Karanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Karanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2024 Cuma

Yokolduğun gibi görün, göründüğün gibi yokol

"Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt eden bir hâcete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: Şu zamanın yaralarına devadır." 28. Mektup'tan.

Nasıl başlamalı? Yörüngesiz gezegenler gibiydim arkadaşım. Bilmediğim adresleri arıyordum biteviye. 'Oturmamış' çok şey vardı. Oturmamış. Yani huzursuz. Hem içimde hem dışımda. Tutamıyordum. Tutunamıyordum. Kalmıyordu. Kalamıyordum. Boşluktaydım. Hatta bizzat boşluktum. Oluş namına şahitliğimden geçen her ne varsa yutuyordum. Eh, evet, havadakilere yer ararken kırk yaşıma geldim. Kabul etmeli artık: Nihayet kendime bile yer bulamadım. Dışımdakileri boşvermeye meylettim sonra. Değişmeyecekleri bir ölçüde zâhir oldu sanki. Belki bu zuhuratta tembelliğimin de hissesi vardı. Her neyse. Bilemem. Dosya kapandı. Yapacak birşey yoktu. Pes ettim. Gençlikle beraber göğsümüzün ateşi de sönüyor. İnsan kendini daha bir akıntıya bırakıyor. Hayat Allah'tan olduğu gibi kalma arzusu da Allah'tan. Dışarıda pes etmemle içim daha ziyade meşgalem oldu. Üzerime düşünmeyi beğendim. Yarışsız bir iş. En sevdiğin tatlıyı küçük ısırıklarla tüketmek gibiydi tefekkür. Acelesizdi. Kimse sıkıştırmıyordu. Dışarısı öyle mi a? Hiç değil. Eskiden de düşünmez değildim ya, iş gibi düşünmek başka şey. Yazınca da altın misali birikiyor. Dallanıyor. Çoğalıyor. Başka ülkelerde geçmese de değerdir yani.

Buradaki her zafer dışarıdakinden daha az kalıcı. Onu söyleyeyim. Sonra 'demedi' denmesin. Sık sık başa döndüğünüzü düşünebilirsiniz. Tamam. Yağma yok. Bıkmayacaksınız. Durmayacaksınız. Kanmayacaksınız. İçimizin sarayları bize görünmezdirler. Görünürlerse gidilmezdirler. 'Var' deseniz yokturlar. 'Yok' deseniz vardırlar. Dizemediğinizi düşündüğünüz o tuğlalar zamanla ayağınızın altında zemin tutacaklar. Yükseleceksiniz. İster istemez yükseleceksiniz. Aşağısı yok artık. Öncenizi unutun. Yaraları bile insanın hazinesi sayılacak. Aczi ile güçlenecek. Fakrı ile fahredecek. Zıtlar zıtlarını besleyecek. Onları kaşırken, kanatırken hatta, devalar üreteceksiniz. Öyle deme arkadaşım. Onlar sadece senin devaların olmayabiliyor. Başkaları da şifalanıyor. Bir işe yaramış oluyorsun. Bir işe yaramak hayatı 'hayat' yapan şey. Hikmet hayatın hayatıdır. Edasıdır. Özüdür. Somutlaştırman gerek. Devalar somutlaşmalı. Yarımlıkta tamamlıktan ziyade bir yan var. Yarımlar tamamlanmak ister. Yarımlıkta gayret vardır, arayış vardır, açlık vardır. Mağlubiyet bazen galibiyetin ta kendisi. Kime mağlup olduğuna bağlı olarak tabii. Senden hayırlısına mağlubiyet galibiyettir. Ziyade olabilmeye imkan sağlar. Dolayısıyla Allah'a mağlup olmak en büyük zaferdir. Kat'an elini korkak alıştırmayacaksın bu makamda.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var..." İçimizin mühendisliği de işte bu yasaya bağlıdır arkadaşım. Yıkıntısını anladıkça yapılır insan. İddialarından soyundukça giydirilir. Hiç olmak, zaten hiç olan için, birşey olmaya başlamanın başlangıcıdır. Eğer bir karadeliksem şânım yıldızlar gibi yürümeyecektir elbette. Kendime başka bir şân ararım. Onlar parlayarak şânlarını yürütürler. Ben yutarak yükselirim. Karanlığım. Kararırım. Karanlığımla gösteririm. Tavşanla yarışan kaplumbağadan daha eblehtir yıldızla yarışan karadelik. Hiçin varlıkta yarışması yenilgisini tekrarlamaktan başka ne netice verir? Taş uçmakta bulutu geçebilir mi? Birşey bilmeden önce haddini bileceksin. Had demek sınır demek. Sınırlarını bil ki bilgi de sende ne olacağını bilsin. Varolmak mı istiyorsun? O zaman yokol. Gerileyebildiğin kadar gerile bakalım. Belki de senin varlığın böyle bir yokluktan yeşerecektir. Evet. Muhakkak. Kaldıramamak liyakatinle ilgili bir sorun olabilir. Belki yükünün taşınmamakta suçu yoktur.

