Nur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2023 Salı

Sen asla tek kişi değilsin

Önce nefsimle konuşmalıyım. O bendeki senden bir nümunedir. Sana anlatacağımın kulağıdır. Senden dinleyeceğimin dilidir. Sendeki bene ulaşmak istiyorsam bunu yapmalıyım. İnsanız. Hamız. Karanlığız. Âdemiz. Havvayız. Benzer yaralara sahibiz. Benzer dertlere düçârız. Cennetten düşmek nasıldır biliriz mesela. Biliriz bir meyveye bedel etmeyi herşeyi. Kandırılmak nasıl can yakar biliriz. Kaybetmek ne kadar kolay. Yeniden başlamak ne kadar mümkün. Yalnızlık ne kadar zor. Tevbe ne kadar tatlı. Umut ne kadar güzel. Pişmanlık ne kadar diri. Hasret ne kadar çok. İmtihan ne kadar acı. Kabil Habil'i öldürdüğünde biliriz. Ciğer de ciğeri yakar. Yakmadan yanmak nedir biliriz. Sevinçlerimizden çok kederlerimiz bizi kardeş kılıyor. Ne yüzden? Sevinmekte bencillik var çünkü. Ne de olsa leziz. İhlasına inanmak zordur. İhlasına inanılmayanın gerçekliğine inanmak da zordur. İçimizin gerçekliği bedel ister.

Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?

Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.

Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?

Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.

Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.

12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

18 Mart 2022 Cuma

Dönüşü olmayan bir duayız biz

"Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır."

Mürşidim kalbime dokunduğundan beri herşeyi duaya dönüştürdüm. Artık başka hiçbirşey yok. Her 'şey' bir dua. Çünkü mutlak ademden yoksun bırakıldım. Ne mutlu! Hiçliğe düşmek imkandan çıktı. Çünkü hiçlikten gelmedim. Herşey geldiği yere döner. Ondan gelense Ona döner. Ben yokken bile vardım. Var yokken bile vardı. Zaman geçmezken bile bir yerlerde ismi geçiyordu. Varlık ne kadar evvele gitse, hatta kendini cismen hiç etse, kadîm olan Allah'ın ilminden ileriye-geriye gidemiyordu. 

Biz varlığa boşluktan düşmedik arkadaşım. Boşluk varlığa bizimle düştü. Madem ki Allah varolacak herşeyi biliyordu, ki biliyordu ki yaratıyordu, o halde mutlak yokluktan sözedilemezdi. Herşey varolmadan önce yalnızca ilimdi. Alîm olan hepsini bilirdi. Hafîz olan hepsini saklardı. Bunu da bana mürşidim öğretti.

İşte bu ilmin duasıyla varlık sahnesine çıkarıldık. Rahmet bilinene varoluş da lütfetti. İhtiyaçtan yaratılmadık. İkramdan yaratıldık. Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam varolmayı hakeden öyle bir güzellikti ki, Cenab-ı Hak, aziz hürmetine bizleri de varlık sahnesine getirdi. 

Nurundan yaratıldığımıza itiraz edecek bir gerekçe göremiyorum. İlim de nurdur çünkü. Birşey hakkında bilgi sahibi olmak etkileşime girmek gibidir. Ondan taşan birşey size gelmiş gibidir. Öyle ya: Güneşten bize ışık geliyor. Güneşi bu ışık sayesinde biliyoruz. Yine bu ışık hakkında deniliyor ki: İsm-i Nur'un Hidrojen-Helyum düzeninde bir tecellisidir. Onu aşamadığımız için bize varoluş görünür. İpleri görecek açıya sahip olmayanlar için kuklalar da 'kendiliğinden' hareketlidir. Demek: Sebepleri yaratıcı sananların aslında açısı bozuk. 'Olanı' görüyorlar da 'olduranı' göremiyorlar.

