siyah nokta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siyah nokta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Belki de ben çirkin değilim sen çok yakınsın

Yakından bakılan hiçbir yüz güzel değildir. Gözenekleri vardır. Siyah noktaları vardır. Sivilceleri vardır. Belki terlidir. Yediği yemekten iz kalmıştır. Belki düzgünce de traş olmamıştır. Burun kılları uzamıştır. Dişine maydanoz takılmıştır. Yakından bakarak kimseye âşık olmazsınız. Yanında uzun müddet kalınarak kimseye hayran olunmaz. (Ancak ki o insanın kemali bütün hayatını kaplayan bir kemaldir.) Bu yazıma aranızda hak verecek çokların olduğunu umuyorum. Öncelikle hemen belirteyim: Sosyalmedya düşmanı değilim. Doğru şekilde kullanıldığında pekçok hayrı olduğuna inanıyorum. Nitekim kendim de kullanıyorum. (Hem de istemediğim kadar çok.) Ancak sosyalmedyanın bize kötü birşey yaptığının da farkındayım. Nedir o? Bizi 'an'ların insanı haline getiriyor.

Bazılarımızın bundan bir şikayeti olmayabilir. Ancak özellikle yazar-düşünür kısmımızın olmalı. Çünkü yazmak/düşünmek özünde 'an'a değil 'sürec'e bakan şeyler. Süreçle yetişen, olgunlaşan ve kemalini bulan şeyler. Aklınıza gelen herhangi birşeyi bir twit olarak paylaşmakla bir yazı haline getirmek arasında büyük farklar var. Yazı bir olgunluktur. Üstünde durulmuşluktur. Tekrar tekrar düşünülmüşlüktür. Bir yazıyı ne kadar hızlı yazarsanız yazın, bir saatte bile yazsanız, başından sonuna geldiğinizde başka bir insan olursunuz. Hakkında yazdığınız meseleden bir nebze uzaklaşırsınız. Yazmaktan yorulursunuz.

Yorulmak uzaklaşmaktır. Öfkeniz geçer. Heyecanınız diner. Bu uzaklık aynı zamanda bütünü görme imkanı verir size. Birşey hakkında fazla duygulanmak ona aşırı yakın olmanın (zamansal veya mekansal) alametidir. Uzaklaştıkça duygulanım azalır. Mantık daha rahat işler. Mürşidimin de dediği gibi: Zaman bir müfessirdir. Üzerinden zaman geçen olaylar sizin için bir derece tefsire uğrar. Açıklık kazanır. İnsanlar hakkında yazar. Başkaları başka başka bakış açıları sunar. Siz de o meseleye bakarken olgunlaşırsınız bekledikçe.

Hakkında bir yazı yazsanız güzellikle ortaya koyacağınız, belki daha az yanılacağınız, belki muhatabınızı daha güzel ikna edeceğiniz birşeyi twitlerle anlık iletiler şeklinde tüketmek elinizi zayıflatır da zayıflatır. Sonra tekrar yazacak enerjiniz de kalmaz. Ben bunun sancısını çok çekiyorum. Hem şu da var: Twit attığınız hiçbir mesele arkanızda kalmıyor. Ancak hakkında yazınız olan meseleleri arkanızda bırakabiliyorsunuz. Bu yönüyle twitter'ı yazar katili gibi görmeye başladım. Hatta çoklarını katlettiğini gözlerimle görüyorum. Ahmet Haşim bir yerde 'resim' ve 'fotoğraf' arasındaki farkı ortaya koyarken diyor ki:

"Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı fotoğraf aletinin keşfiyle 'portre' ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiçbir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça sanatkârı resmedeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatının iniş ve çıkışını gözlemek ve onu birçok değişikliklerinde tesbit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görmeğe muvaffak olur. Fotoğraf bu zihnî tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilmez."

Bu metinde ifade edilen hakikatin 'anlık ileti' ve 'yazı' arasında da geçerli olduğunu söyleyemez miyiz? Ben söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Öyle ya! Acele bizi parçayla muhatap ediyor. "Hayır küllî, şer cüz'îdir..." sırrında gizlenen bütüncül bakıştan aklımızı mahrum ediyor. Yazmak yerine twit atmayı seçtiğimiz herşey belki de kürtaj ettiğimiz bir fikir. En iyi ihtimal bir erken doğum. Bebek için yine tehlikeli. Hadi, hepsi için böyle olduğunu söylemek abartı olur, ama yok mu böyle cinayetler? Kaç yazar öldürdü sosyalmedya siz de görüyorsunuz.