İşte sözüm yine mürşidimin sözüne dolanıyor: "Kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia ve emanettir. Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et, ta bekà bulsun. Çünkü nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."

Yokun yokken varolması fıtratını doğrulamasından geçiyor. Yaraları kaşımak, hatta kanatmak, varlıklarını kabul etmeyi barındırıyor. İnkârın götürdüğü hiçbir cennet yok. Biz Allah'ın bizi yarattığı gibiyiz. Bize buyurduğu gibiyiz. Başkası olmayacağız. Olamayacağız. 'La ilahe illallah' dediğimizde burnu sürtülen ilk şey Lat, Menat, Uzza vs. değil arkadaşım. İnsan enaniyet putunun burnunu sürtüyor ilk. Allah'tan başka ilah yoksa sen de ilah değilsin. Bitti. İlah gibi altlarına girdiğin iddiaların tamamı boşa düşmektedir. Düşmelerini farkettiysen ne mutlu. İşte fazlından yaralar sahibi kıldı seni. Yaratıldığını bildiğin anda yaratanın sen olmadığını da bildin. Yârinle aranızda yarlar var. Şimdi geriye iki vazife kalıyor: 1) Seni yaratanı tanıyacaksın. 2) Yaratılmışlığı tanıyacaksın. Pozisyonları kabulleneceksin. Çok aşağıda yerler seçiyorsun gibi görünebilir nefsine, kanma, o bir yumurcaktır. Oynarken hayallenir. Sonra kendisi de inanır. Fakat 'mış gibi'lerin artık kurtarmadığının farkındasın. Peki, öyleyse, 'olduğun gibi görünmek' ile 'göründüğün gibi olmak' arasına şunu da bir sıkıştırıver arkadaşım:

"Yokolduğun gibi görün, göründüğün gibi yokol."

14 Kasım 2023 Salı

Sen asla tek kişi değilsin

Önce nefsimle konuşmalıyım. O bendeki senden bir nümunedir. Sana anlatacağımın kulağıdır. Senden dinleyeceğimin dilidir. Sendeki bene ulaşmak istiyorsam bunu yapmalıyım. İnsanız. Hamız. Karanlığız. Âdemiz. Havvayız. Benzer yaralara sahibiz. Benzer dertlere düçârız. Cennetten düşmek nasıldır biliriz mesela. Biliriz bir meyveye bedel etmeyi herşeyi. Kandırılmak nasıl can yakar biliriz. Kaybetmek ne kadar kolay. Yeniden başlamak ne kadar mümkün. Yalnızlık ne kadar zor. Tevbe ne kadar tatlı. Umut ne kadar güzel. Pişmanlık ne kadar diri. Hasret ne kadar çok. İmtihan ne kadar acı. Kabil Habil'i öldürdüğünde biliriz. Ciğer de ciğeri yakar. Yakmadan yanmak nedir biliriz. Sevinçlerimizden çok kederlerimiz bizi kardeş kılıyor. Ne yüzden? Sevinmekte bencillik var çünkü. Ne de olsa leziz. İhlasına inanmak zordur. İhlasına inanılmayanın gerçekliğine inanmak da zordur. İçimizin gerçekliği bedel ister.

Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?

Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.

Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?

Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.

Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.

24 Mart 2015 Salı

Karanlık neyden yaratılır?

