İlim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2025 Cumartesi

Bismillah neden her hayrın başı?

Başlangıcımız şurası olmalı bence arkadaşım: "Maneviyat bize neden lazım?" Evet. Ancak bu soruya cevap verdikten sonra manevî olanın bilgisine erişebiliriz. Yoksa rüzgârın kayadan hiçbirşey koparamaması gibi üzerimizden eser gider. İlimler ihtiyaçlar üzerine kuruludur. Yara ışığın vücudumuza sızdığı yerdir. İhtiyacı olmayanın ilmi de olmaz. Sorusu olmayanın da ihtiyacı olmaz. O yüzden bizi önce sorularımızla tanıştırmak gerek. Ben de şimdi bunu yapıyorum. En azından deniyorum. Hem sana hem kendime soruyorum: "Maneviyat bize neden lazım?" Onsuz yaşanmaz mıydı? Varlığını bilmeden geçmez miydi hayat? Şol düğümü çözebilirsek inanmayı da konuşabiliriz. Çözümün ilk hamlesini deneyeceğim bir de. Ve yine çiçek gibi ortamıza bırakacağım bir soruyu: "Varolan herşeyin en temel isteği nedir?"

Varolan herşeyin en temel isteği 'var kalmak'tır. Çünkü tanıdığı herşeyi varolarak tanımıştır. Varolmamanın ne olduğunu bilmez. Tanımlayamaz. Kestiremez. İstemez. O yüzden hiçliği düşleyemez bile. Bu var kalmanın da iki vechi vardır: 1) Varolan herşey varlığının eksilmemesini ister. 2) Varolan herşey varlığının artmasını ister. Bunlara şimdilerde 'korunma güdüsü' ile 'menfaat güdüsü' gibi isimler veriyorlar. Onları da kulağımıza küpe edelim. Ancak bizim ulemamız mezkûr iki temel kuvveyi şöyle isimlendiriyor: 1) Kuvve-i gadabiye. 2) Kuvve-i şeheviye... Bir de üçüncüsünün gerekliliğini katmışlar işin içine. Maşaallah. 3) Kuvve-i akliye. Bu da lazım. Zira zararlıyı menfaatliden ayıramadan diğer ikisinin görebileceği bir fonksiyon olamaz. Yani 'kuvve-i akliye' diğer 'temel güdüler'imizin çalışabilmesinin tek yoludur. Aklı olmayanın yükümlülüğü yoktur. Aklı olmayanın imtihanı yoktur. Aklı olmayanın dini de olmaz. Bunlar bize nicedir zaten öğretilmiştir.

Varlıkta bir yer tutmak kendisine bahşedilmiş herşeyin bu kuvveleri ya bizzat vardır yahut da dahil olduğu küllî hayat nedeniyle vardır. Eğer tek tek atomların kendi iç sistemlerini korumaktaki temayüllerini görmeyip onları cansızlardan sayıyorsan, dahil oldukları hayatlı vücudlar sayesinde, yine bir çeşit hayata mazhar olduklarını düşünebilirsin. O zaman bu kuvveler dahil oldukları hayatların kuvveleri olurlar. Ve o cansız addettiklerin de o kuvvelerden izler taşırlar. Çünkü, mesela, hücremizin zarı 'bir hayat tezahürü olarak' seçici-geçirgen olduğu gibi dünyamızın atmosferi de 'seçici-geçirgen'dir. Güneşten gelen ışıkları süzer. Isının ne kadarı kalacak ne kadarı gidecek o atmosfer sayesinde kontrol edilir. Meteorları mümkün mertebe parçalaya parçalaya içine alır. Büyük lokmalar halinde yutmaz. Yani sanki küremiz de hayata mazhar gibidir. Ancak onunkisi beşerinki kadar yüksekçe değil. Daha çok bir hücrenin tepkilerine benzemektedir.

Hayata mazhar olan herşey kendi iç sistemini dışından ayırmayı biliyor. Tek hücreli seviyesinde veyahut insan kadar... Her şekilde aynı temel bilinç var. (Tezahür şiddeti değişik tabii.) O nedenle kendisine zararlı olan şeylerden kaçıyor. Faydalı olan şeyleri de elde etmeye gayret ediyor. Ve ikisini birbirinden ayırabiliyor. Varlığını devam ettirme arzusunun bir delili bu. Yani varolan herşeyin 1) Varlığını arttırmak istediğini 'menfaatini kovalamasından' anlıyoruz. Besleniyor, büyüyor, çoğalıyor vs. 2) Varlığının eksilmemesini istediğini 'zararlardan kaçmasından' kavrıyoruz. Savunma sistemleri var, sakınıyor, yaralanırsa iyileşmeye çalışıyor vs. Bu iki kuvvenin hayatımızdaki varlığını kabul ettikten sonra iş şimdi bu varoluşun kaç boyutu olduğunu kavramaya kalıyor arkadaşım. Onu da ulemamız bize böyle öğretmişler: Birşeyin yoktan vara veya vardan daha başka bir vara geçebilmesi için üç şey lazım. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Peki bu ne demek oluyor?

Yapmak yıkmak gibi değil. Varlık da yokluk gibi değil. Birşeyin yapılması uzun/sistemli emekler gerektirirken yıkımı çok çabuk gerçekleşebilir. Bir yılda yapılan bina bir günde yakılabilir. O yüzden biz vücuda gelen herşeyi 'takip edilmiş sonuçlar' ile açıklayabiliriz. Yani bu şeyde kudret gelişi güzel kullanılmamış. Belli ölçüler içinde tatbik edilmiş. Bir tarlanın sulanması gibi kontrollü şekilde olmuş hepsi. Sel gibi akmaya bırakılmamış. Zaten selden varlık çıkmaz. Sel olanı da yokeder. Ama tarlanızı düzenli suladığınızda bol bol ekininiz olur. İşte, kudretten varlık çıkması için gerekli olan kardeşleri irade ve ilmin gerekliliğini farkettiğin an, kaos ile düzeni de birbirinden ayırırsın.

