Hayır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Kader kaçmaktır

Tekerrürde bir sır var sanki arkadaşım. Bir çeşit dua gibi. Yahut onun da içi. Samimiyeti. Gayret oluyor. Sebat oluyor. İhlas oluyor. O Rahman u Rahîm’in kapısını daha ‘kabul edilir’ çalıyor. Cenab-ı Hak da karşılığını alelekser veriyor. Yani ki tekrarı beğeniyor. Bizden yana böyle. Biz arzularımıza ısrarımızca ulaşırız. Peki Allah? Hüda neden vahyinde/kainatta tekerrürde bulunuyor? Öncelikle şuna dikkatini çekerim arkadaşım: Allah birşeyi tekrar ediyorsa elbette bu unutkanlığından değil. Hâşâ. Aczinden değil. Hâşâ. Sınırlarından değil. Hâşâ. Subhan’ı kusurlardan tenzih ederiz. Onun tekrarı da hikmetinden gelir. Kudretinden gelir. Rahmetinden gelir. Hatta o tekrarlar, mürşidimin de dediği gibi, ancak zahirîdir. Özünde yeniliktir. Yeni şeylerdir. Vahyinde böyle olduğu gibi kainatında da böyledir.

Yahu düşünsene: Sen kendiliğinde bir tekrar değil misin? Hem de yeni değil misin? Herbir gün yeni bir Ahmed olmuyor musun? Hem de Ahmed kalmıyor musun? Hem hiç etrafına bakmıyor musun? Bolluğu görmüyor musun? Bol olanlar aynılığa çok çok yakın lakin ince ince farklılar. Hakkında düşünmüyor musun? O da birnevi tekrar değil mi? Hem şunu da hatırında tut lütfen: Uyarının bolluğunu görevin tehlikesine hamletmez misin? İhtar çoğaldıkça hassas bir zeminde yürütülmesi gerektiğini işin zannetmez misin? Tekrar tekrar uyanmamızı istiyor demek ki sahibi de. Tekrar tekrar dikkatimizi çağırıyor. Dikkatin aynılıkta uykusu gelir. Dağılır. Yorulur. Dökülür. Belki de bu yüzden her sene yeniden kış-bahar olur. Çünkü bahar, Rûm sûresinin 50. ayetinde de buyrulduğu gibi, ‘mutlaka bakılası’dır.

Arkadaşım, âdemoğlu, kendi fiilerinden hareketle Halık’ını anlamaya çalışırken bazen hata ediyor. Onun “Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Birşey birşeye mani olmaz. Hadsiz ef’ali, bir fiil gibi yapar.” Hem “Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına benzemiyor muhabbeti dahi benzemez...” olduğunu hatırlayamıyor. Evet. Önce şunu belleyeceksin. Ezber oğlu ezber edeceksin. Ve dahi kulluğuna ‘bismillah’ diyeceksin: Sen mahluksun. Sınırlısın. Elinden çıkanlar da mahlukiyetinle kayıtlı. Dolayısıyla sınırlı. Senle yaratılanlar, Allah’a bakan müstesna yüzüyle değil hâşâ, sana bakan yüzleriyle kusurlanıyorlar. Kalıbın onları kalıplandırıyor. Sınırların sınırlıyor. Neden? Nasıl? Bunun ‘gözlemci/şahit’ ile ‘yaratıcı/Halık’ arasındaki nüanslarla ilgisi var arkadaşım. Tamam. Senin fiilini de o yaratıyor, yaratan sen değilsin, ama sen o fiili bir parça olarak görebiliyorsun. Görünüşünü kısıtlıyorsun. Arızalandırıyorsun. Sendeki kayıt ona geçmiş oluyor. Her fiil failinden izler taşır. Ona özelleşir. Fırça boyayı yaratamaz ancak boyanma şekline tesir eder. Geometrisini değiştirir. Parmakizi gibi eyleme izleri. Yani ki kusuru âdemin hâtemi, sikkesi, imzası.

Fail fiili nasıl değiştirir işte burada gör: Onun kudret elinden yaratılan herşey, Ona bakan yönüyle kusurlardan münezzeh, ama sana bakan yönüyle izler taşıyor. (Çünkü sana bakan aslında senden görünen sayılır.) Bu yüzden kulun hatasında mesuliyet bulunuyor da Halık’ın yaratmasında cebriyet bulunmuyor. (Çünkü senin hatan yaratılışın bizzat kendisi değil ancak senden görünenidir.) Kesb-i şer şer oluyor da halk-ı şer şer olmuyor. (Çünkü kesbin halkın kendisi değil ancak senle perdelenmesidir.) Onun tekrarında hep hikmet fakat senin tekrarlarında çoğu zaman abeslik var. (Çünkü tekrarların mukarenetinle yapamayacaklarına boyanıyor.) Yani ki: Fiil daire-i esbabtaki sınırlarla yeniden sıfatlanır. Mülk cihetinde böyle görünür. Melekût ciheti apayrıdır. İyisi mi, ene’ni bu işlerde kullanırken, özne değişiminin etkilerini görmezden gelme. Özne sahte de olsa görünen de bir perdeliği var. Cümle denilen şey öğeler bütünü olsa da her öğenin değişimi bizi yeni bir cümleyle karşı karşıya bırakır. Parçasının seçimiyle bütünün görünürlüğü etkilenen bir âlemdir bu. Çünkü parçaların herbiri birer boyalı aynadır.

Şimdi kadere imanın önemini anladın mı arkadaşım? Daha doğrusu: Kaderin Amentü’ye katılmasının bir hikmetini daha kavradın mı? Evet. Aynen. Öyle: Kaderde bizim için büyük bir ferahlık var. Tevhidin nazarımızda tamamlanması var. En büyük resme çıkmak var. Çünkü kader her fiilin fail-i hakikisinin Allah olduğunu hatırlatıyor. Böylelikle failin sen/sebepler göründüğü küçük çirkin resimlerden Allah gözüktüğü büyük resme kaçıyorsun. Rahatlıyorsun. Fiilin sûreti değişiyor. Eserin kemali farkediliyor. Failin sıfatıyla fiil yeniden renkleniyor. Bu yüzden mürşidim de sık sık diyor: “Kadere iman eden kederden emin olur.” Zira derdimiz ‘olanlar’ değil ‘kendi izlerimiz’dir. İzlerimizi/kusurlarımızı silince arıza gider. Biz ‘biz’ olarak aradan çıktığımızda görünüşteki arızalardan da kurtulmuş oluruz. Fakat buna da dikkatini çekmeden yapamayacağım: Seyyiatta aradan çıkmak sorumluluğu almaktır. Hasenatta aradan çıkmak hamdi sahibine teslim etmektir. Böylece ne Cebriye seni düşürür ağına ne de Mutezile. Ehl-i Sünnetin kemal-i itikadıyla dünyanı bir küçük cennete çevirebilirsin. Âmin. Âmin. Âmin.

16 Temmuz 2020 Perşembe

Fatiha: Hepimizin hikâyesi...