Yani evet, birşeyleri ıskalamış olduğum kesin. Birşeyler kesinlikle arkamda kaldı. Onlara yetişseydim veya dokunsaydım veya sahip olsaydım hayatım daha güzel olacaktı belki. Belki de daha mutsuz olacaktım. Fena olan şu ki; onlara yetişemeyişimle artık hayalgücüme kötü ihtimalleri kabul ettiremez oldum. İnsan, olabilecekler hakkında ister istemez iyimser oluyor. Nasıl tarif etmeliyim bunu sana? Belki şöyle:

Diyelim ki, herhangi birşey eline geçmedi. Çok sevdin, kavuşamadın. Çok istedin, elde edemedin. Çok uzandın, tutunamadın. Artık onun hakkında kafanda dolaşan tek fikir, tek hayal, tek tasavvur, eğer kavuşabilseydin, o sende veya sen onda kalsayın olabilecek güzel şeyler hakkında. Hiç aksi yönde tefekkür etmiyoruz/edemiyoruz. "Belki de berbat olacaktı herşey!" diyemiyoruz. Platonik olanın risksiz huzuru kimseye yeterli gelmez. İnsan sevdiği şeyler hakkında karamsar olamıyor işte.

Karamsarlık da aslında bu sahip olamayışın bir tecellisi. Senin olmayan sende karamsarlıktır. Bencilin gözünde malikiyetinde/sahipliğinde olmayan her nokta karanlıktadır. Işığı kendisidir çünkü. İnsanın zalim oluşu/zulmeti/karanlığı/karartması sahip olamadığı hakkında çektiği kederden geliyor olabilir mi? Ne ki, senin olmadı, senle olmadı, sende kalmadı; artık senin için bir karanlık kaynağı oluyor. Gidişinden elem çektiğin gibi 'kalabilmesi' ihtimalinden de elem çekiyorsun. Bir giden, hep gidiyor. Her gün gidiyor. Her an gidiyor. Tüm firaklar ebedîdir böyle bakınca. Unutamadığın sürece öyle.

Hem unutmak kurtarıcı mı? Bu konuda da şüphelerim var. Unuttuğum şeylerin kederinin kalbimden gittiğini bana kim ispat edebilir? Halbuki unutkanlarımızın neşeli olduğuna da şahit olmuyoruz. Alzheimer hastalarının sürekli bir neşe halinde olduğunu kim söylemiş? Bence unutulanın (eğer öyle birşey mümkünse) bıraktığı iz dahi gitmez, kalır.

İnsan, sürekli yeni bir insan olarak, hayatının her parçasında birşeylerin iz bırakıp şekline şekil kattığı, bir heykel gibi. Yaralanmış bir yerini tekrar eski haline döndürmen mümkün değil. "Eski hal muhal. Ya yeni hal, ya izmihlal..." Yıkılıp çökeceğiz artık değişemediğimizde. Heykelin son rötuşu atıldığında. Şahitliğimiz bitmiş olacak. Ve biz o zaman bencilliğimizin her anının eleme kaynak olduğunu; hodbin olanın ister istemez hodgam, hodendiş ve bedbin yaşadığını anlayacağız. Allah, bize, gaybda olan kendisine iman etmemizle, görünürde olan kendimize dayanmanın arasındaki farkı böyle öğretecek. Varolanın kendisinden vazgeçmesi, bir nevi 'var iken yoku seçmesi' zordur. İmtihan kolay birşeyin üzerinde dönmüyor demek. Fenerini kıracaksın, güneşin olacak. Çünkü karanlık fenerinin ışığından yaratılıyor.

7 Mart 2015 Cumartesi

Karanlık neden yazdırır?

“İlhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun içinde birşey şekilleniyordu.” Virginia Woolf, Deniz Feneri’nden.

Biliyorsun arkadaşım: Mürşidim, sepeplerin yalnızca birer perde, hakikî tesirinse Allah’tan olduğunu sıkça vurgular. Çünkü tevhidin gereği budur. İşte onlardan birisi şöyle: “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Eh, evet, buradaki ‘perde’ tâbirini de biz genelde ‘pencere perdesi’ şeklinde düşünüyoruz. Ve oradan hareketle diyoruz ki: Esbap asıl yaratıcı olan Allah’ın tevhid ve celalini örten bir perdedir. Doğrudur da bu aslında. Fakat bu yazıda seni Bediüzzaman’ın bir başka kullanımına da uyandırmak istiyorum: “Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.”