Mesela: Çay yapmak bir gelişigüzellik değildir. Çay yapmayı bilirsin. Kurallarına riayet edersen ancak çay sahibi olursun. O kuralları bilmek sende çay yapmak fiilinin 'ilim' yanını ifade eder. Fakat ilminde sadece çay yapmak yok ki. Sen kahve yapmayı da bilirsin. Belki yemek yapmayı da bilirsin. Kudretinin bu ilimlerden birisine akabilmesi lazım. Onu da sağlayan iradendir. İrade kudretin akacağı ilmi seçer. Eğer iraden olmasaydı ilmi sende bulunan herhangi birşeyi seçemeyeceğin için vücudu mümkün olamayacaktı. Üçüncü olarak gerekense kudrettir. Eğer çok hasta olsaydın, ne kadar iyi bilirsen bil ve ne kadar istekle seçersen seç, yine de bana çay yapmayı beceremeyecektin.

Vücudda, yani varlıkta, kudret maddeye bakarken, ilim ve irade ise maneviyata bakar. Fâtır-ı Hakîm olan Sultanımın beni hangi ilim-irade üzerine yarattığını bilmem, en özünde kendi anlamımı bilmem, yani maneviyatımı bilmemdir. Benden muradını anlamam beni varlıkta tutar. Beni hangi marifetle donanmak için yarattığını bilmem beni varlıkta tutar. Varoluşumun madde tarafına dair çabalarım bir noktadan sonra içimdeki kararsızlığı engelleyemez. Bir süpernova gibi patlayıp kendi içime çökebilirim. Bir karadeliğe dönüşebilirim. Nasıl ki binaları onların maneviyatı diyebileceğimiz planları, o plana göre inşaları ayakta tutar, beni de kendi planıma göre yaşamak tutar. Ben de Hâlık-ı Rahîm olan Sultanımdan maneviyatımı öğrenmezsem zamanda/mekanda inşa edilmiş varlığım illa ki yıkılmaya yüz tutacaktır.

Şeriat dediğimizde kastettiğimiz bu oluyor. Din de aslında budur. Vahiy de bize bunun için gönderilmiştir. Sünnet-i Seniyyenin rehberliği de bunun için vardır. Hepsi bizde, varlık kalıbımızda, 'içerik de bulunsun' diye bağışlanmış hediyelerdir. İçeriksiz kalıp boştur. Manasız madde boştur. Çünkü madde mana üzerinde kuruludur. Her inşanın arkasında fikir var. Her tasarımın arkasında bir hayal saklanır. Maddî vücuda ulaşmadan önce o şeylerin maneviyatları vücuda gelmiştir-getirilmiştir. Maddeleri o manevi kalıpların üzerine dikilmiştir. Mesela: Sürekli bilim bilim diye birşeyin altını kazıyoruz. Peki aslında ne yapıyoruz? Belki de o şeyin maneviyatını araştırmaktan ibarettir.

Hayatıma tutunabilmem için ben de anlamımı arıyorum. Anlamımı aramak maneviyatımı aramaktır. Maneviyatımı aramak da maddemi tamamlayan kardeşleri aramaktır. Onları bulduğumda varlığım tamam olur. Onları bulamazsam kuvvelerim tatmin olmaz. Ben de bu tatminsizlik içinde boşluğa savrulurum. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur!" hakikati buradan bize gözkırpmaya başladı. Anlamımı bulamadığımda herşey yarım kalmaya başlıyor. O kadar anlamlandıramadığım şey birikir ki masamda, kalbimde, ruhumda, kafamda. En nihayet onları taşıyamaz olurum. Boğulurum. Varlığımın yarımlığı vücudumu eziyete çevirir. İşte ihtiharların müzmin nedeni.

"Bismillah her hayrın başıdır!" cümlesine bir de buradan bakalım. Bediüzzaman Hazretleri elbette bu cümleyi söylerken 'hayır' ile 'varlık' arasındaki bağlantıyı biliyordu. Hayır demek varlık demek. Varlığa dair olan demek. Eğer kangren olmuşsam, Allah muhafaza, kolumu kesmek hayırdır. Eğer tokluk beni şımartıyorsa oruç tutmam hayırdır. Varlığın en hayırlı şekliyse elbette sonsuzluktur. Yani âdemoğlu sonsuzluktan daha şiddetli bir varlık türü tahayyül edemez. Varlık türlerinin en devamlısı sonsuzluktur. Biz, iki şey arasında hayırlı/hayırsız ayrımı yaparken bile, aslında onun devamlılığına bakarız. "Bunu alman senin için daha hayırlı olur!" dediğimizde genelde kastettiğimiz o seçeneğin daha kalıcılık barındırdığıdır. İnsan, fanilikleri şiddetlendikçe, şeylerde hayır bulamaz hale gelir. Bunun istisnası ademdir. Yokluk ancak geçicilik kazandıkça güzelleşir. "Zeval-i elem lezzettir." Varlık geçicilik kazandıkça acıtır. "Zeval-i lezzet elemdir."

Cehennemde kalmak acıdır. Çünkü o yoksunluğumuzu büyütür. Cennette kalmak lezzettir. Çünkü o varlığımızı besler. Sonsuz bir varlığa ise ancak yine kendisi sonsuz bir Sultanın sayesinde ulaşabiliriz. 'Allah' diye dünyamıza girmiş hakikat, esasında bize, varlığın bu faniyat âleminden ibaret olmadığının müjdesini taşır. Bu fâniyat âleminin ötesinde hiçten vara çıkaran bir Sonsuz Sultan vardır. O 'zaman ötesi'dir. Zamandan aşkındır. Mekansızdır. Mekanlardan yücedir. Mahlukatı cinsinden olmaktan münezzehtir. Zaten faniyatı açıklamak için faniyat cinsinden olmayan birşey gerekir. Böylece dünyamıza Allah tasavvuru/tefekkürü girer. Bu tasavvur/tefekkür girdikten sonra da işte, biz, gerçek varlığa erişiriz. Sonsuz bir Allah'ın marifetiyle başlayan cümlemiz en nihayet varabileceğimiz en hakiki hayra erer. Allah varsa sonsuzluk ümidi vardır. Allah varsa varlık gerçekten vardır. Allah varsa hakikat vardır. O yüzden deriz: "Bismillah her hayrın başıdır."

"Maneviyat bize neden lazım?" diye sorduk, bak, nerelere geldik arkadaşım? İyisi mi seni de kendimi de daha fazla yormayayım. Zaten bu yazı da epey karışık birşey oldu. Düğüm çözmeye niyetlenmiştik, heyhat, düğümleri çözen ancak Allah'tır. Ona hamdedelim. Ve içimizdeki düğümleri çözmesi için ona dua edelim. Zira çözenlerin en hayırlısı da yine Odur. Diğer bütün bilmekler Onu bilmenin vesilesidir.