Bu yazı, eğer becerebilirse, Fatiha sûresinin ilk ayeti ile son ayeti arasındaki 'bütünleyiciliğe' dair olacak. Tevfik Allah'tan. Fakat ondan önce sizi mürşidimin ufuk açıcı bir tesbitine götürmek istiyorum. Dikkatler olsun. Muhakemat'tan yapacağız bu alıntıyı: "Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Zaten varlığın kaotik olmayışını da ancak bununla açıklayabiliriz. Anlar hiçliğe akmıyorsa varlıksallıktandır. Basit bir misal: Cüzdanımızı koyduğumuz yerde buluyoruz değil mi? Nasıl? Çünkü evren düzenli. Bulamayışımız ancak sıradışı bir müdahalenin sonucu olarak gerçekleşebiliyor. (Sözgelimi: Birisinin aşırması.) Böylesi 'yasadışı' şer müdahaleler olmadığı sürece kainat 'üzerine kurulu olduğu yasa çerçevesinde' varlığını sürdürüyor. Ta ki sahibi onu varolmak yükünden âzât edene kadar. Başka bâki bir şekle çevirene kadar.

Aynı metnin devamında Bediüzzaman der ki: "Külliyet intizama delildir. Zira birşeyde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor." Benim de yukarıda 'kaotik olmamak' ile kastettiğim aslında bu idi. Evet. Bilim dediğimiz şey, bütün dallarıyla, zaten bize bunu anlatıyor. Biz fiilerin belli şartlarda tekrar ettiğini, yani yaratılışlarının yasalara bağlı olduğunu, eylemlerinin onların kalıplarında sürdüğünü keşfediyoruz. Bu keşfimiz sayesinde aynı şartları kurgulayıp tecrübeliyoruz. Bu tecrübe asla 'yaratmak' anlamına gelmiyor. Zira yaratmanın bizim oluşturduğumuz şartlardan başka evren kadar şartı var. Yani biz ancak milyonlarca parçadan oluşmuş bir yapbozun son parçasını yerine koyuyor gibiyiz. Böylece resmi bütünlüyor gibiyiz. Ancak resmin yaratılışı son parçayı koyana düşmez. Ya? Ondan evvel milyonlarca parçayı yerleştirenin hakkıdır. Çünkü zaten o son parçayı seçen de nihayetinde resmin içindeki parçalardan birisidir.

Bu yüzden Bediüzzaman'ın inayeti "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir..." şeklinde tarif etmesi bana tuhaf gelmiyor. Zira nizam içinde hareket etmek her inayetin başı gibi. Bizim hayatta eylediğimiz her fiil evvelinde alınmış kapsamlı bir yardımın sonucu. Bir bağışın neticesi. Bir ikramın veresesi. Santraldeki düğmeyi çeviren işçinin "Bütün şehre elektriği ben veriyorum ulan!" diye böbürlenmesi ne kadar haksa bizimkisi de o kadar hak. Ne kadar haksızsa o kadar haksızız. Halbuki şehre elektrik vermek o işçi gibi daha nice nice işçinin/emeğin sonucudur. Onların adına cezalandırılsa yeridir.

Efendim, mevzular şeker, fakat dilimizi de kaydırıyor. Ben size başka birşey anlatacağımın sözünü verdim. Oraya doğru direksiyon kırmaya çalışayım. Bu 'hayrın küllî' ve 'şerrin cüzî' olması meselesi beni hep Âdem aleyhisselam ile İblis'in kıssasına götürür. Hani orada, Âdem aleyhisselama cümle melekler secde eder, yalnız İblis bedbahtı arızaya sarar. İşte mürşidim bu kıssaya dair çok ehemmiyetli birşey söyler: "(...) nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Yani, dikkat buyurunuz, bu kıssa bir açıdan da 'hayrın küllî' ve 'şerrin cüzî' oluşunun anlatıldığı kıssadır. Çünkü, kaidede söylendiği gibi, Âdem aleyhisselama küllî olan melekler dostluk göstermiş, cüzî olan İblis düşman olmuştur. İnsan da düşmanının peşine düşmedikçe kainattan hep hayır görür. Hayrından alır. Hayır üretir. Ondan gördüğü şer de artık kendi aptallığındandır. Çünkü o kadar imkân içinde tutup tek yanlış şıkka koşmak aptallıktır. Açgözlülüktür. Hırstır. Kibirdir. Yalancılıktır. Hırsızlıktır. Ama nihayetinde hep istisnanın seçimidir. Evet. İnsana ilişen şerler hep onun istisnayı seçmesi üzerine elbisesine bulaşır. Tıpkı meyvesi yasak olan tek ağacı seçmesi gibi. Yoksa diğer ağaçların meyveleri serbesttir. Sözgelimi: İçeceklerin çoğusu serbesttir de sarhoş edeni yasaktır. Zira zarardır.

İşte, tam da bu açıdan seyredince, Fatiha'nın Rabbü'l-Âlemîn'e hamdederek başlaması, fakat nihayetinde 'gazaba uğrayanların' ve 'dalalete düşenlerin' yolundan yine o Rabbü'l-Âlemîn'e sığınarak bitirmesi çok anlamlıdır. Tıpkı dilimizin zikriyle mütelezziz olduğu şu duadaki gibidir: "Elhamdülillahi alâ külli hâl sive'l-küfri ve'd-dalâl." Yani: "Küfür ve dalalet hariç her halden dolayı Allah'a hamdolsun." Allahu'l-a'lem. Burada sanki bir dairenin tamamlanması vardır. Âdemiyetimizin ilk ferdi Âdem aleyhisselamın kıssasıyla bizim hikâyemizi birbirine bağlayan bir tamamlanmadır bu. Rabbü'l-Âlemîn olan Allah'a hamdedilir, zira o âlemlerin tamamı insanın yanındadır, hayrının yardımcısıdır. Fakat seçmekte ısrarcı olduğu istisnalar hakkında da uyarılır. İstiaze edilir. Cüzî olan şerden kaçınılmalıdır. İstisnaların yeri ise bahsin sonudur. Evet. Cüzî olanın sona bırakılması ayrıca uyarıcıdır. Tıpkı sınavlarda 'kaydırma yapılmaması' noktasındaki uyarıların sayfanın nihayetinde kalması gibi. Elhamdülillah. Peki. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, mushafta ilkin sonuna yerleştirdiğini, dikkatimizde her işimizin başına yerleştirsin. Âmin. Âmin. Âmin.

12 Ekim 2018 Cuma

Zenginlerin iyiliğine ne zaman inanırız?

Takipçilerim bilirler. Hayrın vücudî yanına nazar edip ona sık sık 'varlıksallık' derim. Elbette gayet eksik bir karşılıktır bu. Fakat manasını fikre yaklaştırmak için bunu yaparım. Özündeyse hayrın Allah'ın razı olduğu şeylerden ibaret olduğunu bilirim. Şunu da kabul ederim: İmtihan âleminde her cevap 'çantada keklik sorular'a karşı aranmaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'ademî görünen vücudîlikler' ve 'vücudî görünen ademîlikler' de vardır. Ve onlar 'iki kere iki dört eder'e alışmış akıllarımıza zaman zaman takla attırmaktadırlar.

