların kendi kendilerine ödenmelerini umuyor musun? Sen bu kadarcık işi gelişgüzelliğe bırakmazken Cenab-ı Hak yarattığı âlemi bırakır mı hiç?

Yani, özetle, bu âlem hiçbir direğe yaslanmıyor arkadaşım. Bu âlemin direği direksizlik. Direksizlik ne demek? Direksizlik işte Allah'ın Kayyumiyetidir. Tabir-i caizse her anda hükmü süren dikkatidir, hikmetidir, rahmetidir, idaresidir, yönlendirmesidir, rububiyetidir.

Onun Kayyumiyetine iman etmezsek biz bu varlığın şu düzenliliğini açıklayamayız. Her an yüzbin dikkat isteyen milyon işin ahenkle sürmesine akıl-sır erdiremeyiz. Hayretten kafayı sıyırırız! Üstelik burada kalbimize de büyük bir teselli vardır. Nasıl? Yaşadığımız boşluklara da buradan bir tedavi bulabiliriz. Eğer Cenab-ı Hak hiçbirşeyi başıboş bırakmıyorsa yaşadıklarımız da bizim yörüngemizin hikmetli parçalarına dönüşmez mi? O süreçlere bakışımız değişmez mi? Bu bakış bizi yalnızlık hissinden kurtarmaz mı? Öyle ya, ayet-i kerime hatırlatıyor, dönüşümüz yine onadır. Ondan gelip ona dönen yolunu hiç kaybeder mi? İşte ben de, elhamdülillah, mürşidimin söylediklerinden buna benzer birçok şey anladım canım arkadaşım. Sen benden fazlasını farkedersen benimle paylaşmayı unutma. Biliyorsun. Aynalar koridorunda herşey paylaşıldıkça çoğalır. Taşlar ise paylaştıklarını eksiltirler.

11 Aralık 2014 Perşembe

Güya Allah'ı takdis ederken...14: Science dergisine imanı, Buharî'den fazla

Bence Mustafa İslamoğlu kasıtlı bir şekilde iki şeyin ayrımını yapmıyor ve yaptırmıyor. Bir ilmin suistimali başkadır, o ilmin hakikatini inkar etmek başkadır. Örnek verirsem: Bir insan, yıldızlara bakarak, ona göre kartlar açarak işkembe-i kübrasından size kaderinizi haber veriyormuş gibi sözler söyleyebilir. Bu onun şarlatanlığıdır. Ama diğer taraftan, astronomi diye bir ilmin varlığını, sırf birisi yıldızlara bakıp şarlatanlık yapıyor diye inkar edemezsiniz. (NASA kadar kafanıza taş düşer.)

Yine mesela Jim Carrey'nin başrolünde oynadığı 23 Numara filminde olduğu gibi, matematik eksenli bir psikolojik takıntı, bir hastalık olarak, hayatın tamamını o rakam ekseninde açıklamaya itebilir sizi. Ama bu da matematik diye bir ilmin varolduğunu ve Kamer sûresinde buyrulduğu gibi 'herşeyin bir ölçü ile yaratıldığı/indirildiği'ni inkara götür(e)mez. Evrim teorisine, zaten ispatlanamıyor olduğu için, inanmayabilirsiniz. Evrimi kabul ettirmek için kırk takla atan bilimadamlarını şarlatan görebilirsiniz; fakat bu da biyoloji ilminin bühtanlığına karine olmaz. Ne simyacılar kimyayı iflas ettirir, ne sahte doktorlar tıbbı, ne de evrimciler biyolojiyi ilim olmaktan çıkarabilirler. Yani özetle: Birşeyin suistimali, onun hakikatinin olmadığı anlamına gelmez.

Birşeyin hakikatinin olmadığı ise, o ilmin üzerine inşa edildiği şeyin hak olmadığını göstererek ancak isbat edilebilir. Bediüzzaman'ın kullandığı bir örnek olarak, hindistancevizi misaline gelelim. Hindistancevizi diye birşeyin varlığını isbat etmek, onun yokluğunu isbat etmekten kolaydır. Çünkü ondan bir taneyi getirip gösterdiğinizde, muhatabınız onu görmekle zaten varlığı isbatlanmış olur. Ama yokluğunu isbat etmek için bütün dünyayı dolaşmak, her ağacın meyvesine bakmak, her taşı kaldırmak ve hiçbir yerde olmadığını kesinkes delillendirebilmektir mecbur olduğunuz. İnkarınız mutlaktır çünkü. 'Şurada yok, burada yok!' değildir, 'Dünyada yok'tur. Ha bir kolayı var: Yahut da zatında muhal olduğuna elinizde bir delil bulunmalıdır. (Mesela, kulaklarını çırparak uçabilen bir fil iddiası gibi. Mantık bunun olamayacağını fiziğe bağlı olarak hemen söyler zaten.) Bu noktada "Nazarımda yoktur!" demek ancak sizin o noktadaki körlüğünüze işaret eder. Olmadığını göstermez. Çünkü onun olması için sizin görmeniz gerek-şart değildir. Görüşünüz o şeyin 'lazım'ı olmadığından yokluğuna da tek başına delil olamaz.

