âlim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
âlim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Yoksa Ahmed, Nouman Ali Khan'ı kıskanıyor mu?

Çok klişe olacak ama böyle başlayalım: İnsan sosyal bir varlıktır. Bir insanın doğduğu coğrafyadan ve o coğrafyadaki hâkim itikadî çizgiden/çizgilerden etkilenmesinden daha doğal birşey yoktur. Bu etkilenmeye dair endişe sahibi olmak da doğaldır. Hele bu insanın konumu talebelikten muallimliğe çıktıkça mezkûr endişenin artması kaçınılmazdır. Zira bu insan 'inandığını sadece kendisi yaşayacak' bir konumda değildir. Başkalarına da 'bildiklerini inandığınca öğretecek'tir. Bu nedenle ehl-i sünnet uleması geçmişten bu yana fikr-i bâtılların hâkim olduğu coğrafyalardan gelen âlimlere veya daîlere/davetçilere karşı müteyakkız davranmışlardır.

Öyle ki; İmam-ı Âzâm Ebu Hanife (r.a.) gibi ehl-i sünnetin surlarından bir âlim bile, bu teyakkuzun tezahürlerinden âzâde olamamıştır. Doğup büyüdüğü coğrafyanın mutezile gibi, mücessime veya müşebbihe gibi bâtıl fırkaların gelişim sahası olması, İmam-ı Âzâm Hazretlerine de bir kısım ehl-i sünnet büyüklerinin temkinle yaklaşmasına neden olmuştur. Bunların içinde bizzat gelerek kendisini sınayanlar bile vardır. Buna dair pekçok örneği Ebubekir Sifil Hoca eserlerinde okurlarına nakleder.

Kaybettiğimize en çok üzülmemiz gereken hassasiyetlerden birisi de bu: Biz, karşılaştığımız bir âlimi veya daîyi itikadının sıhhati yönüyle sınamıyoruz. Ya? Etrafında kaç kişinin toplandığıyla, cemaatinin ne kadar büyük olduğuyla veya kaç televizyon kanalında gezdiğiyle yargılıyoruz. Eğer bunlarda bir başarı varsa o âlim veya daî gözümüzde 'tadından yenmez' oluyor. (Bu yönüyle FETÖ fitnesinin verdiği dersin dahi yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum ben.) Bugün bile hâlâ internette videosu çok tık almış, yayınevinde kitabı kapış kapış olmuş, seminerinde salonlar tıklım tıklım dolmuş, televizyonda programı rating rekorları kırmış insanlar makbul. Peki ya asıl sınanması gereken? Onu dile getiren var mı? Çok az.

Numan Ali Han'ın Türkiye ziyareti öncesinde dile getirdiğim endişeler de bununla ilgili. Ben Numan'ı çok izlemiş/okumuş birisi değilim. Hakkında yargıda bulunamam. Ama sevenlerinden kaçı onun ehl-i sünnet itikadına bağlılığı noktasında bir merak/sınama sahibidir, bilmiyorum.

Bunu neden önemsiyorum? Çünkü Numan Ali Han bir Daru'l-Harp çocuğudur. Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslüman İslam'ın azınlıkta/zayıf olduğu bir toplumda büyür. Zayıf olan güçlü olana meyletmeye meyyaldir. Bu yüzden Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslümanın seküler bir toplumdan etkilenme ihtimali Daru'l-İslam'a kıyasla daha fazladır. Bugün 'modernist/reformist/ehl-i bid'a birçok akımın Batı topraklarında büyüyen (veya hayatının bir devresinde oraya gitmiş-gelmiş-kalmış) isimlerce İslam topraklarına yayılması bu noktada bizi bir teyakkuza sokmalı değil midir? Ben gördüğüm örneklerin bu temkin için yettiğini düşünüyorum.