Belki güneş de uzayın yüzeyinde bir kabarcıktır ha? Nasıl su damlası güneşin yansımasını sinesine sığdırıyor. Belki güneş de başka bir güneşin, belki de Şems-i Sermed'in, tecellisini kendisinde yansıtıyor. Sen ışık ondan doğuyor sanıyorsun. Çünkü dört boyutlu fiziğin üstüne çıkamıyorsun. Eğer iki boyutlunun üstüne çıkamasaydın da parıldayan su damlası güneşin oluverirdi.

Hakikat-i Muhammediye sadece bir ilim olarak varken de varolmak için dua ederdi. Çünkü o kadar güzeldi. (Güzelliğin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar hikmetliydi. (Hikmetin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar rahmete şâyândı. (Aczin-fakrın kendisi bir duadır.) Cenab-ı Hak onun ifade ettiği cemali varlık sahasına getirdi. 

Aleyhissalatuvesselamın nurundan yaratılmak ne büyük şereftir. Demek bizde de kıymettar hakikatinden birşeyler vardır. Varolan herşey varolduğuna sevinir. Varolan herşey varolmakla gönenir. Yani hep varolmak ister. Sonsuzluk ister. Şu haliyle sanki göğsündeki sırrı sezmiş gibidir. Öyle ya: Damlacığın bizzat kalmaya hatırı yoktur da göğsünde gösterilen güneşin vardır. Göğsünde gösterilen güneş hürmetine damlacığa da hürmet edilir. 

Bizim göğsümüz acayip bir sır saklıyor arkadaşım. Sırrını inkâr etmezse cennet bahşedilecek. Sırrını inkâr ederse de cehenneme dahledilecek. Herşekilde sonsuzluktan kaçınamayacak. Neden? Çünkü güneşi gösterdi bir kere. Artık bu göğsün varlıktan kendini sakınabilmesi mümkün değil. Kendisinin hatırı yoksa da göğsünde gösterilenin hatırı var. Hep bilinegelen duasının neticesinde varlık sahasına çıktı. Hikmeti kabul edildi. Gayri bu duanın dönüşü yoktur.

16 Kasım 2020 Pazartesi

Celal korkutucu güzelliktir

Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.

Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."

Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta. 

Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!" 

Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.

Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.

İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al." 

Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.

4 Haziran 2018 Pazartesi

Ördek tüyü üzerine çalışmak...

"Mü'minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar." (Tevbe sûresi, 122)

Sosyalmedyada bu sıralar çokça paylaşılan bir video var. Enis Batur'un Aykırı Sorular programında yaptığı bir tesbit. Diyor ki orada Batur: "Birilerinin 'ördek tüyü' üzerinde çalışması lazım. 'Neden su geçirmediğini' ortaya çıkarması lazım. Eğer bir toplumun bütün ögeleri/bireyleri son hücrelerine kadar aktüalitenin, gündemin, siyasetin içinde yeralırlarsa o toplum güdük kalır."

Doğrusu, bu sözleri işitince, nicedir ifade edip rahatlayamadığım bir mananın güzelce dilegetirilmiş olduğunu hissettim. Mutlu oldum. Hakikaten ben de epeydir 'ördek tüyü' gibi meseleler üzerine kafa yormak taraftarıydım. Zira gırtladığımıza kadar boğulduğumuz tartışmalar içinde nefes alamıyordum. Üstelik bu türden günübirlik tartışmaların topluma mesafe aldırabildiğine de inanmıyordum.

Bu zeminde herşey pek kolay tersyüz oluyordu. Dünün 'en kötüsü' bugünün 'en iyisi' haline gelebiliyordu. Dünün 'en iyisi' bugün 'en kötü' olabiliyordu. Suya yazı yazılıyordu âdeta burada çalışılırken. Bir gün sonra (bizzat yazanı tarafından dahi) şevkle yanlışlanabilecek şeylere 'tek günlük değişmezler' gözüyle bakılıyordu.