Takla attırmak ne demek? Hep verdiğim örnekleri tekrar edersem: Bir mü'min zekat/sadaka türünden bir hayırda bulunduğunda malının artacağına iman eder. Halbuki, zâhirde, verdiği şey malından eksilmektedir. Varlıksallığı azalmaktadır. Fakat, Cenab-ı Hak, Kur'an'da vaadetmiştir. Hayra harcanan mal artar. İşte, burada, kalb-i selim sahibi mü'min, İslamiyetinin gereği olarak, Allah'ın buyruğunu kendi gördüğüne tercih eder. Aklının o an için kuşatabildiğini terkedip nassa teslim olur. "Ben görünürde malımın azaldığını sanıyorsam da Cenab-ı Hakkın buyurduğu haktır. Bu mal artacaktır. Bakış açımın darlığı nedeniyle şu an bana görünmüyordur!" der.

Bu sayede yeni okuma-anlama imkanları açılır önünde. Verdiği şeyin ahireti adına bir 'varlıksallık artımı' olduğunu; kalbine bağışlanan 'birine yardım etme mutluluğunun' da bir 'varlıksallık artımı' sayılabileceğini; Cenab-ı Hakkın, o hayır hürmetine, kendisini çeşitli musibetlerden koruyarak (bir tür 'müstakbel maliyetlerden kurtarma' ile) varlığını arttırmış olabileceğini ve böyle daha nice ihtimalleri düşünür, tahlil eder, idrak eder. Artışın 'hak' ancak keyfiyetinin kendisinin kuşatamayacağı şekillerde de 'mümkün' olduğunu kabul eder.

Bunun tam tersi riba/faiz için geçerlidir. Faiz de zahiren malın artımıdır aslında. Bir insan faize para yatırdığında malının artacağını umar ve öyle de görür. Fakat kudsî metinler, ayetler ve hadisler, bize hakikatte durumun tam tersi olduğunu söyler. Faiz malın bereketini kaçırır. Musibeti çağırır. Bu durumda da mü'minin tavrı "Nasıl olur ya öyle şey?" diye itiraz etmek yerine nasların söylediğine teslim olmaktır. Onların geldiği yüce makamın kendi aklının durduğu yerden çok yüce olduğunu, onların güneş kendisininse ancak ateş böceği sayılabileceğini kabul ettiğinde, ışıklarının altında dolaşmayı daha çok sever. Bizim 'tevekkül' dediğimiz şeyin özünde yatan 'teslimiyet' budur. Tefekkür de gücünü bu hüsnüzandan alır. Biz, kendi sınırlılığımızı kabul ile, Allah'ın sonsuz ilminin, hikmetinin, rahmetinin kanatları altına sığınırız.

Sonuçta da hep o haklı çıkar zaten. Hatta yazıya misal olarak seçtiğimiz zekat-faiz ikilisinin bu açıdan önemli bir örnekliği de vardır. Lakin burada ben sözü, onun gibi güzelce ifade etmekten aciz olduğum için, mürşidime bırakıyorum. O İşaratü'l-İ'caz adlı eserinde diyor ki:

"Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor."

Peki zekat ve faiz arasında bu zıtlaşma neden yaşanıyor? Ben bunu, bencileyin, 'iyiliğin ölümü' ile açıklıyorum. Ne demek peki iyiliğin ölümü? Belki biraz şu demek: Bizi birbirimize katlanır kılan şeylerden birisi de sevgimizdir. (Ancak sevdiği şeylerle beraber yaşayabilir insan.) Bu sevginin aktığı, can aldığı, güçlendiği oluklardan birisi de muhatabının 'iyiliğine inanma'dır.

İnsan iyi olduğuna inandığı şeyin varlığını gerekli görür. Hayatına saygı duyar. Tehlikelerden korumaya çalışır. Ancak iyiliğine inanmıyorsa, o zaman onun varlığıyla ilişkisi böyle olmaz, 'Olsa da olur olmasa da olur' kıvamına gelir. Hatta eğer olmamasında bir menfaati varsa 'Olmasa daha iyi olur!' noktasına da gelebilir. İşte, kanaatimce, mürşidimin bahsettiği 'tabakalar arası boşluk' böylesi bir sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkar.

Bir insanın diğer bir insanın varlığından mutlu olması için illa ondan bir menfaat görmesi gerekmez. İyi olduğuna inandığımız şeylerin bize erişen menfaatleri olmasa da varlıklarından mutlu oluruz. Ömründe hiç balina görmemiş, etini yememiş, yağını kullanmamış bir insanın televizyonda yavru bir balinayı gördüğünde yaşadığı mutluluğu düşünün. Bunu menfaatle açıklamanın bir yolu var mıdır? Yahut da soyu tükenme tehlikesi yaşayan hayvanlara karşı duyduğumuz ızdırabı nazara alalım. Bunlar hakikaten menfaatle mi ilişkilidir?

İyilik düşüncesi varlıkla ilişkimizi menfaatten aşkın kılar. Biz iyiliğine inandığımızın bir zenginin varlığından mutlu olmayı, ondan hiçbir menfaat görmesek de, başarabiliriz. Çünkü fayda görenler vardır. Çünkü o dünyaya güzel şeyler katmaktadır. Çünkü o bir güzelliktir. Ve güzellik sevilmek için ikinci bir nedene ihtiyaç duymaz. Cemal zatında sevilir.

Faiz, bence, işte bu iyilik düşüncesini öldürdüğü için zekatın zıttı ve kardeşliğin düşmanı oluyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Biz, modern zaman çocukları olduğumuz için, ribanın hep 'paranı yatıracaksın faiz gelecek' tarafını düşünüyoruz. Fakat riba aslında 'faizle borç verme' esasına dayanıyor. Hatta Veda Hutbesi'ni okumuşlar hatırlayacaktır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, orada faizi yasaklarken amcası Hz. Abbas'ın (r.a.) 'faizle aldığı-verdiği borçları' anıyor. İlk onu kaldırdığını söylüyor. Yani riba, öncelikle, insanların birbirlerine 'hiçbir kâr gütmeden' verecekleri maddi yardımları öldürüyor.

Ribanın olmadığı bir âlemde insanlar ancak birbirlerine 'aşkın bir manayı murad ederek' yardımda bulunabilirler. Borç verebilirler. Borç alabilirler. Ve bu aşkın manadan dolayı da içlerinde bir minnettarlık, bir sevgi, bir şefkat, bir saygı hissederler. Fakat faizin dirildiği bir toplumda maddi yardımların sûreti büyük ölçüde değişir. Borçlar faizle alınır. Alacaklar faizle tahsil edilir. Ve bu alışverişi yaşayanlar arasında duygusal bir etkileşim olmaz. Hatta, daha kötüsü, 'fazladan alınan' yavaş yavaş muhtaç tarafta bir öfkenin birikmesine de sebep olur. Tefecileri bu hayatta seven kim vardır?

İşte ben de diyorum ki: Ribanın yasaklanıp zekatın yollarının iyiden iyiye açılmadığı hiçbir yerde fakirler zenginlerin iyiliğine inanmazlar. Hep bir menfaat ile yapıldığını düşünürler varlıksal görünen şeylerin. Okul yaptırıyorsa kesin vergiden düşecektir. İkramiye dağıttıysa kesin fazla mesai yaptıracaktır. Bir yerden veriyorsa kesinlikle başka bir yerden alacaktır.

Ancak zekatın normalleştiği bir toplumda 'aşkınlık' alışıldık birşey olur. Allah emretmiştir. Hep öyle yapılagelmiştir. Ve insanlar seküler bir menfaatleri olmadan da yardım edildiğine/edilebildiği fikrine alışmışlardır. Bu nedenle menfaatlerini görmedikleri zenginlerin dahi iyiliğine inanırlar. Madem ki zekatını veriyordur. O halde o da iyiliğin bir parçasıdır. İyiliğin parçası olan da iyidir. Ve iyi olan sevilir.