Numan Ali Han bize destek olmaya geldiyse, hoşgeldi. Elbette dünya coğrafyasında ilgi gören bir ismin kardeşlerine vereceği destek önemlidir. Ancak bütün bunlar yaşanırken Batı'da makbul olanlara karşı göstermemiz gereken temkini yitirmememiz gerekir. Bunun da bir adım ötesinde: Daru'l-İslam'ın dinini öğrenmesi gereken yer kendi topraklarıdır. Kendi toprağının özsuyu ile beslenmiş âlimleridir. Bu noktada, Daru'l-Harp'te muteber olana itibar gösterme bizi dolaylı yoldan bir Batı etkilenmişliği içinde bırakacaktır. Keyfiyetin kemiyete üstünlüğünü bari bu sefer hatırdan çıkarmayalım. Numan Ali Han'ın doldurduğu salon Elmalılı Hamdi Yazır'ın veya Zahid el-Kevserî'nin veya Bediüzzaman Said Nursî'nin asıl süt emmemiz gereken memeler olduğunu unutturmasın. Endişem özetle budur.

7 Ocak 2016 Perşembe

Mü'min 'yerelliğini' nasıl korur?

Sana Dinden Sorarlar’da dikkatimi çekmişti. Birisi, Ebubekir Sifil Hoca’ya, Bediüzzaman'ın Kur'an'la ‘tevhid-i kıble’ ettiğini söylemesi ve eserlerini yazarken yanında Kur'an'dan başka kitap bulundurmadığını mükerreren beyan etmesinden hareketle onda da 'hadis/sünnet inkarcılığı'na bir temayül bulunup bulunmadığını soruyordu. Hoca ise bu soruya Bediüzzaman'ın eserlerindeki sünnet vurgusuna dikkat çekerek cevap veriyordu. Sünnetin dindeki fonksiyonunu bu denli önemseyen bir âlimin ‘hadis/sünnet inkârcılığına’ temayülü bulunduğu söylenemezdi.

Mezkûr soru-cevap ilgimi çekmişti. Çünkü ben de 'hadis/sünnet inkarcıları' ile hasbelkader girdiğim tartışmalarda Bediüzzaman'ın bu tür ifadelerinin onlarca delil olarak kullanılmaya çalışıldığına şahit olmuştum. Hatta bu tarz ifadeleri argüman olarak kullananlar, bir şekilde Risale-i Nur'dan bir dönem ders almış, en azından Nurcular içerisinde bir süre bulunmuş insanlardı. Metinlere aşina oldukları belliydi. Tuhaf bir şekilde yeni girdikleri bu meymenetsiz yol için eski yolları olan (Acaba hiç 'yolları' olmuş muydu?) Nur talebeliğinden zorlama tevillerle malzeme kotarıyorlardı. Bir nevi Risale-i Nur metinleri içinde 'hadis/sünnet inkarcılığına' delil çıkarmaya çalışıyorlardı.

Bu endişemi Kenan Demirtaş Hocama açtım. Kendisi de, sağolsun, bir programda mezkûr meseleye değinerek tevhid-i kıble etmenin aslında ne anlama geldiğini doyurucu bir şekilde izah etti. (İzlemek isteyenler için: https://youtu.be/LkvfIxc1aHA) Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının, mensubu olduğu ehl-i sünnet usûlüyle şekillenen bir bakış olduğunu, modernistlerin Kur'an Müslümanlığı(!) dediği şeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtti Kenan Hoca o programda. Elhamdülillah. Fakat bu vesileyle ben de Bediüzzaman'ın musırrane 'yanında sadece Kur'an bulunduğu' veya 'telifi sırasında yanında başka eser bulundurmadığı'na dair beyanlarını düşünmeye başladım. Hatta bu vurguyu, Emirdağ Lahikası'nda, Medine âlimlerine eser gönderirken de yapmasını ayrıca ilginç buldum:

"Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, 'Yüzotuz parça risalelerin menbaları me'hazları yalnız Kur'ân'dır!' diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür'atli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz."