Metinlerini okumaktan keyif aldığınız insanların anlarıyla karşılaştığınızda nasıl inkisar-ı hayale uğradığınızı biliyorum. Ben de yaşadım çünkü. Belki bazıları da benimle yaşadı. Bir yazıda güzel olan insan, aslında bir yazı bütünlüğünde güzelliği görülebilen insandır, anlarda değil. (Bazı filmlerin güzelliği de sonuna kadar izlemekle ortaya çıkmaz mı?) Anların adamı olmaya çalıştıkça çirkinleşmeye başlıyoruz. Belki de sosyalmedyadan üzerimize akan çirkinlik de bu açıdan yanıltıcı bir çirkinlik.

Bu insanlar, bir saat yanlarında otursanız siz de bileceksiniz, böyle kötü değiller. Ama o anlarda, o çirkin anlarda, kötüler. Cüz'îde şer daha sık göz kırpmaya başlıyor. Normalde bu anları bilmezdiniz. Şahitleri olmazdınız. Hayatlarını bu kadar yakından görmezdiniz. Ancak devir değişti. Artık o anları size pek kolay ulaştırabiliyorlar. Bu da korkunç değil mi! Örtünemiyoruz. Settar isminin bir perdesini kendi elimizle yırttık. Zamanın örtücülüğünü kullanamıyoruz. Beklemenin olgunluğundan faydalanamıyoruz. Özgürleşirken esir alındık. Ne kadarına ulaşabilirsek o kadarı da bize ulaşıyor. Kimin köle kimin efendi olduğu belli olmayan bir ilişki bu.

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Peygamberimiz (a.s.m.) karadeliklerden bahsetmedi mi?

"Kul, yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince, bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde 'yalancılar' arasına kaydedilir." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5203

Bu bana ilginç gelen bir benzerlik. Herkese öyle gelecek mi bilemem. Belki de, okuyup bitirdiğinizde, "Amma sallamışsın ha!" diyebilirsiniz. Eh, bir yazar olarak göze almam gereken bedeller var, farkındayım. Bunu da alacağım. O zaman şöyle bir yerden başlayalım konuşmaya: Karadelikler...

Karadeliklerin ne olduğunu az-çok hepimiz biliyoruz artık. (Bilim kurgu filmleri sağolsun.) Uzayda varolan ve güneşimizden kat kat büyük yıldızların kendi içlerine çökmesiyle oluşan gezici-süpürücüler. Evet, süpürüyorlar, çünkü güzergâhları üzerinde yeralan herşey onların cazibesine kapılıp içlerinde yokoluyor. (Veya başka bir yere gidiyor.) Belki de, ism-i Kuddüs penceresinde bakınca, uzayın akbabaları denilebilecek şeyler onlar. Yahut köpekbalıkları. Yahut dökülenleri kovalayan karıncaların delikleri. Dolaştıkları yollarda denk geldikleri şeyleri süpürerek varlığın dengesi için gerekli bir temizliği sağlıyorlar. Kimbilir? 30. Lem'a eşiğinden düşününce mümkün görünüyor.

Fakat yazı bunun hakkında değil. Bu tâli meseleyi çabuk geçelim. Sizi 2. Lem'a'ya götürmek istiyorum ben aslında. 2. Lem'a, Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasıyla başlayan yolculuğunda, günahların kalpte 'siyah nokta'lar meydana getirdiğini anlatan hadis-i şeriflere bakışımızı derinleştiriyor. Nasıl? Onların insan tabiatında oluşturduğu sapmayı teşhis ederek yapıyor bunu. Yani; ilgili hadislerde, kalbin günahlar tarafından siyahlandırılması meselesini, Bediüzzaman, imandan küfre giden sürecin psikolojik işleyişi olarak okuyor. Kendi izahlarıma başlamadan önce mürşidiminkini alıntılayayım:

"Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler—neûzu billâh—mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Bu teşhis, aslında, bugünün modernist akımlarını ve önderlerinin psikolojisini anlamak noktasında da bize kıymetli bir bakış açısı sunuyor. Hz. Ömer'e (r.a.) atften işittiğim "İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız!" cümlesinin hakikati buradan bize gözkırpıyor. Nasıl? Hadi hayal kuralım: Kalbinizi uzay gibi düşünün. Bir her bir iman hakikatinin bir yıldız olduğu; salih amellerin, iyi düşüncelerin, güzel ahlakın o yıldızların etrafında gezegenler gibi döndüğü kocaman bir uzay! (Uzay zaten kocaman olur.) Günahlar ne olur bu düzende? Onlar nereye konulur? Hangi sembolle ifadeleri gerekir?