Çok uzattım. Toparlayıp bitireyim. Özetle söylemek istediğim şu: Zekatın varlığı ve ribanın yasaklanması toplumda büyük bir varlıksallığı diriltiyor. Büyük bir boşluk dolduruyor. İnsanların kalplerinde iyilik düşüncesinin yeşermesine büyük bir faydada bulunuyor. Böylece hüsnüzannı ve sevgiyi arttırıyor. Olmadığında ise kimse kimseye 'Menfaati olmadan selam vermez!' bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Ve tabii mutlu olmuyoruz. Çünkü mutluluk önce kalplerde başlar.

13 Nisan 2017 Perşembe

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)

"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.

Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.

Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.

İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.

Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.

Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.

Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.

Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.

15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.

Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?

22 Mart 2017 Çarşamba

Kötülük neden var?

"Bahçıvan fidanlar yücelsin ve meyve versin diye muzır dalları budar. Sevgilinin ağrıdan ve hastalıktan kurtulması için hekim çürük dişi çekip çıkarır. Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar, ağlayıp taşan da nimetine erişir. Rahmetim o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı, rahmet denizi kabarmaya, dalgalanmaya başlar." Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.)

Gizli Güzellik (Collateral Beauty) filminde, kızını kanserden kaybetmiş ve bunu atlatamamış bir babayı (Howard) canlandıran Will Smith ile sevgiyi canlandıran Keira Knightley arasında geçen bir diyalog var. Sevgi ondan 'kendisine tekrar güvenmesini' istediğinde Howard şöyle cevap veriyor:

"Güveneyim mi? Güvenmiştim zaten. Ama bana ihanet ettin. Seni her gün kızımın gözlerinde gördüm. Her gülüşünde seni duydum. Bana her 'baba' deyişinde seni hissettim. Ama bana ihanet ettin. Kalbimi kırdın." Sevginin buna cevabı ise şöyle: "Ben her yerdeyim. Karanlığım, ışığım, güneşim, fırtınayım. Evet, haklısın, kızının gülüşlerinde vardım. Ama şu an acında da varım. Ben herşeyin sebebiyim. Tek neden benim. Bensiz yaşamaya çalışma. Lütfen çalışma."

Risale-i Nur'dan "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer ise cüz'îdir..." dersini almış bizler için, sanırım, şu diyalog ilginç şeyler söylüyor. (En azından ben kalbimde ve kulağımda öyle hissediyorum.) Hakikaten de 'kötülük' dediğimiz şey aslında 'kuşatamadığımız iyiliklerin' nazarımıza sığan ve pek de hoşumuza gitmeyen kısımlarından oluşuyor gibi. Gözümüz küllî olana ulaşamayıp cüz'îde boğulduğunda kötülüğü görüyoruz. Ne demek bu? Bir gül örneğiyle zihinlerinize yakınlaştırmaya çalışacağım:

Gülü güzel yapan nedir? Çiçekleri, tomurcukları, yaprakları, dikenleri, dalları ve onların birbiriyle uyumundan oluşan 'bütünlükteki sanat' öyle değil mi? Gül bu bütünlükle güzeldir. Ve ancak bu bütünlükle devam eder. (Dalından koparılmış gülün ömrü kısadır.) Peki bu bütünün parçalarının ayrı ayrı güzelliği yok mudur? Vardır. Hele bazılarının güzelliği bütünün güzelliği ile yarışacak cinstendir. Örneğin: Gülün tamamı ne kadar güzelse çiçeği de o kadar güzeldir. Hatta o bütünün güzelliği büyük oranda şu parçanın güzelliğine mütevakkıftır. İtibarı ondandır. Yaprakları, dalları ve tomurcukları yine bu güzelliğe birçok güzellik katar. Bu güzelliğin bütünlüğünden birer parça taşır. Bu, en azından, gülü hissettirdikleriyle değerlendirenler için böyledir.

Ancak her parçanın birbirinin eşiti olduğunu, en azından hissediş boyutunda, söylemek mümkün değildir. Örneğin: Dikenin güzelliği gizli bir güzelliktir. Çiçeğinki kadar bariz görünmez. Dokunulduğunda onunki gibi kadifemsi bir şekilde hissedilmez. Koklansa rayiha vermez. Bu parça da bütünün güzelliğinin lazımıdır, devamı için gereklidir, ama bütünün güzelliğini tastamam üzerinde taşı(ya)maz. Varlığının amacı bu değildir. Hatta biraz haddini bilmezlikle denilebilir ki: Gül güzel fakat dikeni çirkindir. Bu dar düşünce dilimize/zihnimize o kadar sirayet etmiştir ki denilir: "Gülü seven dikenine katlanır." Demek: Seven gülü sever. Diken sadece gül adına katlanılandır.

Bu hissediş boyutunda böyledir, ama aklediş boyutunda da böyle midir? Akıl, hikmet okumayı öğrendiği zaman, onun hissin zevkedişlerinden ayrı/üstün birşey olduğunu kavrar. Kur'an buyurur: "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir." Çünkü Kur'anî hikmet 'parçayı' değil 'bütünü' okumayı öğütler. Mana-i ismî değil mana-i harfî ile bakmasını öğretir. İnsan oradan baktığında gülün hiçbir parçasını diğerinden ayırıp önceleyemez olur. Hatta, dikenden okuduğu hikmet çiçekten okuduğu hikmetten fazlaysa, akleden kalbinin hesabına, dikeni çiçeğe önceleyebilir. Diyebiliriz ki: Aklın nazarında, hikmeti iyice okunmuş bir diken, hikmetine dair uyanış bulunmayan gülden yeğdir, yani o şundan daha güzeldir. Elhamdülillah.

İşte, bu noktada, 'kötülük ve iyilik' veya 'şer ve hayır' arasındaki ilişki başkalaşıyor. Biz, bütüne/küllîye baktıkça (büyük resmi gördükçe) iyiliğe ve hayra yaklaşıyoruz. Aslolanın o olduğunu görüyoruz. Taziye Risalesi'nde mürşidimin dikkatimizi çektiği gibi, küçük yaşta vefat eden çocuklar, cennette kavuştukları nimetler düşünüldüğü zaman, bütünde erişilen bir güzelliği ediniyorlar. Bakanın kalbi de rahatlıyor. Diken gülüyle beraber görülmüş oluyor. Ahiret boyutu herşeyin bütünlüğünü/vücudunu bu âlemde görünenden aşkın hale getiriyor. Aşkınlaşan artık sadece bu dünyadaki bilişlerle açıklanmaz oluyor. Minik cesetleri bomba ile parçalanmış olsun, canınızı o kadar da yakmıyor, çünkü o parçalanış sonsuz bir cennette birleşmek için. Tohumun toprakta çürümesi, yeşermek için, kocaman bir ağaç olabilmek için.