Öyle ya, bir din âliminin en son ihtiyaç duyacağı şeydir, eserlerinde Kur'an'dan beslendiğini söylemek. Medine gibi bir yere kitap gönderirken hele. Mübarek beldenin âlimlerine bu vurguyla kitap göndermenin ne gibi bir anlamı olabilir? Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Benim bu sorulara kendimce bulduğum cevap şu arkadaşım: Bediüzzaman, seküler medeniyetin etkisiyle bid'alara müsaadekâr, hatta talip, ulema-i su'dan olmadığını; eserlerini yazarken de modernist/reformist hiçbir tesir altında kalmadığını; ehl-i sünnet mizanlarını sapasağlam koruduğunu bu 'etkilenmemişlik vurgusu'yla anlatmaya çalışıyor.

Türkiye gibi 'üzerinden Süfyan geçmiş' bir memlekette telif edilen eserler için yapılan bu vurgu, şu an boğuşmakta olduğumuz kalbi/kafası seküler medeniyetin zebunu olmuş, ama diliyle hâlâ İslamiyet adına beyanda bulunan kimseleri düşününce, daha bir anlamlı geliyor. Neden? Çünkü Bediüzzaman'da varlığını şiddetle hissettiğimiz İslamî ve ilmî izzeti de tekrar hatırlatıyor. Yani diyor ki: Din adına birşeyler ortaya koyacaksan yerelliğini kaybetmemeye dikkat et. Bunun bedeli ‘tecrid-i mutlak içinde yaşamak’ dahi olsa kaçınma.

Mü'minin yerelliği ise, modern zamanlarda bile, vahyi, selef-i salihînin duruluğunda ve ehl-i sünnet mizanlarından taviz vermeden, yani 'etkilenmeden' okumasıyla mümkündür. Müfessirin izzeti Kur’an’ı seküler bilimin veya sosyolojinin veya felsefenin mizanlarıyla bulandırmadan, kendi öz kaynaklarıyla/usûlüyle anlamaktır. Yoksa, yine kendisinin, mezkûr etkilenmişlikle eserler yazan bir doktor hakkında dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"

Arkadaşım, belki bu yazıdan sonra, Birinci Şua'daki şu paragrafa da bu gözle bakabilirsin: "Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." Evet. Risale-i Nur ne doğunun ne de batının söylemlerinden etkilenmeden, yani İslam’ın özbeöz evladı olarak, yazılmış bir eserdir. Ötede-beride birikmiş, eski inanışların eteklerinde taşınmış, bid’alarla bir ilgisi yoktur. Onunla muhatap olanların da bunun şuurunda olması gerekir.

İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin, “Bize doğudan iki fitne geldi!” deyip işaret ettiği bid’a fırkalar da hatırlanınca, Bediüzzaman’ın burada ‘şarkın malumatından’ demekle kastettiğinin ‘Benden önceki hiçbir âlimi takmadım!’ tarzı, hâşâ, bir beyan olmadığı açıktır. Elbette, Bediüzzaman ‘mürşidlerim’ dediği birçok İslam âliminden istifade etmiş, eserlerinde açıkça da isimlerini/eserlerini anmıştır. Maşaallah. Onun sakındığı ise İslam harici ‘doğu’ ve İslam harici ‘batı’dır. Onların etkisidir. Bulantısıdır. Yani Bediüzzaman’ın yazdığı eserler, yukarıda da beyan ettiğimiz üzere, özbeöz İslam’ın malıdır. Yoksa, hâşâ, o Kur’an’ı sözde Kur’an Müslümanları gibi usûlsüz okumaz. Onun Kur’an’ı anlama usûlü ehl-i sünnet ve’l-cemaatin usûlüdür, vesselam.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 15: Kime âlim demeli?