Şunu farkettim önce: İlkelerin hâkimiyeti yalandı. Çünkü ilkeler 'sabit uygulanışlara' (sünnetlere) sahip değillerdi. Bugün ilke gereği 'onu' destekleyenler, yarın ilke gereği 'bunu' destekliyorlardı. Hatta oturup iki farklı duruşa da ayrı ayrı ilkeler bulabiliyorlardı. Bir önceki duruşlarını (yanlışlarını) sonradan keşfettikleri yeni bir ilkeyle izah edebiliyorlardı. (Herşeyin bir 'olur'u bulunuyordu.) Yani yeterince ilke üretebiliyorsanız ortada yanlış diye birşey kalmıyordu.

Demagogların tamamı birer 'ilke canavarı'ydı. Ben gidişatı kaçırmıştım ama, galiba, ilkesellik 'oynaklığın' yeni adı olmuştu. Hatta Kur'an'ı hevalarına göre bükebilmek isteyen 'tarihselciler' dahi onu 'somut fıkhın' alanı olarak görmek yerine 'soyut ilkelerin' alanı olarak görmeyi tercih ediyorlardı. Hele Kur'an bir 'ilkeler kitabı' haline gelsindi. Ondan sonrası kolaydı. İlkeler bükülmeye müsaitti.

Peki ben ne yaptım? Kaçtım. Bildiğiniz kaçtım. Koşabildiğim kadar hızlı hem de. Yok. Korkmayın. Deist falan olmadım çok şükür. Çünkü hevama değil Allah'a kaçtım. Kalbimi modern sohbetlerden kurtarıp 'geleneğin huzurlu iklimine' saldım. Devam ettiğim dersleri bırakıp, netten, merhum Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) ve Ebubekir Sifil Hoca'nın hadis derslerini takip etmeye başladım.

Onlar beni ferahlattı. Onlar bana Risale-i Nur'da bulduğum, bulmakla tutulduğum, tutulmakla ardından yürüdüğüm 'gönül inşirahını' yeniden verdi. Çünkü gündemden korunmuşlardı. Çünkü bugünün saflaşmalarıyla bir ilgileri yoktu. Çünkü beni Allah'tan başka bir yöne doğru itmiyorlardı. Tefekkür ettikleri kudsî metinlerin uhrevî kokusunu sunuyordu bu dersler bana. Hükümet kurup hükümet devirmiyorlardı. Sabah 'siyaset' diye kalkıp akşam 'siyaset' diye yatmıyorlardı. Gazete başlıklarına göre şekillenmiyorlardı.

İçimde bunları yaşarken gençlerin de neden 'din yorgunu' haline geldiklerini bir nebze anladım. (Neden deizmi/ateizmi bir kaçış gibi gördüklerini, bir açıdan, kavradım.) Kanaatimce: Onlar 'dinden' değil 'anlatıcıların bükücülüğünden' kaçıyorlardı. İnsanlar İslam'a koşarken huzur arıyordu. Fakat bazı meclislerde din kesintisiz bir kavganın aracıydı. Bir topuzlar savaşıydı. Ve, mürşidimin bir yerde ifade ettiği gibi, mütehayyirler topuzu görünce korkuyordu. 'Şiddet görme' korkusu değildi bu. 'Kullanılma' korkusuydu.

"Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, 'Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?' diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner."

Ben de bunu yaşadım. Tıpkı tıpkısına hem de. Derslerinden istifade ettiğim kimi dillerde nurun uçuşunu/sönüşünü gördüm. Ürktüm! Bildiğiniz ürktüm! Nasıl tarif etmeli bunu size? Belki şöyle: Allah'ın rızasını kazandıracak hakikatler dinlemeye gittiğim yerlerde sanki 'bükülen hakikatler eşliğinde' başka bir yöne doğru da sevkediliyordum. Meclislerden 'huzurla dolmuş olarak' değil 'keyifsiz bir gerilimle' kalkıyordum. Oysa bunun için girmemiştim o yola. Böylesi seküler bir mala da talip olmamıştım. Ben dinimle dünya istemiyordum. İşte, tam da bu noktada, durduğum yeri sorgulamaya başladım. Ve marifetullahı gündemin etkisinde bırakan yerlerden uzaklaşma kararı aldım. Tıpkı temsildeki adam gibi diyordum çünkü: "Acaba nurla beni celp edip topuzla dövmek mi istiyor?"