18 Mart 2022 Cuma

Dönüşü olmayan bir duayız biz

"Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır."

Mürşidim kalbime dokunduğundan beri herşeyi duaya dönüştürdüm. Artık başka hiçbirşey yok. Her 'şey' bir dua. Çünkü mutlak ademden yoksun bırakıldım. Ne mutlu! Hiçliğe düşmek imkandan çıktı. Çünkü hiçlikten gelmedim. Herşey geldiği yere döner. Ondan gelense Ona döner. Ben yokken bile vardım. Var yokken bile vardı. Zaman geçmezken bile bir yerlerde ismi geçiyordu. Varlık ne kadar evvele gitse, hatta kendini cismen hiç etse, kadîm olan Allah'ın ilminden ileriye-geriye gidemiyordu. 

Biz varlığa boşluktan düşmedik arkadaşım. Boşluk varlığa bizimle düştü. Madem ki Allah varolacak herşeyi biliyordu, ki biliyordu ki yaratıyordu, o halde mutlak yokluktan sözedilemezdi. Herşey varolmadan önce yalnızca ilimdi. Alîm olan hepsini bilirdi. Hafîz olan hepsini saklardı. Bunu da bana mürşidim öğretti.

İşte bu ilmin duasıyla varlık sahnesine çıkarıldık. Rahmet bilinene varoluş da lütfetti. İhtiyaçtan yaratılmadık. İkramdan yaratıldık. Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam varolmayı hakeden öyle bir güzellikti ki, Cenab-ı Hak, aziz hürmetine bizleri de varlık sahnesine getirdi. 

Nurundan yaratıldığımıza itiraz edecek bir gerekçe göremiyorum. İlim de nurdur çünkü. Birşey hakkında bilgi sahibi olmak etkileşime girmek gibidir. Ondan taşan birşey size gelmiş gibidir. Öyle ya: Güneşten bize ışık geliyor. Güneşi bu ışık sayesinde biliyoruz. Yine bu ışık hakkında deniliyor ki: İsm-i Nur'un Hidrojen-Helyum düzeninde bir tecellisidir. Onu aşamadığımız için bize varoluş görünür. İpleri görecek açıya sahip olmayanlar için kuklalar da 'kendiliğinden' hareketlidir. Demek: Sebepleri yaratıcı sananların aslında açısı bozuk. 'Olanı' görüyorlar da 'olduranı' göremiyorlar.

Belki güneş de uzayın yüzeyinde bir kabarcıktır ha? Nasıl su damlası güneşin yansımasını sinesine sığdırıyor. Belki güneş de başka bir güneşin, belki de Şems-i Sermed'in, tecellisini kendisinde yansıtıyor. Sen ışık ondan doğuyor sanıyorsun. Çünkü dört boyutlu fiziğin üstüne çıkamıyorsun. Eğer iki boyutlunun üstüne çıkamasaydın da parıldayan su damlası güneşin oluverirdi.

Hakikat-i Muhammediye sadece bir ilim olarak varken de varolmak için dua ederdi. Çünkü o kadar güzeldi. (Güzelliğin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar hikmetliydi. (Hikmetin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar rahmete şâyândı. (Aczin-fakrın kendisi bir duadır.) Cenab-ı Hak onun ifade ettiği cemali varlık sahasına getirdi. 

Aleyhissalatuvesselamın nurundan yaratılmak ne büyük şereftir. Demek bizde de kıymettar hakikatinden birşeyler vardır. Varolan herşey varolduğuna sevinir. Varolan herşey varolmakla gönenir. Yani hep varolmak ister. Sonsuzluk ister. Şu haliyle sanki göğsündeki sırrı sezmiş gibidir. Öyle ya: Damlacığın bizzat kalmaya hatırı yoktur da göğsünde gösterilen güneşin vardır. Göğsünde gösterilen güneş hürmetine damlacığa da hürmet edilir. 

Bizim göğsümüz acayip bir sır saklıyor arkadaşım. Sırrını inkâr etmezse cennet bahşedilecek. Sırrını inkâr ederse de cehenneme dahledilecek. Herşekilde sonsuzluktan kaçınamayacak. Neden? Çünkü güneşi gösterdi bir kere. Artık bu göğsün varlıktan kendini sakınabilmesi mümkün değil. Kendisinin hatırı yoksa da göğsünde gösterilenin hatırı var. Hep bilinegelen duasının neticesinde varlık sahasına çıktı. Hikmeti kabul edildi. Gayri bu duanın dönüşü yoktur.

8 Eylül 2021 Çarşamba

Mehdiyet sosyo-psikoloji kaldırır mı?

Basit bir gerçek sık sık unutuluyor gibi duruyor. Nedir? "Seküler bilimler 'seküler'dir." Yahut daha bizcesiyle: "Dünyevî ilimler 'dünyevî'dir." Ne demek bu? Yani onlar birşeyin varoluşunu, sebeb-i hikmetini, hikmet-i vücudunu, 'neden'liğini maddî sınırlar içinde ifade etmeye çalışırlar. Esbap dairesine konsantredirler. Ötesinde izahlara bu yüzden kördürler. Laboratuvara sokamadıklarına inanmazlar. Kabullenmezler. Meşruiyet tanımazlar. 'İlahiyat' kırmızı çizgileridir. Ve ancak kendilerinin bittiği yerde başlar. Fizik, kimya, biyoloji böyle olduğu gibi insana temasıyla lâtifleşen 'sosyoloji' ve 'psikoloji' de böyledir. Aynı zemindedir.