Bu yazının doğrudan Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu, Abdulaziz Bayındır, Mustafa Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Okuyan vs... gibi isimlerle ilgisi yok. Belki ikinci bir nazarla onları hatıra getirebilir. Gerçi, ilginçtir; bu sıralar ilahiyat hocalarının imanından avamın imanına sığınacak bir haldeyiz. İmam Gazalî'nin (k.s.) hocalarından İmam Cüveynî'nin (k.s.) bir hadise işaretle ifade ettiği gibi; ahir ömrümüzde 'yaşlı kadın teslimiyetinde' bir iman diliyoruz. Bilimadamı imanından ve onun 14 asırlık İslam mirasına takla attıracak cür'etinden Rabbimize sığınıyoruz. İsimlerle kafanızı kirletmeyeyim. Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"

Ebubekir Sifil Hoca'nın seminerlerinde/sohbetlerinde çokça dikkat çektiği birşeydir. Modern eğitim sistemi, içeriği ne kadar dinî done barındırırsa barındırsın, dinî eğitimden murad olunan teslimiyeti/haşyeti aşılamamaktadır. İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, dine teslimiyetleri artmak şöyle dursun, mevcut olan teslimiyetlerini de yitirmektedirler. (Genellemelerin tamamı hatalıdır. Bu yalnızca bir eğilim analizidir.) Bu nedenle dinî eğitim hususunda yapılacak geliştirmeler, içeriğin yenilenmesinden ziyade, üslûbun ve usûlün yenilenmesine vabestedir. Bu yenilenmeden kasıt da, onun daha çok İslam geleneğinden koparılması değil, daha fazla bağlanması; hatta mümkünse çağın içinde geleneğin yeniden diriltilmesidir. Çünkü dinî eğitim (İslam'a göre) bir done aktarımından ziyade bir irşad faaliyetidir. Bir şekillendirmedir. Bir bakışaçısı eğitimidir. Medrese ve tekke sistemlerinin insanı terbiye edici (olgunlaştırıcı) yapısı bugünün eğitim sisteminde bulunmamaktadır. Zira bugünün eğitim sistemi salt bir done aktarımına konsantredir. Öğretmenin veya öğrencinin hayatı/istikameti onu ilgilendirmez. O, donenin insan hayatında gördüğü fonksiyonu izlemez. Sadece sınavlarda verdiğiniz cevaplarla ilgilenir.

Benzeri bir endişeye, Prof. Dr. Salim Öğüt merhumun Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı isimli eserinde de rastlarız. "Bu kitap neden yazıldı?" sorusuyla Önsöz'üne başlayan Öğüt; bir öğrencisinin görev yaptığı yere yeni atanmış 'meslekdaşlarından' bahsettiğini; bu meslekdaşlarının, kadınlarla ilişkilerinde ve alkollü içecek tüketiminde şeriatın emirlerini önemsemedikleri anlattığını nakleder. Aynı kitap içinde "İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Dindarlık ve Ölüm Kaygıları Üzerine" yapılmış akademik bir araştırmanın (Akademik Araştırmalar dergisi, yıl 4, sy. 14, s. 161-174) verilerini de nakleden Öğüt; bu korkutucu veri naklinin ardından şunları söyler:

"Nitekim bu din telakkisi ve ona uygun olarak yürütülen din öğretimi, görüldüğü gibi, sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan-korkulması gerektiği gibi-korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını kendileri oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple de artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları 'eski' bularak kullanılmış bir kağıt mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."

Aynı kitapta Öğüt Hoca, merhum Ali Fuad Başgil'in Din ve Laiklik isimli kitabında geçen şu tesbitleri de alıntılar:

"Bana Ankara'daki İlahiyat Fakültesi'nden veyahut İmam-Hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim. Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din âlimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslamiyet'in yalnız elemanter bilgilerini öğrenmekle kalır. İslamiyet'in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyâtı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur."

Mesele din âlimi ve din tenkitçisi farkı noktasına gelince Bediüzzaman'ın Risale metinleri içinde medrese kelimesine yaptığı vurguyu anımsamakta fayda vardır. (İdealindeki eğitim sisteminin/kurumunun ismi bile Medresetü'z-Zehra'dır. Ve hapishaneler onun için Medrese-i Yusufiyedir.) Yine Bediüzzaman, Risale metinleri içinde tekrar be tekrar Risale-i Nur'un medrese malı olduğu vurgusu yapar: "Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen..." diyen Bediüzzaman, kimi yerlerde medrese hocalarını Risale-i Nur'a sahip çıkmaya çağırırken; kimi yerlerde de sanki Nur talebelerini medreseyle ve medrese hocalarıyla irtibatlarını korumaya, bir nevi sıla-i rahme çağırmaktadır. Hatta Risale metinlerinin işlevini izah ederken bile kıyas olarak medreseleri istimal eder:

"Eski Said'in, onbeş yaşında iken medrese usulünce onbeş senede okunan ilmi, onbeş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede onbeş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar."