Arkadaşım. Topuzu sadece 'kuvvet' ekseninde yorumluyoruz biz. Fakat salt bunu ifade etmiyor bence. Daha fazlası da var. Topuz her türden zorlamadır. Endoktrinasyondur. (Beyin yıkamadır.) Dayatmadır. 'Görü' bozumudur. Propagandadır. Baskıcı telkindir. Dönüştürmedir. Sözün ardındaki ikincil niyetlerdir. İhlassızlıktır.

Bu manaların tamamı temsildeki 'topuz'un kapsamı içine girer. Ve, ahirzamanda siyasete merkezi bir önem atfedenler, fiilen görev alsınlar-almasınlar, bu yöntemlerin tamamını çevrelerine karşı kullanırlar. Ellerindeki her türlü bilgiyi, buna din bilgisi de dahildir, toplumun gitmesini istedikleri yöne doğru sevkederler. Çünkü siyaset, diğer bütün bilimlerin aksine, sadece varolanı okumaz, 'varolması gerekeni' de söyler. Bu tabiatı da onu baskıcı kılar.

Nur ise böyle değildir. İtmez. Çeker. İnsan nura 'canı çekerek' gelir, 'canı çekerek' kalır, 'canı çekerek' dahil olur. Ondan gelen aydınlıkla 'zaten varolanı' okur. Nur, topuzun rağmına, tastamam bir kavgasızlık alanıdır. Risale-i Nur'un tebliğ başarısının ardında da bu sır vardır. Saff-ı evvellerimiz hakkında konuşalım mesela. Bu insanlar çevrelerini 'siyasi mühendislik faaliyetleri' ile mi hidayete çağırmışlardır? Hâşâ. Ya? Onlara dünyada tadılır bir cennet sunmuşlardır. Kaçabilecekleri huzurlu bir liman sağlamışlardır.

Meclisleri nur olduğu, nur dolduğu, nur koktuğu, nur konuşulduğu için de (Kur'an'ın tabiriyle) 'kendilerinden hiçbir ücret istemeyenlere' tâbi olmaya yatkın insan fıtratları onlara kaymıştır. Yani: Nur itmemiştir. "Nur çağırmıştır." Bu yola tekrar dönülmelidir.

Yoksa, bugünkü gibi, karşısındakinin beynini/iradesini hakikat dersinin ücreti olarak isteyenlerin elinde sermayeden yenmeye devam edilecektir. Evet, biz o saff-ı evvellerin çok gerisindeyiz, çünkü onlar kadar 'nur'cu değiliz. Topuzla da hafiften hafiften dürterek toplulukları bir yere sevketmeye çalışıyoruz. Ve insanlar bundan ürküyorlar. Gelmiyorlar. Hatta bazıları dinin de ötesine kaçıyorlar.

Sadece nurcular için söylemiyorum bunları. Söyleyeceklerim bütün ekoller için geçerli. Eğer biz, hakikaten iman hizmeti davasındaysak, insanların huzur duymak için geleceği 'kavgasızlık alanları' oluşturmak zorundayız. Geçmişte tasavvufun yaptığını şimdi de başarmak zorundayız. Seküler olandan korunmak zorundayız. Eğer böyle alanlar oluşturmazsak gençler dini 'güdük tartışmaların argümanlarından birisi' sanacaklar. Uhrevî yanlarını ıskalayacaklar. Âdi pazarın kötü mallarından zannedecekler. Çünkü din bu tartışmalar sırasında ister-istemez sekülerleşecek. Kullanılacak.

Kaçak güreşmeyelim. Bahane bulmayalım. Suçu başkalara atmayalım. Bu mesele 'iktidarın kimde olduğuyla' ilgili değil. Birer tebliğci olarak senin-benim-onun nerede durduğumuzla ilgili. Biz Allah'ı araçsallaştırmadan anlatmalıyız. Amme cüzünü kavgada kendisini korumak için siper eden çocuk gibi olmamalıyız. Kendimizi Amme cüzüne siper etmeliyiz. Önce bu lazım. Tevfik ise Allah'tandır.