Bu nedenle birşeyin 'sosyoloji' veya 'psikoloji' veyahut 'sosyo-psikoloji' ile açıklanması neredeyse otomatik olarak semavîlikten kurtarılıp arzîleştirilmesi anlamındadır. Yani: Fizik nasıl ki "Işığı kim yaratıyor?" sorusuna "Allah!" değil de "Güneş!" diye cevap vermeyi tercih ediyorsa; kimya nasıl ki "Yağmuru kim yağdırıyor?" sualine "Allah!" değil de "Bulutlar!" demeyi beğeniyorsa; biyoloji nasıl ki "Meyveyi kim veriyor?" merakına "Allah!" değil de "Ağaçlar!" demeyi uygun görüyorsa; sosyoloji de "(...) inancını kim yaratıyor?" tarzındaki tefekkürlere "Toplum!" demeyi makbul görür. Psikoloji aynı cevabı "İnsan!" temelinde zeminlendirir. Özetle: Bu tür ilimlerin yapmaya çalıştığı şey zaten 'herşeyi madde sahasında açıklamak'tır. Madde ötesi izahlara alan/gerek bırakmamaktır. Bu nedenle İslamî bir umdeyi bu mezkûr zemine çekip 'vardır-yoktur' tartışmasına girenler bıçağı Cebrail aleyhisselamın boynuna indirirler. Şeriatın gayb-aşina bağlarını görmezden gelmelerinin sonucudur şu.

Her ne kadar isimleri Mustafa-Mehmed de olsa İslam modernistlerinin yaptıkları da aynı şeydir. 'Mehdiyet' gibi keyiflerine uygun bulmadıkları mevzuları 'sosyo-psikoloji' zeminine taşıyıp cerhetmek isteyen bu zevat, eğer bunu bir usûl kaidesi olarak İslam'a sokarlarsa, dinin bütün itikad zeminini dinamitlediklerini bilmezler. Veya bilmezden gelirler. Zira, az-çok bu neviden kitapları karıştıranlar hatırlarlar, ateist sosyo-psikoloji yaklaşımı kullandıkları argümanların hemen hemen aynısını, dinin herbir umdesine karşı-için kullanmaktadır. Sözgelimi: "Mehdiyet tarih boyunca insanların hep bir kurtarıcı bekleme arzusundan doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." derseniz ateist meslektaşınız da size der ki: "Allah da öyledir. Peygamber de öyledir. Haşir de öyledir. Kader de öyledir..." Çünkü mehdiyet için geçerli olan bütün şartlar bunlar için de geçerlidir.

Yine mesela: "Yok, yanılıyorsun, peygamberlik öyle değildir!" derseniz adam size der ki: "Peygamberlik tarih boyunca insanların hep gizemli bir varlıkla iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Haşir konusunda itiraz etseniz der ki: "Öldükten sonra dirilme tarih boyunca insanların sonsuzluğu arzulamasından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hatta Allah konusunda uyarınıza da karşılık verir ki: "Tarih boyunca korkulacak olaylar karşısında insanlık bir üstün varlığa sığınma ihtiyacı içinde olmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hülasa: Kur'an deseniz öyle der. Namaz deseniz böyle der. Oruç deseniz şöyle der. Yani siz semavî neyi dillendirseniz size arzda yayılmış veresesini göstererek cerheder. Kendi argümanınızla size avlar. Ondan sonra dizlerinize vurmaya başlarsınız. Fakat geç olur. Çünkü semavîyi arzda açıklamaya konsantre olmakla tuzaklarına düşmüşsünüzdür.

Doğru yöntem nedir peki? Doğru yöntem yerdeki bağların yaratıcılık anlamına gelmediğini kavramakla başlar. İslam'dan önce de 'mehdiyet' diye bir inanç olabilir mi? Evet. Olabilir. Çünkü İslam, bizzat müslümanların inanışına göre de, ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar hep gönderilen dindir. Dolayısıyla tarih boyunca benzer izlere rastlamak mümkündür. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın şeriatında varolan emirlerin, özellikle de itikad umdelerinin, benzerlerinin İsa aleyhisselamın veya Musa aleyhisselamın dinlerinde de varolması müslüman için "Aaaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" bir durum değildir ki. Zaten İslam geçmişten-geleceğe gelenin hep kendisi olduğunu tekrar tekrar beyan eder. Böyle olduğunu apaçık beyan eden bir din tarihsel/toplumsal düzlemde kendi izlerine rastlayınca neden yadırgasın? Neden bunların bulunmasını kendisi için bir nakise saysın? Hatta, aksine, bir delil sayar. Geçmiş şeriatlardan böyle izlerin kalması İslam'ın hak din olduğunun delilidir. Zebur'da, Tevrat'ta, İncil'de Aleyhissalatuvesselamı haber veren birçok ifade bulunmaktadır.

Fakat bununla beraber şunu da soralım: Kendisi doğrudan Allah'ın semavî hakikat hazinesine bağlanan son din neden yatayda/arzda incik-boncuk toplamaya muhtaç olsun? Müslüman olmayana zaten diyecek birşeyimiz yok. Ama müslüman olan buna niye ihtimal veriyor? Allah'ın vahyi, Allah Resulünün sünneti, onların açtığı deniz gibi marifet nerede müslümanı aç bırakıyor ki başka sofralardan doymaya çalışsın? Biz 'mehdiyet' meselesini zaten üzerinde şekillendiği bu zeminde neden ele almıyoruz da hep sosyolojinin-psikolojinin dilencisi ediyoruz? Hadis kaynaklarımızdaki bu kadar rivayete rağmen. Ulemanın konu hakkındaki bu kadar beyanına rağmen. Arkamızdaki bu külliyetli mirasa rağmen.

İkinci bir arıza da şurada arkadaşlar: İslam bir tevhid dini olarak elbette kainatı yaratanla insanı yaratanın, insanı yaratanla da dini gönderenin aynı Allah olduğunu ortaya koyuyor. Kabul ediyor. Öğretiyor. Böyle bir dine iman eden insanlar dinlerindeki hakikatlerle kendi ruhları-psikolojileri-fıtratları arasında bağlar gördüklerinde neden "Aaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" çeksinler? Elbette aynı ustanın elinden çıkmakla birbirlerine bakar yanları olacaktır. Birbirine bakan yanları olacaktır ki kevnî şeriatla kelamî şeriatın parçaları 'cuk' diye birbirine oturacaktır. Bu birbirine oturma sayesinde insan fıtratı da hak dini tanıyacaktır. Oturmasa, tutmasa, yakışmasa insan, hâşâ, Allah'a karşı bir argüman sahibi olmaz mı? "Ya Rabbi, gönderdiğin din bana uymadı, ruhuma karşılık gelmedi, kabullenemedim!" demez mi? Öyle sanması başka. Ama hakikatte öyle olması daha başka. Hakikatte öyle olmasını reddederiz. Kâfir ise öyle sandığı için küfrü seçebilir. Bu kendisinin hatasıdır. Varlığın değil.

