Konum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Konum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir kendini kandırma yöntemi olarak: Herkesleşme

"Hem deme, 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır." Sözler'den.

Günahkârlık vicdan azabıdır. Ve insan içindeki bu baskıyı yenebilmek için demagojiye sapar. Aklını nefsi yoluyla iknaya çalışır. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: '(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı'r. Bediüzzaman da benzer bir meseleye Lem'alar'da temas eder: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Vicdanın azabı 'hatırlatma' nevindendir ve insan en çok hareketin sarhoşluğu ile onu bastırmayı dener. (Meşgul olmak da bir sarhoşluktur.) Hareketin sarhoşluğundan sonra gafletin en etkili araçlarından birisi ise 'herkesleşme'dir. Yani; herkesin yaptığını yapma, söylediğini söyleme, yürüdüğü yöne yürümektir. Herkesleşme kurtuluş değil kaçıştır. Başını benzerleriyle dolu bir kitlenin içine sokmaktır. Meşrulaştırma aracı olarak kullanılır çoğu zaman. İncil'de bile denir: "Kötülük için kalabalığı takip etme..." Kur'an-ı Kerim de defalarca bu noktada uyarır insanları. Atalarının yaptıklarını yapmaya devam edenlere; "Ya onlar yanlıştaysa?" diye sorar. Hatta yine Bediüzzaman, insandaki bu hastalığa temas eder bir metninde:

"Deme: 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor. Hem deme: 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır."

Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü isimli eserinde modern bilimin 'üç herkesleştirme çabasını' masaya yatırıyor. Birincisi: Evrim. Kitabın evrimi analiz ettiği bölümlerde görüyorsunuz ki; evrimin felsefesi sadece bilimle ilgilenmiyor, teolojik zeminde insanın tasarım ürünü olduğunu inkâr etmek istiyor. Öyle ya! Özellikle yaratılmazsanız özel sorumluluklarınız da olmaz. Özellikle yaratmamışsa Allah sizinle neden ilgilensin? Neden sizin hayvanlardan daha fazlasını yapmak gibi bir sorumluluğunuz olsun? Evrim tam da bu maksatla insanın hilkatteki biricikliğini yitirmesini murad ediyor. Eğer insan gelişgüzelse, tesadüflerin ürünüyse, yani 'özel bir dokunuş' yoksa hilkatinde, o halde neden herkesleşemesin? Bir ayrıcalığı yok ki.

Kitapta analiz edilen ikinci 'herkesleştirme' taktiği ise şu: Çoklu/Paralel Evrenler Teorisi. Peki ne demek bu? Paralel evrenler düşüncesi, yine yaratılışın (ama bu sefer kozmik/makro âlemde yaratılışın) 'özelliğini' yitirmesini istiyor. Bakıyor ki: evrende çok hassas kanunlar ve o kanunlar işlemezse varolamayacak bir hilkat var. Allahın varlığını ve iradesini, bütün bu nizamın özel bir seçimle olduğunu kabullenmek istemiyor.

Peki, ne yapacak? Âlemin tevhidine/birliğine engel olmaya bakacak. Diyor ki o zaman: "Belki de ihtimal âlemlerinin hepsi oluştu. Ama bir tanesi, içlerinden yalnız biri, bütün şartları uygun olduğu için varlığını devam ettirebildi." Yani tabir-i caizse diyor ki: "Varlık için trilyonlarca kez zar atıldı. Artık bir tanesi de mutlaka doğru şıkka denk gelmiştir canım. Özel bir tasarım olduğumuzu düşünmeye gerek yok. Biricik değiliz." Fakat kitapta kendisiyle söyleşi yapılan bilimadamlarından William Lane Craig bu zandaki hatayı şöyle ortaya koyuyor:

"Bu sadece metafizik. Hiçbir bilimsel dayanağı yok. Teorinin öne sürdüğü şekilde paralel evrenler olmasına inanmak için elde ne bir delil ne de bir sebep var. Şüphecilerin böylesine tuhaf bir teoriyle ortaya çıkmalarının amacı, temelde, evrendeki hassas ayarın çok kuvvetli bir şekilde ve doğrudan doğruya şuurlu bir tasarımcıya işaret ediyor oluşu ve bazıları böyle bir sonuçtan kaçmak için herşeyi öne sürebilir."