Şimdi, Bediüzzaman'ın ulum-u hafi tabir ettiği, ancak şarlatanların da istimal ettiğini görmezden gelmediği ebced/cifir meselesine gelelim. Bir kere, öncelikle şunu öğrenmiş olduk: Birilerinin suistimal etmiş olması, o ilmin olmamasına delil olmaz. O halde kendimizi bir süreliğine Mustafa İslamoğlu olarak hayal edip, tabii hakikatte hazretin aklına erişebilmemiz mümkün değil, bu ilmin olmayışına delil arayalım. Metodumuz ise 32. Söz'den alınmış olsun. Müddeimiz kendine inkar kapısı arasın.

Öncelikle "Allah sayısal mesaj vermez!" deyip en geniş daireden inkara başlayalım. Fakat o da ne? Bilakis, Kamer sûresinde belirttiği ölçülülük hakikatiyle, Kur'an'da; bütün fennî ilimlerin içinde yer alan matematiksellikle, kainatta; iki kitabıyla birden bizim bu iddiamızı yalanlıyor Cenab-ı Hak. Ölçüyle indirdiğini/yarattığını vahyinde sarahaten söylüyor ve ayrıca bütün varlığı da böylesi ölçülerle yaratmış. Nizamı, tedbiri, ilmi, sanatı hep bu ölçülerle okuyoruz. Demek "Allah sayısal mesaj vermez!" hükmümüzün altı boş.

Onu aştık. Bu sefer Kur'an'a yüzümüzü dönüyoruz. Diyoruz ki: "Allah vahyinde sayısal mesaj vermez." Bu sefer de ayetlerde geçen kelime ve kavramların sayısındaki oran, bunun yanısıra Cenab-ı Hakkın yine vahyin içinde yer verdiği 'yedi, bin vs...' gibi rakamsal ifadeler gösteriyor ki; Allah, vahyin içinde de sayısal ifadeler kullanıyor ve sayısal bir ölçülülük var. Yani pekala verebilir ve veriyor. Hatta bunun bir kısmını, geçmiş yazılarımdan birisinde, Niyazi Beki Hoca'nın bir makalesinden alıntılayarak nakletmiştim. Uzatmamak için tekrar alıntılamıyorum. Zaten nette de aratılınca kolay bulunan birşey.

O zaman geriye kalıyor, tıpkı bizim zekavette alemdarımız Mustafa İslamoğlu gibi 'harf düzeyinde' böylesi bir hikmetin varlığını inkar... Yani iddia makamında şu cümleyi deyivereceğiz artık: "Allah harf düzeyinde sayısal mesaj vermez!" Öncelikle karşımıza şu duvar çıkıyor. Varlığın her yerini en ince ayrıntısına kadar sayısal mesajlarla, daha doğrusu 'ölçülülükle' donatan Allah; vahyinin içinde böyle ölçüler kullanmaktan çekinmeyen Allah; hatta tesbihat gibi, zikrullah gibi şeylerde de 33 gibi özel adetlerin istimalini Allah Resulü'nün diliyle emreden Allah; neden harf düzeyinde böylesi bir hikmeti, ölçülüğü kullanıyor olmasın? Olmamasına delilimiz var mı? Kainattan yok. Vahyin içinden de bize destek veren bir ayet yok. Allah Resulü'nün de böyle bir ifadesi yok. Hatta onun olduğu yönünde, eğer İslamoğlu inkar etmese, hadisleri var. Eee? Ne kaldı geriye? Geriye kalan tek yol, bütün Kur'an'ı böyle bir hesaba vurup; olmadığını her ayetin, her kelimenin, her harfin altında göstermek mecburiyetindeyiz.

Fakat dur bir saniye! Bizden önce kaldıranlar olmuş ve onlar hakikaten olduğuna dair şeyler de bulmuşlar. Kim? Mesela Necmeddin-i Kübra, mesela Muhyiddin-i Arabî, mesela Bediüzzaman. Allah hepsinden razı olsun. Yani bu insanlara baksan, onlar da ümmetin sevimlisi, zekisi, akıllısı; tabii bir İslamoğlu olamazlar ama hani az da âlim değiller. Onlar var diyorlar ve hatta yaptıkları hesapların sonuçlarını da takır takır delil diye gösteriyorlar. Peki, bunca isbattan sonra tefsir külhanbeyi hocamızın elinde kesecek ne racon kalıyor? Suistimal. Suistimalden başka delili yok İslamoğlu'nun olmadığına dair. Ha var, bir de karıştırdığı Batı kaynakları var. Kendisinin Science dergisine imanı, Buharî ve Müslim'e olan imanından kuvvetli olduğu için, bütün İslam geleneğini silebilecek bir güç veriyor bu imanı, enesine. Hey yavrum hey! 'Müslüman mahallesinde salyangoz satmak'ın günümüz Türkçesi: Mustafa İslamoğlu olmak!

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...