Bir kitap hakkında yapacağınız yorumlar, o kitabın sadece yarısı veya birkaç sayfası elinizdeyken, epey haksızlık ve eksiklik içerebilir. İşte, bu parçalılıklar/kuşatamazlıklar içinde, bizim eksik gördüklerimizdir kötülükler. Kötülük iyiliğin eksik görünüşüdür. Bütüne uyanamayışımızla yaşadığımız düşünsel arızalardır stresler ve gerilimler. Kaçırdığımız uçağa üzülürüz, ta ki, o uçağın kaza yaptığını öğrenene kadar. Hakikatin bütününe dair edindiğimiz hikmet, bizi, yaşadığımız parçalara dair okumalarımızda zengin kılar.

"Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever."

Kocamanız. Hatta koskocamanız. Hepimiz birer deviz. Sevdiğimiz herşey kadar vücudumuz var. Sevdiğimiz herşeyle ilgiliyiz. Sevdiğimiz herşeyin yarası bizim yaramız. Bu anlamda varlığımızı 80 kilo bir etten/kemikten ibaret görmemeliyiz. Sevdiklerimizin yaralarına kadar uzanır yaralarımız.

Buzullar arasında sıkışmış balinalar, nesli tükenen hayvanlar ve hatta ışıklarının dünyamıza gelmesi yüzyıllar süren yıldızlar hakkında telaşlarımız var. Dikkat edersek: Aslında onlar hakkındaki her duygulanımımız onlara duyduğumuz sevgiden ve ilgiden kaynaklanıyor. Mürşidimin 11. Lem'a'daki ifadesiyle; "Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en müntehâ derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir."

Cemal, kemal ve ihsanları bizi onlara ilgili ve sevgili kılıyor. Bu sevginin bir tezahür ediş şekli 'sevmekse' bir tezahür ediş şekli de 'üzülmek.' İnsan sevgisiyle tanıştırılmadığı hiçbirşey hakkında hüzünlenemez. Ayrılık acısını çekmeyi öğrendiğimiz herşeyin önce sevmesini öğrendik. Sevmesini öğrendiğimiz herşeyin bedeli endişesi oldu. Tatmak yoksunluğun kardeşiydi.

Anne çocuğu için endişelendi. Âşık yâri için endişelendi. Bugün yarın için endişelendi. Bu endişeler bizi gayretli kıldı. Mutluluğumuz varlığının şahidi olduğu gibi hüznümüz de yokluğunun şahidi oldu. Ve bu anlamda, yokluğuna şahid olmak da aslında yoksunluğuna şahid olmaktı, yani varlığına şahid olmaktı. Çünkü yoksunluğu çekilen şey mutlaka bir zamanlar vardı. O artık bir ihtiyaçtı. Mutlak yokun şahitliği olmazdı.

Sorsana bir kalbine: Bir zamanlar varolan, Allah'ın hikmetine ve rahmetine yakışır mı ki, yokluğa atılarak 'boşuboşunalığa' indirgensin? Böyle hikmet sahibi bir Allah boşuboşuna yaratır mı? Cennette yedirmeyeceği helvayı bu dünyada tattırır mı? Diken güzel görünmeyebilir. Ama gülün bütünlüğü, o bütünlüğün güzelliği ve o güzelliğin devamı için varlığına gerek var. Gülüşümüz de sevgiden, gözyaşımız da... Sevgiden başka âlemde ne var?

"İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir' demişler."

26 Ekim 2016 Çarşamba

Kadere iman imanın kemalidir 10: Kadersiz tevekkül olur mu?

Bunun daha evvel de altını çizmiştim: Tevekkül sadece sonucu Allah'a bırakma değil, süreci de Allah'ın rızası dairesinde yaşamadır. "Helal dairesi keyfe kafidir..." diyen mü'min, sadece sonuç için değil, süreç için de Allah'a tevekkül etmiş olur. Herbir günah bir tevekkülün terkidir. Helal dairesinin 'keyfe kafi' olduğu veya 'yaşamak için yeterli' olduğu veya 'daha doğru' olduğu yönündeki tevekkülümüzü terkettiğimiz an ayağımızla beraber irademiz de harama gidiyor demektir. Yani, bizi helalde tutan, helalin doğru olduğuna dair tevekkülümüzdür.

Allah'ın 'hayırlı olanı bizden daha iyi bildiğine' dair bilgimiz, bizi, kendi gözümüzün, nefsimizin veya aklımızın aksini söylediği hususlarda bile onun dediğini yapmaya iter. Bütünü bilen odur. Attığımız iyi veya kötü bir adımın gelecekte vereceği sonuçları daha iyi bilen odur. Allah, helali yapmamızı istiyor veya dairesinde kalmamızı emir buyuruyorsa, orada kalmak doğrudur, hayırdır, vücudîdir, varlıksaldır. Teslim oluruz. "Zekat verenin malı artacak!" buyuruyorsa, zahiren zekat malı azaltıyor görünse bile, tevekkül ile zekatımızı veririz. Malımız artar. "Faiz alanın bereketi kesilecek!" buyuruyorsa, zahiren faiz alanın malının artmasına kanmaz, azalacağı yönünde tevekkülümüzle ondan kaçınırız.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir." İşte vücudî görünen 'esası adem'lerin ve ademî görünen 'esası vücudî'lerin bilgisi en doğru şekliyle Allah'ta olduğundan, kısa aklımızın takıldığı yerde reyimizi terkeder, emrine göre amel ederiz.

Tevekkül ile kader arasında tam bu noktadan başlayan bir bağ var bence. Ve ben bu yazıda elimden geldiğince onu anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şöyle bir örneği taşımak istiyorum dünyanıza: Bir avukata vekalet verdiğinizi düşünelim. Bunu neden yaparsınız? Cevap aşağı yukarı şöyle birşey olmalı: Çünkü avukatınız sürecin nasıl işlemesi gerektiğini sizden daha iyi bilmektedir. Ona bıraktığınızda işler daha hızlı ve güzel halledilir. Hem sizin de vaktiniz ziyan olmaz. Yanlış adım atılmaz. Yani tamamen menfaatinizedir bu durum. Tabii bu noktada avukatınıza güveniniz onun iş bilirliği nisbetinde artar. Eğer avukatınız mesleğinde kurdun kurdu bir avukat ise vekalet daha bir gönül rahatılığıyla verilir. Yok, gençten, işi yeni öğrenen cinsindense, vekalet verirken eliniz daha bir titrer. Aklınız daha bir onda kalır. Avukatın cahilliğinden kaynaklanan aksamaların korkusuyla rahatsızlanırsınız. Hatta denilebilir ki: Eliniz velaketi verse bile aklınız ve kalbiniz o vekaleti teslim etmez. Endişeleri gitmez.

Farkettiniz. Aslında buradaki korku tamamen 'bilmeme' korkusudur. İnsan bilmediği şeyden korktuğu gibi işini bilmeyene emanet etmekten de korkar. (Fakültesine yeni başlamış bir tıp öğrencisi tarafından ameliyat edilmeyi göze alabilecek kaç hasta vardır?) Endişenin ucuna takıldığı sual şudur: Avukat bu işi ne kadar bilmektedir? Olacaklara dair bilgisi ne kadardır? Bunu sorarsınız kendinize vekaleti vermeden önce. Bilmedikçe güveniniz azalır. Bilmedikçe müşterisi azalır. Bilmedikçe işin zorluğu artar. Fakat bunun tam tersi olduğunda, yani avukat 'bilme' konusunda güven verdiğinde, içhuzuruyla vekaletinizi verirsiniz. Avukatın iş konusunda giriş-gelişme-sonuç garantisi şiddetlendikçe vekaletinizin de güveni şiddetlenir. Kesin o işi halledeceğini düşündüğünüzde o iş artık sizin yükünüz olmaz. Çünkü güvenmek yükü başkasına bırakmaktır.