Şimdi soralım: 'Mehdiyet' gibi meselelerin "İnsanlar tarih boyunca bla bla..." ile açıklanmasının bir müslümanın semavî argümanlarını cerheden ne yanı vardır? Nasıl olabilir? Fıtratta/zamanda mehdiyetin izlerine rastlamak "Onun aslında hakikat olmadığına..." nasıl bir göndermesi yapılabilir? Amerika kıtasının tarih boyunca varolduğunun söylenegelmesi şimdiki varlığının cerhine delil olabilir mi hiç? Aksine, standart bir müslümanın kafasına-kalbine göre, kendisine gelen bir haberin fıtratına uygun düşmesi ülfetin kaynağıdır. Vahdetin izleridir. Hak dinin müjdecisidir. Bilakis, böyle izlere rastlamadığı zaman, müslüman kendisine verilen haberden şüphelenir. Şimdi namazın, orucun veya Allah'a inanmanın ruha-psikolojiye bakan, rahatlatan, ihtiyaç olan yanları var diye hakikaten varolduklarını inkâr mı edeceğiz? Yoksa bu hallerini onların hakikatine delil mi sayacağız? İkincisi daha makûl görünmüyor mu? En azından kalbinde istikametten parçalar kalanlara sesleniyorum.

Her neyse. Sabah okuduğum bir köşe yazısından hareketle bunları yazdım. Acele ettim. Belki güzel de ifade edemedim. İnşaallah meramımı bir parça izah ediyordur. Cenab-ı Hak ayaklarımızı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

7 Ocak 2020 Salı

Milli eğitim bizi nasıl materyalist yapıyor?

"Allah, bir sivrisineği, hatta ondan daha da ötesi bir varlığı misal vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre saplananlarsa 'Allah bununla neyi kastetmiştir?' derler. (Allah) onunla birçoklarını saptırır. Birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır." (Bakara sûresi, 26)

Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Fakat, bir saniye, bu kadar yukarıdan başlamayalım. Son söyleneceği ilk söylemeyelim. Şöyle bir yerden konuşalım: Yıllar önce okumuştum. Gözlerinizden birisini yitirdiğinizde, Allah korusun, derinlik algınızı da yitirirmişsiniz. Yani derinlik algısını oluşturan şey iki gözle birden görebilmenizmiş. Küçümsemeyin kardeşlerim. Zira gözleriniz, her ne kadar birbirlerine pek yakın dursalar da, başka görüş açılarına sahipler. Arada, ne kadar miniminnacık olursa olsun, bir burnunuz var. Bu ikili bakış hoş nazarınıza bir avantaj sağlıyor. Beyin bu farklı görüntüleri birleştirdiğinde, acaba beyin midir birleştiren, size derinliği de gösterebiliyor. Eğer tek bir gözünüz olsaydı bu derinliği anlamayabilirdiniz. Bu arada: Tek gözümü kapadım ama mevzuu tecrübî anlamda bir noktaya getiremedim. Okuduğumu nakletmekle yetineceğim sadece.

Yok. Yetinmeyeceğim. Asıl mevzu başkaydı. Bu 'derinlik yitimi' meselesinin bana kazandırdığı bir bakış açısı var. Ahirzamanla ilgili, özellikle Deccal'le ilgili, rivayetlere bakarken daha zengin düşünmemi sağlıyor. Zaten mürşidimin de bu rivayetleri ele alış tarzı beni destekler gibi duruyor. O diyor ki mesela: Bu zamanın mimsiz medeniyeti maddeperesttir. Dehası tek gözlüdür. Herşeyi maddede görmeye/çözmeye çalışır. Malumunuzdur: Deccal'le ilgili rivayetlerde de onun bir gözünün kör olacağı söylenir.

Ben de, pek tabiî mürşidimin ayakizlerini takip ederek, Deccal'in tek gözlülüğünden maddeperest medeniyete, oradan da 'derinlik yitimine' doğru yürüyorum. 'Mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' ıstılahlarının ders verildiği her yeri bu körlüğe çalınmış merhemler gibi algılıyorum/okuyorum. "Birşeye o şeyin kendisi için bakmak yüzeyde takılmaktır!" diyorum. "Ondan daha aşkın olana ulaşmak için bakarsan bu defa derinliğe ulaşmış olursun." Ki mana-i harfî de budur. Şeyleri kendilerinden aşkın okumalara tâbi tutmaktır.

Refet abinin sorduğudur: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın; sevimli Re'fet'i kasten görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir; Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

'Bilimsellik' dediğimiz şey aslında bir yüzey bilgisinden oluşuyor. Kat'iyyen dikey bilgisini kabul etmiyor. Kilimciyi görmeden tezgâha bakanın nakışlardaki ahengi 'kilimliğin kanununa' bağlamasına benziyor. Eğer tamamında kırmızının yanına mavi konulmuşsa diyor ki bizimki: "Kırmızının yanına mavi gelmesi kilimliğin kanunundandır." Bir imtihan sırrı olarak sahiden de kırmızı bıraktığı yerlerin yanında mavi yaratılıyor çoğu zaman. O zaman daha bir emin konuşuyor: "Mavi sonuçtur. Kırmızı nedendir. Maviyi yaratan kırmızıdır!" Acaba öyle midir? Bunu görebilmemiz için derinliğe bakabilmemiz lazım. Fakat bilimsellik, şeyleri en yakındaki birlikteliklere/iktiranlara bağlamayı o kadar aşılıyor ki, derinlik nasıl sezilir, nasıl algılanır, tekrar görmekte zorlanıyoruz. Bunu şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim:

Kainatta bir eserin varlık sahasına çıkabilmesi için elbette o eseri netice verecek eylem gerekir. Yani neden ile sonuç arasında 'fiil' vardır. Bu fiil ise üç şeyden oluşur. Yahut da şöyle demeli: Üç şeyin zarureti her fiilin yüzünde okunur. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Hiçbirşey bu üçünün kendine özgü terkipleri olmadan vücuda gelemez. Çay yapacak olsanız mesela: A) Çay yapmayı bilmeniz gerekir. B) Çay yapmayı seçmeniz gerekir. C) Çay yapabilecek kuvvete sahip olmanız gerekir. Lakin bilim bize fiileri böyle göstermez. Ya nasıl gösterir? Bilimsellik fiilerin sadece 'kuvvetle' mümkün olduğuna inanmaktır. En azından doğaya bakarken bu seviyede kalmaktır. Sözgelimi: Yıldızların fiziğini incelediğinizde milyonlarca yıldır süren yanmaların büyük bir düzen gerektirdiğini düşünebilirsiniz. Ancak bu düşünceniz yıldızların nasıl ortaya çıktığını açıklarken işinize yaramaz. Çünkü yüzeyde 1) İlme 2) İradeye yer yoktur.