Sinema perdeleri. Mürşidimin metinlerinde o kadar sık kullanılır ki bu ifade bir kavramlaştırma yapıldığını düşünmeden edemezsiniz. Peki ‘sinema perdesi’ diğer perdeyle, hani şu pencerelerimizi örtenle, ne nüanslar içeriyor olabilir? Yahut da şöyle bir sualle başlayalım: Biz pencerelerde perdeyi ne için kullanıyoruz? Göstermesi için mi? Saklaması için mi?

Cevabınızın ikincisine hakverir olduğu tahmin ederim. Evet, biz, evlerimizdeki perdeleri bir gizleme aracı olarak kullanıyoruz. Ve onu engelleyici olarak düşünüyoruz. Peki ya sinema perdesi? O da öyle mi? İşte aynı kelimede ters takla atılan yer. Sinema perdesi, adaşının aksine, daha iyi gösterebilmek için kullanılıyor. Yani yansıtılanın görünebilmesi perdenin fonksiyonunu iyi icra etmesine bağlı.

Burada esbabın perdeliğini, yani aklın nazarındaki perdeliğini, bir ‘engelleyici/saklayıcı’ olarak düşünürseniz şöyle bir durum çıkar ortaya: Allah kendisini hem saklamış hem bilinmek istemiştir. Arayana buldurur bu düzeni imtihanın vesilesi kılmıştır. Denilmiyor mu: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim.” Elhamdülillah. Peki bilinmek isteyen saklanmayı da neden istesin? Neden esbabı bir perde olarak araya çeksin?

Üstelik ne izzetin ne de azametin şanı ‘görünmemek’tir. Yüce olanın daha şiddetli bir görünürlük seviyesine de sahip olduğunu Bediüzzaman “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl...” gibi ifadelerinde beyan ediyor. Demek buradaki gizleniş görünmemekten değil çok görünmekten. Varlığının mutlaklığından dolayı belki de algılayamaz duruma geliyoruz Onu. Aczimizden, sınırlılığımızdan, mahlukiyetimizden dolayı başaramıyoruz. İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle olmadığı hiçbir yer görmüyoruz ki, kıyaslayalım da, “Burada yok da şurada var!” diyebilelim. Hâşâ. “Dalalet vehmîdir!” derken yine altı çizilen birşey bu: İnkâr edenler Allah’ı yoketmiyorlar. Hâşâ. Yokolduğunu vehmediyorlar.

İşte “Allahu’l-alem!” kaydıyla derim ki arkadaşım: Aklın nazarındaki bu perdelik, örtü germek değil, sınırlılığından dolayı bir kolaylık serpiştirmektir. Çünkü akıl parçalayacıdır. Ufaklığından dolayı meraklandığını parçalara ayırmaya bayılır. Küçük küçük lokmalarla yutar herşeyi. Gıdım gıdım ilerler. Parçalarda boğulmayı da o kadar sever ki. Nihayetinde bütüne körleşmesi de mümkündür. Bu ikircikli yanıyla da imtihana muhatap kılınmıştır. Perdesi kendisidir. Allah’ın Esmaü’l-Hüsna’sını kuşatamayışıdır. Dikkatince ilerleyip gafletince geri kalmasıdır.

Hem şunu da diyeyim mi: Labratuvara sokamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söyleyenler aslında parçalayamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söylemiş oluyorlar arkadaşım. Yani kuşatılamayanın reddi sözkonusu. Zaten böylesi bir inkar özünde kuşatamamaktır. “Nazarımda yoktur!” demektir. Yokluğunu isbat değildir. Çünkü mutlak bir yokluk isbat edilebilir birşey değildir. Mutlağı kuşatamayan insan, mutlak bir yokluğu nasıl görebilir/kuşatabilir de, görmediğinin olmadığını iddia eder? Mutlak yokluk da labratuvara sokulabilir birşey değildir ki.