Arzularımız manevî dünyamızın kütle çekim kuvvetleridir. İçimizdeki taşları birbirine bağlı tutan nizamdır. Günahların da bir çekim kuvveti var. Tıpkı karadelikler gibi. Ahlakınızda meydana gelen herbir sapma, bir içe çöküş, daha sonra onun tekrarından meydana gelen kem alışkanlık, ikinci bir fıtrat olup kendisini bize dayatmaya başlar. Bir 'siyah nokta' veya bir 'karadelik' oluşturur.

Neden böyle olur? Çünkü alışkanlık da ikinci bir fıtrattır. Sahte bir fıtrattır. Doğal olan, olması gereken, olmazsa olmaz olan kendisiymiş gibi bünyeye baskı yapar. Terkinde fıtrî olan terkediliyormuş gibi azap verir. (Madde bağımlılarının halini düşünün.) Karadeliklerin, yanından/içinden geçerken bir sistemin düzenini çekim kuvvetleriyle bozmaları gibi, içinizin dengesi de bu günahlarla bozulur. Onun oluşturduğu temayülden/arzulardan/baskılardan itikadınız etkilenmeye başlar. Hemen olmaz bu. İlk seferde olmaz. Ancak karadelik kalbe girmiş olur. Tevbe ile o arzunun çekim kuvvetinin kırılması gerekir. Pişmanlık bir arzu-kırıcıdır. Bir dalga-kırandır. Bir 'kötülük dengeleyici'dir.

Peki kullanılmazsa ne olur? Süreç aksi yönde işlemeye başlar. Karadelik büyür. Çevresini siyahlandırır. Kütlesini arttırır. Karadeliğin kütlesi büyüdükçe oluşturduğu çekim kuvveti de artar. Ve bir noktada bu çekim o kadar şiddetlenir ki, sisteminiz, sahip olduğunuz itikadî düzende direnemez olur. Kıyametiniz kopar. Yıldızlarınız dökülür. Güneşiniz dürülür. Kendinizi karadeliğin dünyasındaki yıkıma bırakırsınız. İtikadınızın çekim kuvvetinden boşalırsınız. İşte küfür böyle 'imanda direnecek gücü kalmamış kalbin acizliği'dir.

Karadelikler hakkında birçok teori var. Bu teorilerden birisi de, bilim kurgu filmlerinde sıklıkla işlendiği üzere, meydana getirdiği çöküşün âlemin iki farklı noktası veya iki farklı âlem arasında bir kapı oluşturduğu. Yani, varolduğu yüzeye o kadar baskı yapıyor ki, onu, ta başka bir âleme kadar çökertiyor. İnce bir kekin üzerindeki fındığa parmakla bastırarak onu tabağın dibine indirmeniz gibi. Yüzeyle taban arasında bir kapı oluşturmuş oluyorsunuz böylece. Bediüzzaman'ın "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." sözü de bu noktada daha bir anlaşılır oluyor. Günah işledin. Yüzeye bastırdın. Yüzey tabana yaklaştı. Hayatındaki sapma itikadî sapmaya doğru evrilmekte. İstiğfar ile parmağını kaldırmazsan bu kapıdan geçişler olabilir. Dikkat et.

Son olarak Kur'an'da geçen 'esfele's-safilîn' ifadesine dokunmak istiyorum buradan uzanıp. Çünkü ben de çökerttiğim yerden oraya uzanan bir yol görüyorum bencileyin. Sorularla ifade edeyim: 'Aşağıların en aşağısına' inmek, acaba, günahın/küfrün bu karadelikleri benzer yapısıyla ilgili olabilir mi? Yani, insanın 'ahsen-i takvim' mahiyetindeki çöküşlerine/batışlarına işaret olabilir mi? Kendi katlarında iniş yapmasına gönderme yapıyor sayılabilir mi? Kimbilir... Burada haddimizi aşıp sözü uzatmayalım. 'Allahu'l-alem' deyip bırakalım. Allah bizi kendi çöküşlerimize kapılmaktan korusun. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...