24 Kasım 2015 Salı

Bir sırrı var mı yazmanın?

Bu yazıya da şuradan başlayalım: 10. Nota'yı gözümde eşsiz kılan yanlarından birisi de birkaç cümle içinde 'yazmanın doğasını' kalpler önüne sermesi. Evet. Ben en çok burasından tutunuyorum 10. Nota’ya. Tutunmakla kastettiğim ne? Birazcık şu: Bir metni okurken "Sanki benden bahsediyor!" dediğiniz yerdir kulbunuz. Tutunmak da ‘hayatta yerini bulup koymak’ olur böylece. Çünkü metinler ancak hayatla anlamlanırlar. Yaşanmadığında tüm hakikatler cansızdır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da vahyin en önemli bağlamıdır buradan bakınca. Yani: Vahyin cana/canlıya ilk temas ettiği yerdir.

10. Nota’yı ne zaman konuşulsa konuyu 'yazmanın doğasına' getiririm. Bunda kendim kadar başkaları için de bir hayır olduğu düşüncesindeyim. Zira yazmayı 'hapsetmek' sananlar aynı şeyleri tekrar etmekten kurtulamazlar. Ne zaman ki, metni, sonsuz çağrışımlarla çoğalabilir bir yankılar mağarası olarak görürlerse, hem kendileri rahatlarlar hem de yazdıkları bereketlenir. Zaten bereket öncelikle hapsetmemektir.

Ancak hapsetmediğiniz şeyde bereket umabilirsiniz. Duvarları azalan şeyler çoğalmaya yüz tutarlar. Bu yüzden istibdat kabiliyetleri köreltir. Ve yine bu yüzden ekonomi bereketi tarif edemez. Bereket kalıpları pek sevmez çünkü. 10. Nota ne diyor peki: "(...) senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her gerçeğin mazisi hayaldir. Mürşidim dimağdaki meratibi anlattığı Lemeat'ta 'tahayyül' ile başlar basamakları saymaya. Sonra o tahayyül tasavvur olur, tasavvur taakkul olur, taakkul tasdike dönüşür, tasdik iz'ana inkılab eder, iz'an iltizam olur, iltizam itikad olur. İtikad derecesinde kuvvetli her gerçeğin mazisi hayaldir. İlla bir dimağda yaşanması gerekmez tüm mertebelerin. Başkasının hayali bizim gerçeğimiz de olabilir. Bazen de bizim hayalimiz başkasının gerçeğidir.

Dediğimi teknoloji üzerinden örneklemek mümkün. Bindiğimiz araba, konuştuğumuz telefon, yaktığımız lamba, çektiğimiz fotoğraf... Bunlar bir zamanlar yoklardı. Ama varoldular. Nasıl? Öyle birdenbire mi çıktılar varlık âlemine? Hayır. Allah önce onların hayallerini yarattı birilerinin kalplerinde. Sonra dimağdaki meratip işledi. Şimdi onların hayallerine biz itikad ediyoruz. Hatta hayretleri ülfetimiz. Harikaları sıradanımız. Çünkü onlarla biz hayal olarak tanışmadık. Umuşun heyecanını yaşamadık. Yüzlerini ilk gördüğümüzde çoktan gerçektiler.

İşte yazmak da biraz böyle. Bir çocuk gibi zamanla gelişiyor sizdeki vücudu. Hayal insana Allah'ın ektiği bir tohum gibi. Bir yazı ilk anda bütün vücuduyla varolmuyor. Önce bir sezgi mesabesinde tat/koku alıyorsunuz. Sonra bir farkediş yaşıyorsunuz. Farkediş nedir? Birşeyin herşey içinde onu herşeyden ayırabileceğiniz bir rahatlıkta vurgulanmasıdır. Bu vurgu dışımızda birşeydir. Allahsız açıklanamaz.

