Öcü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öcü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Nisan 2016 Pazar

Yalancı, geçmişi sevmez

Korkular hep boşluktan. Nereye varacağını kestirememekten. Varlıktaki yokluk, boşluk, karanlık. Mürşidin demişti sana: Şer ademîdir/yokluksaldır. Hayır vücudîdir/varlıksaldır. İnsan 'boşluk' gördüğü herşeyde şerrin kokusunu hisseder. İhtimal hesaplarına dahil olan herşey endişelendirir seni. Ne çok şeyden korkuyorsun! Sadece karanlıktan, öcülerden, gelecekten değil, verdiğin sözlerden de. Sanki her söylediğin ayağını bağlıyor, bağlamış. Geçmişte çok konuşmuşsun, şimdi susuyorsun. İnsanların yüzüne bakmayı sevmeyişin de bundan. El açıp dua etmeyişin de. Dikkat edilsin istemiyorsun varlığına. Kumun altında kafan. Gözünün içine bakan herkesin, orada, çelişkilerini ve zaaflarını göreceğini sanıyorsun. Çok yalan söylemişsin. Yalan söyleyenler geçmişi sevmez. Yalan söyleyenler göze bakmak ve gözüne bakılsın istemez. Geçmişi unutsun istiyorsun herkes. Sen de unutmayı seçiyorsun. Duan kabul olmuş. Hafızan zayıflamış.

Utangaçlık ve unutkanlık korkularının kılıfı olmuş. Asosyal falan da değilsin halbuki. Seversin kalabalıkları. Fakat yüzleşmeye cesaretin yok. O kadar çok konuştun ve o kadar çok şey ahdettin ki. Tutamadığın o kadar çok sözün var ki. Bir sürü de gerçekleşmemiş hayal... Heyula gibi. Birileri hatırlar da hatırlatır diye korkuyorsun. Kur'an dinlerken sıkılman da bundan. Nasihatten kaçman da. Hepsi birden üzerine yıkılır sonra, Allah korusun. İnsanlara eyvallah etmez görünürsün, işte bu yüzden. Sana yapılan yanlışları unutmaz, verilmiş hediyeleri ise anmazsın, işte bu yüzden. Nimeti anmak borçlandırır insanı. Geçmişi hatırlatır, vefayı, şükrü, teşekkürü. Sen öcülerden çok tutamadığın sözlerden korkuyorsun.

Sözünü tutamayanların canı çok sıkılır, neden biliyor musun? Çünkü her boş kaldıklarında vicdanları azap verir. Fıtrat ahdini unutmaz. Vicdan cevap anahtarı. En sağlam 'sağlama' yöntemi. Başımızdan gitmez, yapışkan bir bekçidir. Onu ikna etmenin tek yolu geçmişi hatırlamamak. Yahut da şöyle söylemeli: Geçmişin güzelliklerini hatırlamamak. Seni borçlu çıkaracakları. Anınca, karşılığında birşeyler yapmanı gerektirecekleri. Fıtrat vefayı ister. Vicdan talep eder. Onları hiç anmazsan, belki(!) kurtulursun. Felahın, devekuşu felahı. 'Memnuniyetsizliği' bir kalkan gibi kullanıyorsun.

Mesela bir evlat olsan, ebeveyninle tartışsan, sana en tatlı gelen şey onların yaptıkları iyilikleri hatırlamamaktır. Hep verdikleri eziyetlerden dem vurmak, onları konuşmaktır. Sana kızmıyorum, ben de geçtim aynı yollardan. Ama dostum, inan bana, vefasızlığın acısı hiç geçmiyor. Sadece sana yapılanların değil, senin yaptıklarının da. Taşı doğru yere koymadığını hissediyorsun. Birşeyler yanlış geliyor. Birşeyler hep yanlış gidiyor. Bir ince sızı, her tenhada batıyor kalbine. Namazı terk etmek de aynen öyle.

İnsan, nefisten ibaret değil. Salt ona göre de yaşayamaz. Nefsin planı da, rahatı da hep kısavadelidir. Asıl, zaman uzayıverince, geçince günler birbiri ardına, nefsin de lezzet ümidi kesilince amelden, işte o zaman defterler açılıyor. Ah o defterler ne yaman açılıyor! O zamana kadar tutmadığın her sözle, o anda yüzleşiyorsun. Sana Allah mutluluk vaadetti, doğru; varlığa erdiğinden itibaren bunun peşindesin. Fakat dostum, yine o Allah demiyor mu: "Lutfettiğim nimetimi hatırlayın; bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, ben de size verdiğim ahdimi tutayım. Ve yalnız benden korkun." Ona vefalı olmadığını, sana verildiğini düşündüğün sözlerin tutulmamasından anla. Ne ki, tam olmuyor, senden dolayı olmuyor. Yarım kalanlar hep korkudur. Yarım kalanlar hep korkutur. Yarım bırakan sensin. Her korkun, tutmadığın bir sözden imal edilmiştir. Sen sözlerinde sâdık olsaydın elbette Allah'ı Sâdıku'l-Vaad bulacaktın.

5 Eylül 2013 Perşembe

Felsefe ‘öcü’ mü?

Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi’ni okuyorum şu günlerde. Kendi adıma konuşayım: Çok öğretici bir kitap... N.Ş.A.'da (normal şartlar altında demenin milli eğitimce pek makbul kısayolu) bir nur talebesinin, felsefeseye dair metinler okumasına abileri/ablaları tarafından pek sıcak bakılmaz. Fazla uzaklaşmaya gerek yok. Kendi öğrencilik yıllarıma döneyim delil sunmak için: O zamanlar böyle bir kitapla dersanede olmayı ancak 'hayal' edebilirdik. Elimizde yakalanırsa, uyarı alırdık. Felsefeyle ilgili bir metine, ancak ders kitabının içinde olursa veya yine milli eğitimle ilgili mecburiyetiniz varsa, müsaade vardı. Onun dışında, serbest felsefe okumalarına, sıcak bakılmazdı.