İlim ve iradenin bu 'istenmezliği' yüzeyin açıklamalarını imkansız kılmasındadır. Arıya balı verdiğiniz zaman bunu kuvvetle yapmak en mantıklısıdır. Ne de olsa arı uçmakta, çiçekten çiçeğe konmakta, sonrada gelip peteğine kusmaktadır. Bunlar onda bir yetkinlik olduğuna öyle-böyle yorulabilir. Ancak balın kimyasının kaldırmak, işte, bu pek ağır yüktür. Arıcığın zavallı kanatları başaramaz. İnsanın bugünkü tecrübesiyle bile başaramadığı bir formülü arının ilim ve irade yönleriyle yüklenmesi mümkün değildir. Bu yüzden matematikte şöyle sorularla karşılaşmak diğer türlüsünden daha olasıdır: "Bir arı üç günde şu kadar bal yapıyorsa beş günde ne kadar yapar?" Gördüğünüz gibi bu kuvvetin sorgulamasıdır.

Eğitim hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Biz hep neyi hesapladık? Hiçbir fizik, kimya, matematik veya biyoloji sınavında bize bir fiile gereken ilim ve irade miktarı soruldu mu? Asla. Asla böyle birşey olmadı. Biz hep kuvveti hesapladık. Gereken enerjiyi ölçtük. Zamana konsantre olduk. Hızı tutmaya gayret ettik. Fakat hiçbir ilim/irade hesabına alıştırılmadık. Bu bizi Deccal gibi körleştirdi işte. Varlık derinliğini kaybetti gözümüzde. Nedenlerin sonuçları yaratabilir olduğu da bu körlükten gelişti. Eşya derinliğini kaybetti. Çocukluktan beri maruz kaldığımız bir beyin yıkamadır bu aslında. Endoktrinasyondur. Seküler endoktrinasyondur.

Makaralar kurulur: "Ne kadar kuvvet gerekir?" Bakkala gitmek icap eder: "Ne kadar lira gerekir?" Suyu kaynatmak lazım olur: "Ne kadar ısıtmak gerekir?" Arkadaşlar, işte, bizi bu şekilde sadece kuvveti hesaplamaya/görmeye alıştırdıkları için bu kadar kolay ateist olabiliyoruz. Çünkü bize senelerce mukareneti yaratılış olarak satıyorlar. Alıştırıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Bu fıtratımız oluveriyor. Ve evet, sırr-ı imtihan gereği, Cenab-ı Hak bu fiilî duaları da kabul ediyor. Suyu ısıtınca neredeyse hep kaynatıyorlar. Makaraları kurunca neredeyse hep kaldırıyorlar. Doğru miktarla gidince neredeyse hep elde ediyorlar.

Fakat, bu bile-isteye aldanış, yine de bir fiilin yoktan sahaya çıkışını ifade etmeye yetmiyor. Yani bir fiil vücuda gelmek için gene ilim-irade-kuvvet üçlüsünü istiyor. Yalnız kuvvetle olmuyor. Lakin dedim ya başta: Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Büsbütün yüzeyi gözden düşürebilseydik imtihanın hikmeti kalmazdı. Büsbütün yüzeyle açıklayabilseydik de hidayetin tesiri olmazdı. Bu böyle sürüp gidecek. Ne akla kapılar kapanacak ne ihtiyar elden alınacak. Talebe talep ettiğine erişecek. Talep ettiği talebeye verilecek. Cenab-ı Hak bizi hidayetine talip etsin. Âmin.

15 Aralık 2019 Pazar

Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'dan neyi terketti?

Zaman zaman dönüp dolaşıp önüme düşen bir iddia var. Hakkında kısa da olsa birşeyler karalamayı kaçınılmaz kılıyor. Efendim tekrar eden iddianın özeti şudur: Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz'da başka birşey yapmıştır, Risale-i Nur'da başka birşey yapmıştır. Yani eskisiyle yenisi, her ikisi de aynı Üstadın tefsirleri olmasına rağmen, apayrı şeylerdir. Hatta Bediüzzaman'ın Yeni Said dönemi klasik tefsir usûlünü terkettiği(!) bir dönemdir. Senai Demirci abinin bunun için Zaman Aynası Namaz'da bir tabiri de vardı: 'Vahiyle yüzleşme.' Yani Bediüzzaman Yeni Said'le daha önce yapmadığı(!) bir şekilde vahiyle yüzleşmiştir.

Hey mübarek. At aforizmayı kurtarsın karizmayı. İşin bu yanını daha önce irdelediğim için tekrar dönmeyeceğim. Zaten şu var: Bu iddiayı, farklı düzeylerde olmakla birlikte, tek dilegetiren Senai abi de değil. Daha başkaları da az-çok böylesi şeyleri imâ ediyorlar. Büsbütün haksızlar mı peki? Hayır. Değiller. Hakikaten de İşaratü'l-İ'caz külliyatın genelinden bir miktar farklı duruyor. Kur'an'ın mushaf sırasına göre bir tefsiri olmak üzere başlanması ilk alamet-i farikası olarak hemen göze çarpıyor. Mevzuun bu kadarını reddeden yok zaten. Evet. Öyledir. Kabulümüzdür. Bediüzzaman yani Yeni Said döneminde tefsirini daha bir konu bazlı olarak şekillendirmiştir. Kendisinin tarifiyle bu metodun ismi 'hakikat tefsiri'dir.

Müellifin terkettiğinin sadece bu olduğunu söylesek, Allahu'l-a'lem, hakikate isabet de edeceğiz. Ancak orada kalmıyor ki. Kimileri Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet tefsir usûlünü bir ayakbağı gibi görmeye başladığına kadar vardırıyor işi. Yani onlara göre Risale-i Nur'un tefsir usûlü yine ancak Risale-i Nur'dan çıkarılabilecek yepyeni bir usûldür. Ey, vay, tamam. Çıkaran var mıdır peki? Cık. Yok. Sıfır. Zero. Böyle bir usûl çıkarıp karşımıza koyabilen yok.