Peki, biz Allah'a nasıl tevekkül edeceğiz? Bunu sizin ve benim gibi ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadınca kadere iman edenlere sormuyorum. Soruyu asıl yöneltmek istediklerim kader inkârcıları. Eğer Allah'ın geleceği de geçmiş gibi bildiğini düşünmüyorsak, yani kadere imanımız yoksa, Allah'ın bize Kur'an'da tevekkülü emretmesi yanlış olmaz mı? Bunu istemekle bizden imkansızı istemiş sayılmaz mı? Gelecek konusunda bizim kadar (hâşâ) cahil bir ilaha tevekkül etmemiz, işimizi ona bırakmamız, tıpkı işi bilmeyen bir avukata vekalet vermemiz gibi görünmez mi? Halbuki az önce altını çizdik:

Vekaletin emniyeti/huzuru sonuçların iyi olacağını bilmekle oluşur ve bunun derecesine göre artar. Eğer vekaleti verdiğiniz kişi, vekalet verdiğiniz hususta sizin kadar bilgisizse, ona verdiğiniz vekaletten sonra rahatlamanız mümkün değildir. Onun, buna rağmen, kendisine güvenmenizi istemesinin bir mantığı var mıdır? Gelecek bilgisi olmadan tevekküle bina edilmiş ameller iddia kuponu doldurmak gibi 'şans işi' bir hale gelmez mi? İşte, kaderi inkâr etmek, Kur'an'daki tevekkül emirlerini bu şekilde boşa çıkarır. Zeminini kaydırır. Gelecekte ne olacağını bilmeyen bir Allah'a tevekkül etmenin hiçbir rahatlatıcılığı yoktur. Nihayetinde olacaklar yaşanıp görülmektedir. (Misalen: Tebbet sûresinde Ebu Leheb'in cehenneme gideceğini haber veren Allah, sadece 'tahmin' mi etmiştir, yoksa ezelî bilişiyle gaybdan mı haber vermiştir?)

Biz Allah'a tevekkül ederiz çünkü Kur'an'da da ifade buyrulduğu gibi "Her hayır onun elindedir!" Yapılacak her varlıksal/vücudî işin bilgisi ondadır. Onun takdiriyledir. Onun bilmesiyledir. Onun iradesiyledir. Onun tasarrufundan harice düşemez. Ezel öyle bir manzara-i âlâdır ki, bu ezelî biliş, Cenab-ı Hakka her konuda tevekkülümüzü isabetli çıkarır. Hiçbir oluş Allah'ın bilgisi dışında olmadığından, elbette, ona edilecek tevekkül de oluşun hayır olmasını sağlar. Bilmiyorum ne kadar toparlayıp anlatabildim? Ancak işaret etmeye çalıştığım şu bahisten de anlaşılıyor ki: Kaderin Kur'an'da olmadığını söyleyenler yalan söylüyorlar. Kur'an'ın bize her emri açık veya örtük bir şekilde kadere iman etmemizi zorunlu kılıyor. Tevekkül bunun yalnızca bir örneği. Başka örnekleri siz de tefekkürünüzle bulabilirsiniz. En doğrusunu elbette Allah bilir.

17 Nisan 2016 Pazar

Yalancı, geçmişi sevmez

Korkular hep boşluktan. Nereye varacağını kestirememekten. Varlıktaki yokluk, boşluk, karanlık. Mürşidin demişti sana: Şer ademîdir/yokluksaldır. Hayır vücudîdir/varlıksaldır. İnsan 'boşluk' gördüğü herşeyde şerrin kokusunu hisseder. İhtimal hesaplarına dahil olan herşey endişelendirir seni. Ne çok şeyden korkuyorsun! Sadece karanlıktan, öcülerden, gelecekten değil, verdiğin sözlerden de. Sanki her söylediğin ayağını bağlıyor, bağlamış. Geçmişte çok konuşmuşsun, şimdi susuyorsun. İnsanların yüzüne bakmayı sevmeyişin de bundan. El açıp dua etmeyişin de. Dikkat edilsin istemiyorsun varlığına. Kumun altında kafan. Gözünün içine bakan herkesin, orada, çelişkilerini ve zaaflarını göreceğini sanıyorsun. Çok yalan söylemişsin. Yalan söyleyenler geçmişi sevmez. Yalan söyleyenler göze bakmak ve gözüne bakılsın istemez. Geçmişi unutsun istiyorsun herkes. Sen de unutmayı seçiyorsun. Duan kabul olmuş. Hafızan zayıflamış.

Utangaçlık ve unutkanlık korkularının kılıfı olmuş. Asosyal falan da değilsin halbuki. Seversin kalabalıkları. Fakat yüzleşmeye cesaretin yok. O kadar çok konuştun ve o kadar çok şey ahdettin ki. Tutamadığın o kadar çok sözün var ki. Bir sürü de gerçekleşmemiş hayal... Heyula gibi. Birileri hatırlar da hatırlatır diye korkuyorsun. Kur'an dinlerken sıkılman da bundan. Nasihatten kaçman da. Hepsi birden üzerine yıkılır sonra, Allah korusun. İnsanlara eyvallah etmez görünürsün, işte bu yüzden. Sana yapılan yanlışları unutmaz, verilmiş hediyeleri ise anmazsın, işte bu yüzden. Nimeti anmak borçlandırır insanı. Geçmişi hatırlatır, vefayı, şükrü, teşekkürü. Sen öcülerden çok tutamadığın sözlerden korkuyorsun.

Sözünü tutamayanların canı çok sıkılır, neden biliyor musun? Çünkü her boş kaldıklarında vicdanları azap verir. Fıtrat ahdini unutmaz. Vicdan cevap anahtarı. En sağlam 'sağlama' yöntemi. Başımızdan gitmez, yapışkan bir bekçidir. Onu ikna etmenin tek yolu geçmişi hatırlamamak. Yahut da şöyle söylemeli: Geçmişin güzelliklerini hatırlamamak. Seni borçlu çıkaracakları. Anınca, karşılığında birşeyler yapmanı gerektirecekleri. Fıtrat vefayı ister. Vicdan talep eder. Onları hiç anmazsan, belki(!) kurtulursun. Felahın, devekuşu felahı. 'Memnuniyetsizliği' bir kalkan gibi kullanıyorsun.

Mesela bir evlat olsan, ebeveyninle tartışsan, sana en tatlı gelen şey onların yaptıkları iyilikleri hatırlamamaktır. Hep verdikleri eziyetlerden dem vurmak, onları konuşmaktır. Sana kızmıyorum, ben de geçtim aynı yollardan. Ama dostum, inan bana, vefasızlığın acısı hiç geçmiyor. Sadece sana yapılanların değil, senin yaptıklarının da. Taşı doğru yere koymadığını hissediyorsun. Birşeyler yanlış geliyor. Birşeyler hep yanlış gidiyor. Bir ince sızı, her tenhada batıyor kalbine. Namazı terk etmek de aynen öyle.