Detaylardan birisi başkasına yapmadığı cilveyi size yapıyor. Göz kırpıyor. Mendilini düşürüyor. Gülümsüyor da belki. O zaman o farkındalıkla oyalanmaya başlıyorsunuz. Oyalanmak önce hayal kurmaktır. Hayal kuruyorsunuz. Daha çok gelip gidiyor size. Siz de daha çok uğruyorsunuz semtine. Sık sık kapısının önünden geçiyorsunuz her âşığın yaptığı gibi. Sonra bu tekrarlardan arzu şiddetleniyor.

Güzellik gözün ihtiyacı oluyor alışkanlıkla. Hep görmek istiyor. Hep görmek nasıl olur? Yanında kalmasını istiyor işte. Hayale razı olamıyor. Hayal kalıplara sığmaz. Tasavvur burada devreye girer. Yani hem kolay bulunacak bir yere nakşeder hem de sınırlandırmış olursunuz. Her kayıt altına alma bir sınırlandırmadır. Kaydettiğiniz şey ister istemez hayalin serbestisini yitirerek sınırlanır. Somutlaştırma bu açıdan soyut zenginliğin yitimidir. Çağrışım zenginliğinin kısıtlanmasıdır.

Lafı uzatıyorum. Neticeye geleyim: Tohumun çimlenmesi için karanlığa ihtiyacı var. Hemen görülmemesi lazım. Kabuğu civcivden önce kırmak olmaz. "Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun." Yazmak da biraz böyle. Her farkedişini hemen yazıya dönüştürmek/zorlamak yazıya kaybettiriyor. O, bir dönem gönlünde bir açlık olarak, bir mıknatıs gibi beklemeli. Yazının parçalarını oluşturacak şeyler cezbesine kapılarak/çekilerek veya açlıkla aranmanla sana görünmeli. Bu bütünlük oluştuktan ve parçaların tamamı biraraya geldikten sonra yazılmalı bazı şeyler.

Bütün yazılanlar böyle olmalı demiyorum. Fakat özellikle marifetullaha dair metinlerin böyle bir sabırlı bekleyişe ihtiyacı var. Yüzünü çevirip beklemen gerekiyor. Yüzünü döndüğün yere doğru gidiyor ayakların. O da sana doğru geliyor. İlhamın doğası biraz böyle. Ondan beslenmesi hasebiyle yazmak da böyle.

İblis ateşten idi. Ateşe ne atarsan yakar. Hemen dönüştürür. İnsan topraktan. Toprak acele etmez. Yavaş yavaş işler kendisine ekileni. Bir yazı da olsa öyle. Hatta Allah, yalnız yazıyı değil, birçok şeyi bize ekiyor bence. İnsanı zamana/mekana ektiği gibi duyguları da insana ekiyor. Mesela âşık ediyor. Birini ekiyor yani gönlüne. Ne mahsuller alıyor bilmiyorsun. Yalnız ekilenin coşkusuyla bağrındakini yukarıya rengarenk saçıyorsun. Dünya ahiretin tarlası olduğu gibi sen de ahirete dair olan şeylerin tarlasısın. Sen toprağını ektiğin gibi senin toprağın da sürekli ekiliyor. Hava, su, nur... Toprağın oğlu, dikkat et, bunlara ihtiyacın var. Şimdi mürşidimin söylediklerini tekrar bir gözden geçir. Belki yazmanın sırrına da ulaşırsın:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır."

28 Ekim 2015 Çarşamba

Sahip olmak mutluluk getirir mi?





"Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ındır. Allah Muhît'tir, herşeyi çepeçevre kuşatmıştır." (Nisâ sûresi, 126)

Onuncu Nota benim Risale metinleri içerisinde en 'gizemli' bulduğum yerlerden birisi. 'Gizemli' derken neyi kastediyorum? Kanaatimce orada nur taliplerine 'gizemin güzelliği' öğretiliyor. Herşeyi kuşatmamız gerekmez. Dünyayı kuşattıklarımızdan/kuşatılabilenlerden ibaret sanmamız bizi gözlerimizin kulu yapar. İnsansa gözden ibaret değildir. Kuşatamadıklarına da açlıkları vardır. Hırsları onu bu yüzden tatmin edemez. Aslında buradaki halim Refet abinin şuradaki hayretine benziyor:

"Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucip oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözler'inizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir."