'Karşımıza' derken neyin ehl-i sünnet usûlünden farklı olduğunu gösterebilecek bir babayiğit yok demek istiyorum. Sağda-solda gezinen söylentiler var. Bunların da şöyle delilli/burhanlı birşey olup sınanmaya niyeti yok. Ancak aforizma. Kur'aniyyun taifesinin senelerdir ortaya Kur'an ilmihali koyamamaları türünden, bu tarz iddia sahipleri de, ağızlarının yanlarıyla fısfıslandıktan sonra "Hadi aslanım!" diyenlere "Nanik!" çekiyorlar.

Bunun bir level üstü de, hâşâ, Bediüzzaman'ın Yeni Said döneminde Kur'an lisanının anlam imkanlarını/sınırlarını öğreten ilimleri/usûlleri terkederek Risale-i Nur'u yazdığı. Kanıtı ne peki? O da şu: Said Nursî, İşaratü'l-İ'caz'da hakikatleri anlatırken ayetin hangi harfinden/kelimesinden hangi manaya ulaştığını, bu tarz ilimlerdeki dayanaklarını da göstererek, uzun uzun izah ediyor. Risale-i Nur'da ise bunu çok az yapıyor. Genelde ayeti anıyor. Sonra doğrudan izahlara başlıyor. Demek ki bu şekilde anlam çıkarmayı terketmiş.

Bir yanık "Yaaaa!" çekiyorsunuz çenenizi ayağınıza değmesin diye tutarak. Çünkü büyük bir boşluğa düştünüz. Eh, o boşluğun da doldurulması lazım, nasıl olacak bu? Soruyorsunuz: "Peki Risale-i Nur'da verdiği anlamları nereden buldu?" Arkadaşlar şuna dair aldığım cevapları bencileyin birkaç başlıkta topladım. Şöyle: 1) Bunlar ona ilhamen bildirildi. Yani ayetle izahın ilişkisinden ilhamla haberdar edildi. O da nakletti. 2) İzahları aslında mahza kendi tefekkürlerinin sonuçlarıydı. İlgili gördüğü ayetleri ise yeri geldikçe sarfetti. 3) Bediüzzaman ayetin, bir kısa mealcik kadar olsun, ne dediğini bilmeyi tefsiri için yeterli görüyordu. Yani, Yeni Said döneminde, aşağı-yukarı mealcilik akımının tezlerine hakverdi.

Dördüncü cevap ise bizimkisi. Daha doğrusu hâdisenin fotoğrafını doğru çekenlerin görüşü. O da şudur: Bediüzzaman, ne böylesi ilimlerden, ne de ehl-i sünnetin tefsir usûlünden hiçbirşeyi terketmedi. Risale-i Nur'da böylesi izahların az bulunması, onların kullanılmamalarından değil, okura nakledilmemelerindendi. Yani Risale-i Nur'daki bu durum tıpkı şuna benziyordu: Hesaptan hiç anlamayan bir işçinin muhasebe bölümüne uğrayarak 'bu ay ne kadar kâr edildiğini' sorduğunu düşünün. Muhasebeci bu elemana karşı nasıl bir tavır takınır? Neyi/nereden çıkardığını uzun uzun izah eder mi? Yoksa hesaplamaları kendisi yapıp sonucu mu aktarır? Bence genelde ikincisi olur. Çünkü anlatsa fehmi kısa muhatabının kafası karışacaktır. Sabrı azalacaktır. İzahlar içinde boğulacaktır. Ona rakamı söyler geçer.

Fakat bir de aynı muhasebeciye patronun bu soruyu sorduğunu düşünün. Hemen raporlar alınır. Alım-satımlar, giderler-gelirler, akarlar-kokarlar listelenir. Hepsi patronun huzurunda geniş izahlarla delillendirildikten sonra denir: "Kârımız bu kadar oldu."

İşte, arkadaşlar, Risale-i Nur'da Bediüzzaman'ın bu tarz izahları terketmesinin özü budur. Yani avam-ı nâsın eserlerinden daha fazla istifade etmesine imkan sağlamaktır. Yoksa, hâşâ, kullanmaması/önemsememesi diye birşey sözkonusu değildir. Metinde nasıllığının detaylandırılmaması bir usûlden veya ilimden istifade edilmediği anlamına gelmez. Zaten tefsir ilmine aşina olanlar da Bediüzzaman'ın atlatığı kısımları bulabiliyorlar. Bağları kurabiliyorlar. Biz bulamıyoruz. Kuramıyoruz. Çünkü cahiliz. Bu ilimlerden haberimiz yok. Ama bizim habersizliğimiz Bediüzzaman'ın terkettiği anlamına gelmiyor. Uçmayalım.

Ahmed Hamdi Tanpınar Beş Şehir'de basitleştirmenin Bektaşî mesleği olduğunu söyler. Bence burada da böylesi bir Bektaşîlik var. Ahirzaman çocukları olarak bu ilimlere sahip olmak gözümüze o kadar zor görünüyor, onlarsız cahilliğimiz de o kadar kanımıza dokunuyor ki, küçük bir bahaneyle inkârına cür'et ediyoruz. Teselli arıyoruz. Bediüzzaman'ın Yeni Said'de kuşandığı hakikat tefsiri metodu da hilal arayanlara takavvüs etmiş beyaz bir kıl etkisi yapıyor. Görüşlerini yanıltıyor. Daha doğrusu onlar bizzat bile-isteye kendilerini aldatıyorlar. Böylece hiç emeksiz/okumasız 'Pıııııır!' diye müfessirler kervanına katılıyorlar. Ne diyelim? Hak Teala ayaklarımızı kaydırmasın. An olsun kendimize bırakmasın. Âmin.

7 Ocak 2016 Perşembe

Mü'min 'yerelliğini' nasıl korur?