İnsan, nefisten ibaret değil. Salt ona göre de yaşayamaz. Nefsin planı da, rahatı da hep kısavadelidir. Asıl, zaman uzayıverince, geçince günler birbiri ardına, nefsin de lezzet ümidi kesilince amelden, işte o zaman defterler açılıyor. Ah o defterler ne yaman açılıyor! O zamana kadar tutmadığın her sözle, o anda yüzleşiyorsun. Sana Allah mutluluk vaadetti, doğru; varlığa erdiğinden itibaren bunun peşindesin. Fakat dostum, yine o Allah demiyor mu: "Lutfettiğim nimetimi hatırlayın; bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, ben de size verdiğim ahdimi tutayım. Ve yalnız benden korkun." Ona vefalı olmadığını, sana verildiğini düşündüğün sözlerin tutulmamasından anla. Ne ki, tam olmuyor, senden dolayı olmuyor. Yarım kalanlar hep korkudur. Yarım kalanlar hep korkutur. Yarım bırakan sensin. Her korkun, tutmadığın bir sözden imal edilmiştir. Sen sözlerinde sâdık olsaydın elbette Allah'ı Sâdıku'l-Vaad bulacaktın.

21 Ağustos 2015 Cuma

Çukurlar merdivenleşirken...

Baudelaire Paranoyası'nda geçen bir cümle var: "Dünyan altüst olmuşsa ardından belli bir özgürlük duygusu gelir." Ben bu tarz bir özgürlüğü tattığımı anımsıyorum. Seneler önceydi. Tuhaf zamanlardı. Ben de tuhaftım. Yıkmıştım. Hem de pek fena yıkmıştım. Ama rahatlamıştım. Daha ilk anından itibaren, yani ne yaptığımın farkına vardığım andan itibaren, zerre miktar pişmanlık yoktu içimde. Mutluydum. Döndüğüm eşiğin dehşetinden daha çok umursadığım şey, dönemeyecek olduğum eski düzendi. Yıkmanın şehveti de tam olarak buradan kaynaklanıyor. Yükü tekrar omuzlamak yok. Gemileri yakmışsın. Geride bıraktığından daha zor ne olabilir ki önünde?

Doğduğun günden beri kurmaya çalıştığın düzenin içerdiği yapmacıklık, giriftleştikçe/büyüdükçe artan ilişki ağı ve o ağı korumak için muhtaç olduğun çaba, yitirmemen gerektiğini düşündüğün insanların sevgisi... Bu nedir biliyor musun? Her sabah borçlu uyanmak birilerine veya birşeylere... Sonra, işte dediğim gibi, veresiye defterinin yanında kibritle oynamaya başlıyorsun. Roma'yı yakmak, Roma'yı yönetmekten daha kolay görünüyor.

Bütün bunlar kalmaya çalışmaktan. Dünyada sonsuza dek kalacakmışsınız gibi davranmak, akıntıya kapılmış giderken kenardaki çalılıklara tutunmaya çalışmak gibidir. Daha fazla kalma çabası daha çok el kanaması. Daha çok yara. Daha çok kırgınlık. Daha çok ayrılık. Akışına bıraktıkça rahatlar insan. Boşvermek değil bu söylediğim. Tevekkül. Bir yüzü kadere iman etmeye bakıyor. Bediüzzaman'ın örneklemesiyle 'yükü sırtından indirip gemiye bırakmak.' Boşvermekse yükü denize fırlatmaktır. Yük dediğim şeyin içinde sevdiklerin de var. Kim sevdiklerini denize atmakla mutluluğa erişebilir? Ancak bir nihilist der bu 'herçi bad abad'ı.

Ama 'emanet etmek'te bu yok. Emin bulduğun bir ele bırakıp tevekkül etmek bu açıdan boşvermenin sahip olamayacağı bir avantaja sahip. İman bize bu avantajı da sağlıyor. Allah'a bıraktığın her işinde aslında kendine de şunu söylüyorsun: "Daha fazla tutmaya çalışma! Görüyorsun, çok yoruldun. Hem ellerin de hep yara bere. Bırakmakla rahatla biraz." 6. Söz'ün vicdanımıza fısıldadığı fırtınalı zamanlardayız. Fırtınayı burada değildi, akıl sahibi olmakla onu dünyaya biz getirdik. Bizden başka böyle telaş eden de yoktur. Bu fırtınanın rahatlaması ancak tevekkülle olur. Yani akla, hakkında düşünmeyi bırakması için alan açmakla.

Birşeyleri de ardında bırakmalısın. Hepsini kalbine sığdıramazsın. Çünkü sınırlısın. Gördüğün her yüz aklında kalamaz. Duyduğun her tatlı söz kulaklarında saklanamaz. Elbette unutacaksın bazı gözlerin renklerini. Siluetler belirsizleşecek. Hatıralar karışacak. Çünkü hatırlamak da bir tutmaktır. Yolcu olana, kalmaya dair her çaba acı verir. Yolcunun psikolojisi lazım biraz bize. Eşyayla yolcu gibi ilişki kurmak. Ne çok bağlanmak, ne çok kırılmak, ne çok aldırmak... Aslolmadığını farketmek. Hissedişlerin her birisi aynı zamanda etkilenme. Birşeyleri de ardında bırakmalısın. Yoksa bu etkiye açık halinle kafayı yemeden imtihanın sonuna varamazsın.

"Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir."

Bediüzzaman, iman ve küfür muvazeneleri yaparken, anlattığı her hakikattar hikayede, ehl-i küfrü temsil eden karakterin karamsarlığına nazarımızı çevirir. (Özellikle 2. Söz'de var bu.) Yapısı gereği etkilenmeye bu kadar açık olan insan, eğer iman sahibi de olmazsa, kalmaya çalışmakla karamsarlaşır. Çünkü bir yanıyla sürekli gittiğinin, yani her çabasının boş olduğunun farkındadır. Aynaya her baktığında farkettiği yeni kırışıklıklar, solgunluklar, aklar... Çalıların bıraktığı izler, yaralar, gamlar. Daha güzelin varlığı, güzelin umududur. Ahirete inanmayan önce bunu yitiriyor. Daha güzeli olmayan tek güzelliğin yaşadığı (ve terk ettiği) olduğunu düşünüyor. O da gidiyor. Bu gidiş, karamsarlık ve daha ilerisinde kronik bir küsmek ve kemikleşmiş bir öfke şeklinde kendisini gösteriyor. Kâfirin Allah'a düşmanlığının da buradan geldiğini söylüyor Bediüzzaman. İnanmasa da düşman. Çünkü dediğinin doğru çıktığını görüyor.

Karamsar insandan korkarım. Allah yokmuş gibi konuşmasından tanırım onu. Karamsar insanla sohbet etmek zehirlenmektir. Öyle hissederim. Nihilizme çok yaklaşmıştır. Bu yüzden dengesizdir. Karamsar için herşeyin rengi pek kolay değişir. Gaybın varlığına imanını yitirdiği ve olup olacak herşeyin onun gördüğü şekle münhasır olduğunu zannettiği için amansızdır da. Esfeli's-safilini alâ-i illiyyin gibi bilir.