Bu sözün en canlı şahidi bizler değil miyiz? Yıllardır Risale-i Nur'u okuyoruz, hakkında yazılanları okuyoruz, hatta kendimiz de bir parça yazıyoruz, ama hâlâ yazılması gereken bir yığın şey duruyor. Bazıları ise daha yazılamadan unutuluyor. İşte, bana öyle geliyor ki, bu Onuncu Nota da, tıpkı Refet abinin mezkûr metinde dediği gibi 'istenildiği kadar izah edilebilir.' Kimse de "Bu eserde artık konuşulacak birşey kalmamıştır!" diyemez. Gizemi böyle birşey. Bu gizemin kaynağı ise, bencileyin, bahsettiğinin salt 'olay' değil 'olgu' olması. Yani bir küllî düsturdan haber veriyor olması. Öyle ya. Küllî olana dair neyi konuşsanız bir yanı hep soyut kalır. Donulmaz kalır. Fethedilmez kalır. Kuşatamazsınız. Bitiremezsiniz. Sonuna gelemezsiniz. Her parlayan şeyde yeni bir yüzüyle karşınıza çıkar çünkü. Eşya onun için iletkendir. Şeyler çoğaldıkça o da çoğalır.

Soyut olanı 'maddî olmayan' somut olanı ise 'maddesel olan' diye tarif etmek aslında onları eksik tarif etmektir. Soyut, sadece maddeden mücerret olduğu için değil, her maddede binbir yüzle karşınıza çıkabildiği veya tabir-i diğerle 'tüm yansıtıcılarını aşabildiği' için soyuttur. Sınırları daha az bir vücuddur. Evet. Madde manadan daha çok 'var' değildir. Aslında mana maddeden daha çok vardır. Bu 'daha çok'u kuşatamadığımız için maddenin kolaycılığına saplanırız. Yani madde ötesi olan ondan daha aşağı değil yücedir. Mana maddeden daha yücedir. Bir kelimenin anlamı, anlam olarak varlığını bin yıllarca sürdürebildiği halde, maddesi/lafzı çok libaslar değiştirebilir.

"Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir..."

Manayı bir bedende hapsedemediğiniz için öldüremezsiniz. Manaya yaslananlar daha uzun yaşarlar. Eserleri onların ömürlerini devam ettirir. Bu yüzden, somuta yapılan övgü, soyuttan daha kemalde oluşuna dair bir övgü değil, insanın kavrayışına yakınlığı dolayısıyla yapılmış bir iltifattır. Yani, tabir-i diğerle, somutlaştırma soyutun bir tenezzülüdür.

Ezelî hakikatler kendilerini hayatın içindeki şeylerle bizlere ifade ettiklerinde tenezzül etmiş olurlar. Onları anlamamız için 'inzal sebepleri' verirler. Sonsuzun sınırlılığımıza bir iltifatıdır bu. Bir keremidir. Kur'an'ın beyanının bir tenezzül-i ilahî oluşu buradan daha rahat anlaşılabilir. Allah, Kur'an'ında, bizimle 'bizim anlayacağımız şekilde' konuşmuştur. Bize tenezzül etmesi kelamının aşkınlığına zarar vermez. Kelamullah olma hakkını elinden almaz. Onu, hâşâ, 'beşer işi' yapmaz.