Sana Dinden Sorarlar’da dikkatimi çekmişti. Birisi, Ebubekir Sifil Hoca’ya, Bediüzzaman'ın Kur'an'la ‘tevhid-i kıble’ ettiğini söylemesi ve eserlerini yazarken yanında Kur'an'dan başka kitap bulundurmadığını mükerreren beyan etmesinden hareketle onda da 'hadis/sünnet inkarcılığı'na bir temayül bulunup bulunmadığını soruyordu. Hoca ise bu soruya Bediüzzaman'ın eserlerindeki sünnet vurgusuna dikkat çekerek cevap veriyordu. Sünnetin dindeki fonksiyonunu bu denli önemseyen bir âlimin ‘hadis/sünnet inkârcılığına’ temayülü bulunduğu söylenemezdi.

Mezkûr soru-cevap ilgimi çekmişti. Çünkü ben de 'hadis/sünnet inkarcıları' ile hasbelkader girdiğim tartışmalarda Bediüzzaman'ın bu tür ifadelerinin onlarca delil olarak kullanılmaya çalışıldığına şahit olmuştum. Hatta bu tarz ifadeleri argüman olarak kullananlar, bir şekilde Risale-i Nur'dan bir dönem ders almış, en azından Nurcular içerisinde bir süre bulunmuş insanlardı. Metinlere aşina oldukları belliydi. Tuhaf bir şekilde yeni girdikleri bu meymenetsiz yol için eski yolları olan (Acaba hiç 'yolları' olmuş muydu?) Nur talebeliğinden zorlama tevillerle malzeme kotarıyorlardı. Bir nevi Risale-i Nur metinleri içinde 'hadis/sünnet inkarcılığına' delil çıkarmaya çalışıyorlardı.

Bu endişemi Kenan Demirtaş Hocama açtım. Kendisi de, sağolsun, bir programda mezkûr meseleye değinerek tevhid-i kıble etmenin aslında ne anlama geldiğini doyurucu bir şekilde izah etti. (İzlemek isteyenler için: https://youtu.be/LkvfIxc1aHA) Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının, mensubu olduğu ehl-i sünnet usûlüyle şekillenen bir bakış olduğunu, modernistlerin Kur'an Müslümanlığı(!) dediği şeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtti Kenan Hoca o programda. Elhamdülillah. Fakat bu vesileyle ben de Bediüzzaman'ın musırrane 'yanında sadece Kur'an bulunduğu' veya 'telifi sırasında yanında başka eser bulundurmadığı'na dair beyanlarını düşünmeye başladım. Hatta bu vurguyu, Emirdağ Lahikası'nda, Medine âlimlerine eser gönderirken de yapmasını ayrıca ilginç buldum:

"Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, 'Yüzotuz parça risalelerin menbaları me'hazları yalnız Kur'ân'dır!' diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür'atli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz."

Öyle ya, bir din âliminin en son ihtiyaç duyacağı şeydir, eserlerinde Kur'an'dan beslendiğini söylemek. Medine gibi bir yere kitap gönderirken hele. Mübarek beldenin âlimlerine bu vurguyla kitap göndermenin ne gibi bir anlamı olabilir? Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Benim bu sorulara kendimce bulduğum cevap şu arkadaşım: Bediüzzaman, seküler medeniyetin etkisiyle bid'alara müsaadekâr, hatta talip, ulema-i su'dan olmadığını; eserlerini yazarken de modernist/reformist hiçbir tesir altında kalmadığını; ehl-i sünnet mizanlarını sapasağlam koruduğunu bu 'etkilenmemişlik vurgusu'yla anlatmaya çalışıyor.

Türkiye gibi 'üzerinden Süfyan geçmiş' bir memlekette telif edilen eserler için yapılan bu vurgu, şu an boğuşmakta olduğumuz kalbi/kafası seküler medeniyetin zebunu olmuş, ama diliyle hâlâ İslamiyet adına beyanda bulunan kimseleri düşününce, daha bir anlamlı geliyor. Neden? Çünkü Bediüzzaman'da varlığını şiddetle hissettiğimiz İslamî ve ilmî izzeti de tekrar hatırlatıyor. Yani diyor ki: Din adına birşeyler ortaya koyacaksan yerelliğini kaybetmemeye dikkat et. Bunun bedeli ‘tecrid-i mutlak içinde yaşamak’ dahi olsa kaçınma.

Mü'minin yerelliği ise, modern zamanlarda bile, vahyi, selef-i salihînin duruluğunda ve ehl-i sünnet mizanlarından taviz vermeden, yani 'etkilenmeden' okumasıyla mümkündür. Müfessirin izzeti Kur’an’ı seküler bilimin veya sosyolojinin veya felsefenin mizanlarıyla bulandırmadan, kendi öz kaynaklarıyla/usûlüyle anlamaktır. Yoksa, yine kendisinin, mezkûr etkilenmişlikle eserler yazan bir doktor hakkında dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"

Arkadaşım, belki bu yazıdan sonra, Birinci Şua'daki şu paragrafa da bu gözle bakabilirsin: "Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." Evet. Risale-i Nur ne doğunun ne de batının söylemlerinden etkilenmeden, yani İslam’ın özbeöz evladı olarak, yazılmış bir eserdir. Ötede-beride birikmiş, eski inanışların eteklerinde taşınmış, bid’alarla bir ilgisi yoktur. Onunla muhatap olanların da bunun şuurunda olması gerekir.

İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin, “Bize doğudan iki fitne geldi!” deyip işaret ettiği bid’a fırkalar da hatırlanınca, Bediüzzaman’ın burada ‘şarkın malumatından’ demekle kastettiğinin ‘Benden önceki hiçbir âlimi takmadım!’ tarzı, hâşâ, bir beyan olmadığı açıktır. Elbette, Bediüzzaman ‘mürşidlerim’ dediği birçok İslam âliminden istifade etmiş, eserlerinde açıkça da isimlerini/eserlerini anmıştır. Maşaallah. Onun sakındığı ise İslam harici ‘doğu’ ve İslam harici ‘batı’dır. Onların etkisidir. Bulantısıdır. Yani Bediüzzaman’ın yazdığı eserler, yukarıda da beyan ettiğimiz üzere, özbeöz İslam’ın malıdır. Yoksa, hâşâ, o Kur’an’ı sözde Kur’an Müslümanları gibi usûlsüz okumaz. Onun Kur’an’ı anlama usûlü ehl-i sünnet ve’l-cemaatin usûlüdür, vesselam.

Bediüzzaman 2082'ye karşı neden uyarıyor?

"Ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden..."  Şualar'dan. Ahirzamanda kimsenin çocuğu sadece kend...