Örneğin: Kaos/karmaşa, aklı başında herkes için bir çukurdur. Kimse daha kötüye talip olmak istemez. Oraya düşmek istemez. Belirsizliğin dibidir. Herşeyin, her an başa gelebilmesidir. Anarşidir. Kestirilmezliktir. Korkudur. Yeistir. (Halbuki ümidin/hayalin bile aklın kestirmesine ihtiyacı vardır.) Fakat karamsar, kaosu dahi bir merdiven gibi görmeye başlar. Olan zaten kötüyse ve bundan daha kötüsü olmayacaksa, neden kaos denenmesin? Belki de daha iyi birşey olacaktır? (Hele bir de imansızsa zaten varlığın da bir kaos içinden şu anki haline geldiğine iman etmektedir.) Ardında bıraktığından daha kötüsüne iman etmez ki, başına geleceğinden korksun da teenni ile hareket etsin. Cennet ve cehenneme iman etmenin böylesi bir güzelliği de olduğunu düşünüyorum. Daha kötüsüne ve daha iyisine iman etmiş olmak, yaşanılanın tek kıstas olduğu bir cehennemden kurtarıyor bizi. Özgürlük, yükü denize atmakta değil, gemiye bırakmakta.

4 Kasım 2014 Salı

Yalan zamana yayılmış bir intihardır

Hepimiz bir parça ebeveynlerimizin gerçekleşmemiş düşleriyiz arkadaşım. Evet. Yaşayamadıkları yıllarıyız. Bu yüzden yapamadıklarını üzerimizden yapmak istiyorlar. Ömrümüzü ömürlerinin uzantısı sayıyorlar. Hem hepsinin de birçok hayali var. Hiçbirisi de elenebilir değil onlara göre. Ama bizim de sonsuzluğu kazanmamız gereken tek hayat var. Ehadiyeti, üzerimizdeki bize özel nakışları, ancak bu hayatla idrak edebileceğiz. Kendine sor bir arkadaşım: Tek kağıtta kaç kompozisyon yazılabilir? Bir tuvale kaç resim sığdırılabilir? Bir ömre kaç kişinin düşü birden sığar? Eğer başkalarının rüyası olursak bizimkilerin tâbirinde ne anlam kalır?

Bense böyle sualler sorduğum yaşları aştım artık. Kandım. Uyandım. Yıprandım. Kıvamlandım. Onlara saygı duyacak kadar duvarlara çarptım. Yıllarımı dört başlıkla ayırıyorum şimdi: Olmaya çalıştığım, olmadığına şaşırdığım, olmamasıyla savaştığım, olmamasıyla barıştığım çağlar. Evet. Doğrudur. Bir zamanlar sevenlerimin hayallerini gerçekleştirmeye mecbur bilirdim kendimi. Algı bozukluğu de istersen. İstersen galat-ı his. Onların hayalleri benim geleceğim gibiydi. Öyle gelirdi. Ben de o aynaların rağbetini kaybetmemeye çalışırdım. ‘İstedikleri’ olur ‘olduğumdan’ uzaklaşırdım. Sonra birgün mürşidimin Sözler’i ayılttı beni:

"Senin bu galat-ı hissin ve mağlâtan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan aynasını bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o aynada görünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tagayyür aynanın başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümerc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fayda vermez. Çünkü, senin elindeki aynadaki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız aynanın verdiği mikyas ve mizanladır."

Önceleri ümit ümit neşe, sonraları yeis yeis eziyet dolu zamanlardı, inan bana. Çizikleri hâlâ duruyor. Yüzümdekinden fazla kalbimde kırışıklıklar. Saçımdan çok bahtımda ak var. Bugün bile ‘Hayır!’ demekle ilgili sorunlar yaşıyorum. ‘Hayır!’ diyeceğim insanlara cevap vermemeyi, sükûtumla onları uyandırmayı, zamana yaymayı tercih ediyorum. Görmezden gelmek yanıt vermekten kolay geliyor. Biraz incinmelerinden korkuyorum. Daha çok da incinmekten. Ama hepsinin ötesinde itiraf etmeliyim: ‘Hayır!’ demekten korkuyorum. ‘Hayır!’ dersem dünya dönmeyi bırakır gibi geliyor. Halbuki iradenin varlığını isbat edebilmesi için ‘Evet’ler kadar ‘Hayır’lara da ihtiyacı vardır. Cemal dengesini celalle bulur.

‘Evet’ başarılmıyor değil. Yanlış anlama. Ama her gönülsüz ‘Evet’te paralel bir hayat yeşeriyor. Hayat ikileniyor. Çatallanıyor. Çelişkileniyor. Birincisi ‘isteyerek yaptıklarımdan’ ikincisi ‘mecbur kaldıklarımdan’ iki Ahmed oluşuyor. Düşün: Sevmediğin, zayıf bulduğun, asıl senden çaldıklarına kızdığın ve hatta tiksindiğin bir insan daha var içinde. Bir sen daha var senin yanında. Beraber soluk alıp veriyorsun üstelik. Kalbiniz beraber atıyor. Yemeniz-içmeniz ayrı gitmiyor. Bu ikinci Ahmed’in her amelinde bir ölüm kokusu burnu deliyor. Nasıl bir ölüm bu bahsettiğim? Fıtratın ölümü. Aslın ölümü. Belki de Bediüzzaman’ın şurada söylediği: "Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi niyet bir cihetle fıtri ahvalin ölümüdür. Mesela: Tevazua niyet onu ifsad eder. Tekebbüre niyet onu izale eder. Feraha niyet onu uçurur. Gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza kıyas et." Buradan bakınca doğruluğun hayatın hayatı olduğu fikri kuvvet buluyor. Kendine dürüst olamayanın hayatı da bir parça ölüm.

Dışımızdaki dünya bizim içimizde nasıl varolur? Dünyaya tuttuğun aynada/aynanda görüntü nasıl oluşur? Buna dair cevabım duygular üzerine. Ruhun etkilenme biçimi budur bence. Mesela: Dışında duran bir güzelliğin içindeki görüntüsü 'hayranlık'tır. Öyle görür kalbin. Hadi biraz daha ileri gidelim: Muhabbettir. Büsbütün zincirleri çözelim: Aşktır. Yani sen hayatındaki hiçbir nesneyi olduğu gibi görmezsin. Robot değilsin. Hissettiğin şekilde görürsün. Kalbin yüzleri böyle kategorize eder.

Bu yüzden hislerin yanılması, galat-ı his denilen şey, yorumları da etkiliyor. Hissedilen dünya ile gerçek dünya arasındaki mesafeyi akıl algılamalı. Bunu yapması için ona geniş bir açı vermen gerek. Anda takılıp kalmamalı. Diyelim: Birşeyde sarhoş olmaya meylin var, yani onda yitmeye meyillisin, bırak aklın arkasına dolansın. Ölümüne kadar koşsun. Büyük resme varsın. Eğer sana ölümünü gösterebilirse hislerini ikna edebilir. "O, bunu haketmiyor!" diyebilir. Yoksa mahvolduğunun resmidir. Ölüme çarptığında bütün aynalar kırılır. Çünkü onun diğer adı: Ayna-kırandır. Ve kırılacakların arzularına göre bir hayat yaşadığında aslında yaşamamışsın demektir. Aklın varsa kırılmayacak olanın rızasında kemalini ara. Merak ettiysen kim olduğu şu ayette görünüyor: “Şahit olarak Allah yetmez mi?”

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...