Peki, Risale-i Nur, medreseden murad olunan manayı nasıl karşılar? Veya daha ilerisi, yine Bediüzzaman'ın beyan ettiği; "Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir..." gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır? Ben bu meselede hem Ebubekir Sifil Hoca'nın, hem Salim Öğüt Hoca'nın, hem Ali Fuat Başgil merhumun, hem de Bediüzzaman'ın "İlimle murad olunan nedir?" sorusuna verdikleri cevabın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira âlim ve ilim başlıklarının içeriğini de, bu ilimle hâsıl olunacak şeyin karşılığını da bu tarif belirleyecek.

Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli eserinde bizi şu tanıma çağırıyor: "Haşyete ulaştıran bilgi, ilimdir." Bediüzzaman da felsefe ve Kur'an'ın eşyaya ve bilgiye bakışlarındaki nüansları vurgularken hep şunu belirtiyor: "Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor."

Yine Nur sûresinde; "Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na sığınırsa, işte murada erecek olanlar bunlardır..." denilirken Fâtır sûresinde de; "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar!" denilerek ilim ve Allah korkusu/haşyet arasında bir ilgi kuruluyor. Beyhakî'de geçen bir hadisinde; "Hikmetin başı Allah korkusudur!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da yine bizi Allah korkusunun âlim oluşun ölçüsü olduğu bir zemine çağırıyor. Anımsarsak: Efendimizin 'faydasız ilim' diyerek tesmiye ettiği ve sakınmamızı salık verdiği şey, hayatta bir karşılığı olmayan ve takvayı tetiklemeyen bilgi değil mi?

Bütün bunlar biraraya geldiğinde, ben, dinî eğitim alanında en büyük açığımızın, bilgiyi aktarmaktan ziyade, o bilginin oluşturması gereken haşyeti aktaramamak olduğu düşüncesindeyim. Ve Risale-i Nur'un eğitim metodunun, hakkı verilerek intisab edildiğinde, ilim sahibi olmaktan murad olunan haşyeti kalbe verdiği kanaatindeyim. Böylece Bediüzzaman'ın 'zamanın mühim bir âlimi' ifadesini ilimden murad olunan Allah korkusu düzleminde anlayabiliyorum.

Yoksa seküler bir bakışaçısıyla, antika bir eşyanın değerini demirciler çarşısında araması gibi, "Bir sene Risale-i Nur okuyan bir bilimadamı olur!" diye düşünmüyorum. Evet, Risale-i Nur'u, müellifin belirttiği şartlara uyarak okuyan bir müslüman, bir müminin kuşanması gereken Allah korkusunu ve istikamet çizgisini 'âlim seviyesinde' kazanabilir. Risale-i Nur'dan böylesi bir bakış ve hissediş/haşyet eğitimi alabilir. Fakat bu eğitim neticesinde ne fâkih olur, ne muhaddis olur, ne de fizikçi veya kimyacı olur. Eğer ilimden muradınız, kimsenin biriktirmediği kadar done biriktirip, bir hiyerarşide makam/rütbe sahibi olmaksa, bunu Risale-i Nur'da bulamazsınız. Çünkü Risale-i Nur da, Kur'an'dan ders aldığı yolla, hiçbir ilimden kendisi için bahsetmiyor. Fakat, evet, bu zamanın yıkılan teslimiyetine bir deva Risale-i Nur'un sisteminden çıkabilir. Onun üslûbundan devşirilebilir. Gelenekle aramızda bir bağ kurabilir. Ama 'medrese'den çıkabilir. Üniversiteden çıkmaz. Medresetü'z-Zehra'ya 'Zehra Üniversitesi' demek, bir sadeleştirme değil, bir tahriftir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...