Kitapta 'herkesleştirme'nin üçüncü yöntemi olarak anlatılan şeyse, modern bilimin, dünyanın özel kozmografik durumunu (ve dolayısıyla hayatı) evrenin her yerinde bulunabilir birşey olarak göstermesi. Kitapta bu düşüncenin özetleşinişi şöyle: "Onlara göre yaşam hazır çorba gibidir: Yalnızca su eklemek yeter. (...) Kısacası, yeryüzünün hiçbir ayrıcalıklı özelliği yoktur." Lee Strobel, devamında ise şu gerçeği haykırıyor: "Evrenin, gelişmiş medeniyetlerin çiçek açtığı bir sera olduğu fikri, yeni bilimsel keşifler tarafından bir kenara atılıyor."

Kopernik'le başlayan, hayatı ve dünyayı sıradanlaştırma, yani evrenin merkezinde değil, sıradan bir yerinde ve sıradan bir şekilde varolmuş görme meyli, giderek yok oluyor. Bilimin Yeni Hikâyesi isimli eserlerinde Robert Augros ve George Stanciu bu durumu şöyle özetliyorlar: "İnsanın fiziksel olarak evrenin merkezinde olmasa bile, onun (evrenin) amacının merkezinde olduğu aşikâr." Fizikçi Freeman Dyson'ın New York Times'ta yayınlanan kanaati ise şöyle: "Evren bir şekilde bizim geliyor olduğumuzu bilmiş olmalı."

Evrenin başka köşelerinde hayatın varolmasının güçlüğü, dünyanın evrende bulunduğu uygun yer, güneşimizin özellikleri, diğer gezegenlerin, özellikle jüpiterin, bize sağladığı koruma; konumumuz ve ayın buna kattığı denge... Daha bunun gibi yüzlerce delille kitapta anlatılıyor ki, insan/dünya hakikaten biricik. Ve hakikaten bütün bu düzen onun hilkatini bekler yaratılmış. Ve bu biriciklik: "O zaman beni böyle ince ince tasarlayan benden ne istiyor?" sorusunu sormaya mecbur ediyor onu. Ve bu soru gafletin dağılma sürecinin başı oluyor. Bediüzzaman'ın pekçok yerde (özellikle hayattaki) bu merkeziyete temas eden izahları dikkat edilesi:

"Demek, 'Bismillahirrahmanirrahim' sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvânıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, 'Bismillahirrahmanirrahim' yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Kainatın meyvesi olmak, yani biriciklik, insanî arşa nasıl çıkarıyor bizi? Durduğun yerin sorumluluğunu kabul ederek mi? Peki insanî arş nedir? Acaba bir farkındalık mertebesi midir? Allah'la arandaki ilişkinin diğer varlıklardan daha üst ve daha biricik olduğuna uyanmak mıdır insanî arşa çıkmak?

Buradan bakarsan; "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" sırrı ne düzeyde görünür? Belki de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama verilen önem, bu değer bildirimi, onun sembolize ettiği varlık sırrına verilen önem, insanın evrendeki biricikliğine çekilen dikkat ve onun arkasından gelen karşıkonulmaz sorumluluktur. Öyle ya! Özellikle yaratıldıysan özellikle sorumlu tutulduğun şeyler de olmalı.

Allahu'l-A'lem. Bütün bunlar birbirine bağlı galiba. Eğer biricik olduğunuzu farkederseniz, hatta ne kadar çok farkederseniz, o kadar çok kulsunuz. "Ben de herkes gibiyim" dedikçe de kesrette kayboluyorsunuz. İsterseniz buradan da Nur sûresi 63'e gidelim: "Allah arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir..." Herkesleşme arkadaşım. Başkasının omuzlarının ardına saklanmaya çalışma. Çünkü herkesleştikçe kaybediyorsun.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...