Aslında bunun çekincesi daha eskilerde saklı. Nedeni: Felsefe geleneğinden gelenlerin; İbn-i Sinalar, Farabîler devrinden beri, ümmet içinde bir kırılmayı temsil etmesi. Onların vahye sathî, akla esas/dakik bakmalarından dolayı tıkandıkları/sapıttıkları noktalar, İmam Gazalî gibi ehl-i sünnet âlimleri gözünde o kadar kerih görülmüş ki, üzerlerine eser telif edilerek (Tehavüt el-Felasife gibi) masaya yatırılmışlar, mizana vurulmuşlar. Dalalete koşmak ve insanları da peşlerinden sürüklemekle suçlanmışlar.

Ehl-i sünnet içindeki bu felsefe eleştirisinin zamanımızdaki yükünü omuzlayanlardan birisi de Bediüzzaman Hazretleri. O da külliyatının içinde, modern zamanların sarsılmaz sanılan felsefî argümanlarını masaya yatırıyor; hatta bazı yerlerde hepsine birden meydan okuyor, haklarında sert ifadeler kullanıyor. Külliyata aşina olanlar zaten bu noktada yeterli bilgiye sahipler. Üstadın, ‘Kur’an hikmeti’ ve ‘felsefenin hikmeti’ arasında nasıl kıyaslamalar yaptığını iyi biliyorlar.

Sanıyorum, Bediüzzaman’ın felsefeye yönelik bu eleştirel yaklaşımı, şu zamandaki takipçileri üzerinde o kadar etkili olmuş ki; en nihayet, benim yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, elinde felsefe kitabıyla dersanelerle gelenlere bile hoş bakılmayacak bir hale gelmiş. Ve yine belki, şu günlerde çokça tartışılan, ‘ilahiyat fakültelerinin ders programından felsefe tarihi derslerinin kaldırılması’ meselesinin de bu kadim endişeyle bir ilgisi var.

Felsefenin ve ilahiyatın arasında bir ters orantı olduğu, birisinde ilerlemenin diğerisinden uzaklaşma gerektirdiği genelin/avamın sahip olduğu bir kanaat. (‘Boş konuşma’ya yakın bir anlamda, halk arasında kullanılan ‘felsefe yapma’ tabiri, bu noktada ne kadar da manidar.) En azından nur talebeleri için durumun böyle olduğunu yakinen biliyorum. Fakat beni tanırsınız, kırk kere kulağıma cevabı söylenmiş olsa da yine külliyata sormadan edemem: “Bediüzzaman için durum gerçekten böyle mi?”

Zira ben biliyorum ki; Bediüzzaman, üzerine okumalar yapmadığı, bilmediği hiçbir şeyi eleştirmez. Onun felsefe eleştirisi, aynı zamanda iyi bir felsefe bilgisine sahip olmasını gerektirir. Tıpkı, Tehavüt’ten önce Makasıd el-Felasife’yi yazan İmam Gazalî’nin, yapılan eleştirilere verdiği yanıtta olduğu gibi: “İnsan bilmediği birşeyi nasıl eleştirebilir? Ben de evvel bunu yazdım ki, felsefeyi bildiğim anlaşılsın.” (Mesela; 10. Söz, 21. Söz, 11. Şua gibi çok yerde kullanılan “Malumdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar...” mantığının Sokrates’in savunmasında, jürinin yetkinliğini sorgulamada da kullanıldığını kaç kişi bilir?) Kendisi bu denli sağlam felsefe bilgisine sahip bir Bediüzzaman, talebelerinin, felsefeyle hiç ilgilenmemesini mi istiyordur? Yoksa sapmalarına dikkat edilmesini isteyerek, müdakkik bir okumadan geçirilmesini mi arzu ediyordur?

Sanıyorum bunun cevabını, bugünlerde üzerine düşündüğüm, Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda yakaladım. Orada bakınız, Bediüzzaman, fennî ve felsefî malumatının çok olduğunu düşündüğü muhatabına nasıl hitap ediyordu: “İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”

Buradan benim anladığım: Bediüzzaman’a göre özünde kusurlu olan felsefî maarifin kendisi değildi. Onu Hakîm-i Zülcelâl hesabına kullanmamak asıl arızayı yaratıyordu. Yoksa, doğru bir kullanımla; o odunları ateşe, o bilgileri kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne çevirmek mümkündü. Bediüzzaman’ın da karşısında durduğu da felsefenin bilinmesi değil, onun Hakîm-i Zülcelâl hesabına çevrilmemesiydi. Yoksa, böyle bir kullanımla, o bilgiden de hikmet devşirilebilirdi.

Yine bu noktada Ene Risalesi’ndeki şu bölüm ne kadar anlamlıydı: “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.”

Demek ki; iki silsilenin imtizaç ve ittihad etmesi mümkündü ve bu silsile-i felsefenin, silsile-i diyanete itaat/hizmet etmesiyle olabiliyordu. Ve bu ittihad ve imtizaçtan, insaniyet adına parlak bir saadet ortaya çıkıyordu. Sorun; felsefenin bizzat kötü olmasından değil, onun doğru kullanılmamasından veya vahyin ışığında hayatlandırılmamasından kaynaklanıyordu. Felsefe ve ilahiyat üzerine tartışmaların yaşandığı şu günlerde, bu mektuptaki şu nüansı farketmek, gerçekten güzel oldu. Ders almak nazarıyla bakarsanız, lahikaların vereceği dersler hiç bitmiyor. Onlar, her vakit başımızda öğretmenler...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...