Soyut ile somutun 'bilinişi' de tam bu noktadan dolayı farklılık arzeder. Somut olanı 'kuşatırsınız' ama soyut olanı ancak 'yorumlarsınız.' Hissenizi alır başkasının hissesini bırakırsınız. Büsbütün elegeçirici bir bilişe sahip olamazsınız asla. Kuşatmak bitirmektir çünkü. "Herşey yok olup gidicidir Ona bakan yüzü müstesna!" buyuran Kasas sûresi bize somutun soyuta bakan yüzünün de 'bitirilemeyecek' olduğunu söyler. Evet. Yok olmayan aynı zamanda bitmeyen ve bitirilemeyendir. Zaman kaydına girmeyendir.

Tekrar belirtelim: Soyut hiç anlaşılmayan değil kuşatılamayandır. Onunla kastedilen şey o kadar çok şey olabilir ki bu 'o kadar çok'un sizin zannınızla hapsedilmesi mümkün değildir. Bu yönüyle marifet-i ilahîye dair bir biliş, ancak 'cumhur-u ulemanın kabulüne vabeste bir anlayış' olarak karşımıza çıkar. Fehmimizi bilgiye dönüştüren şey diğer aynaların da yansıttığımıza hak vermesidir. Böylece biçare aynamız kuşatamadığı manzaraya zulmetmemiş olur. Kendisindeki parçayı bütünle karıştırmamış olur.

İnsansınız. Allah'ı (hâşâ) kuşatamazsınız. Ama isimleri ve eserleri üzerinden yorumlarda bulunabilirsiniz. Bu yorumlarla şuunatına dair bir tanıyış elde edebilirsiniz. Ancak en nihayet geleceğiniz nokta Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın duasında dediği gibidir: "Seni hakkıyla bilemedik!" Çünkü Allah'a iman aynı zamanda (Kur'an'ın da buyurduğu gibi) gayba imandır. Sınırlı olanın sonsuzun varlığını ve 'sonuna asla gelemeyeceğini' kabulüdür. Yani marifetullah Allah'ı bilişin asla büsbütün somutçu bir bilişe, yani bir kuşatışa/hapsedişe, dönüşemeyeceğini kabul etmekle başlar. Herkes kendi rengince onu tanır, ama o, bu tanımların/tanımaların hiçbiri 'kadar' değildir. Daha fazlasıdır. Hep daha fazlası kalacaktır. Bitmeyecektir.

"Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Onuncu Nota, bize, somutun medeniyeti olan Batı medeniyetinin ölçülerinden sıyrılıp, bilişi onun bilişine münhasır görmekten kaçınmamızı salık veriyor. Batı ancak pozitivistçe kuşatabildiğine, hedonistçe tadabildiğine, materyalistçe dokunabildiğine veya sofistçe inkâr edebildiğine iman ediyor. Kuşatamadığını görmezden geliyor. Allah onun için 'laboratuvara sokulup isbat edilecek birşey olmadığından' mantıksız.

Göremediği bir ilaha tapmaktaki çekingenliği, bunu büsbütün bir inkârcılıkla yapıyor olsa da, aslında ehl-i şirkin yaptığından pek farklı değil. Somutçuluk yapıyor. Somut olanı üstün sanıyor. 'Tenkit parmağıyla yoklamaya ve tereddüt eliyle tenkit etmeye' alışmış. Tutmak istiyor, sarmak istiyor, kuşatmak istiyor. Elini nura uzatıyor. Fakat bilmiyor ki: Sonsuz olan sınırlı olanda hapsolamaz. Allah'ın marifetine dair bilişler öyle kuşatışlar değildir. Görürsün, hissedersin, ama tutamazsın, hapsedemezsin.

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. (...) O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez. İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. (...) Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz. Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. (...) Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Arkadaşım, eğer 'ben'ini modern medeniyetin inşa ettiği 'ben'lerden uzaklaştırmak istiyorsan, belki de ilk kabul etmen gereken şeyler: Sonsuza bakabilir bir sonlu olduğun. Sezebileceğin ama sonuna gelemeyeceğin. Bunlar da seni 'herşeyin sahibi olma' hırsından 'birşeylerin parçası olma' rahatlığına götürecek. Kalbinde bu huzuru elde ettikten sonra hayatını/hayatları pencerelerden seyredeceksin. İçlerine girmeyeceksin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...