Özetle: Esbap perdesinin sırf bir ‘örtücü’ olarak değil bir ‘gösterici’ olarak da görevlendirildiğini düşünüyorum. Perde ama aklın yavaş yavaş ilerleyebilmesi için bir perde. Bütünü kuşatamayan beşere parçalardan bulabilmesi için serpiştirilmiş kolaylıklar onlar. Elbette vazifelerini yaparken parçalara âşık nefse bir kurtarıcı(!) körlük de sağlıyorlar. Bahane oluyorlar. Say ki arkadaşım: Hak Teala iki daire arasına geçişin şiddetini yumuşatacak bir sistem koymuş. Çünkü insanın perdenin önüyle de arkasıyla da bir ilişkisi var. İkisinden de hisseli bir varlığı var. Hem bedeni hem ruhu var. Hem kalbi hem nefsi var. Soğuyan sütün kaymağı gibi bir berzah esbab. Görmek istemeyene körlük oluyor. Görmeyi arzulayana ayna.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir.”

Oradan oraya okumalar yapabilmemizi sağlayacak bir perde. Hatta bizzat bu okumaları daha yapabilmemiz için konulmuş bir perde. Özünde bir gösterici. Saklayıcı değil. “Hiçbirşey yoktur ki, Onu övüp tesbih etmesin!” sırrı. Zaten böyle bir perdede kesafet/karanlık engelleyici değil göstericidir. Sinema perdesi ne kadar kesif olursa üstünde yansıyan ışığı/görüntüyü o kadar güzel gösterir. Bediüzzaman bu kesafet-aynalık arasındaki ilişkiye de cennetle ilgili bir metninde şöyle dikkat çekiyor:

“(...) nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat masnuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizana çekecek âletler cismaniyettedir.”

İşte, arkadaşım, ‘Karanlık yazdırır’ diyenler belki bu yüzden böyle söylüyor. Yarasına bakmayan devayı anlayamaz. Canı acımayan teselliyi bilmez. Gecesine bakmayan gündüzü farkedemez. Zıttın aynalığı böyle birşey. Varlık gelsin, şereflendirsin, kalsın diye kurulmuş yokluk konakları. Birşeyler birşeylere perde olduğu zaman illa engel olmak zorunda değil. Sen de günah işlediğin zaman hata ediyorsun, ama evet, o hatalardan kaçışların, Allah’a sığınışların, tevbelerin içinde güzel isimler, aklının nazarında ‘gösterici bir perde’ olacak şekilde, yansıyor. Kesif olsan da sende hakikat görünüyor. Ne yücedir Rabbimizin bağışı. Bizzat güzel olmayanlar bile ‘neticesi itibariyle güzel’ olabiliyor. “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı...” hadisini bir de böyle düşün isterim arkadaşım. Fakat, ah, biz de parçayız. En doğrusunu bütünün sahibi bilir. İyisi mi, el-Hâdi ismine sığınalım da, kendi karanlığımızda kaybolmayalım.

13 Şubat 2015 Cuma

Bir nimet olarak karanlıktan korkmak

"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." [Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât 105, (3533).]

Allah'ın bir ismi de Nur'dur. O yüzden Cenab-ı Hakk'ında yazabilmek için hakkımıza düşen karanlığa bakarız bir süre. İçimizdeki karanlığa. Karanlığı bilmeyen göz ışığı farkedemez. İçimiz karanlıktır bizim. Yalnızlığımız amansız. Dalgınlığımız tehlikeli. Şüphelerimiz boğucu. Tereddütümüz düşmek gibi. Bir öpmekte batmaya meyyaliz. Tüm kötü meziyetlerimiz içinde bir biliş, bir kaçınış, bir sığınış; işte o karanlık, o korku, o sakınma güdüsü, ardındaki aydınlığı gösterir bize.

Allah'ın bir ismi de Nur'dur. Nur, karanlık olmadan nasıl bilinebilir? Işığa muhtaç doğmuşuz, ama muhtaçlığımız hem karanlığın hem görmenin bizzat kendisidir. Hem dert hem derman. Acz mesleği dediğin şey, demek bir siyahının şuurunda bir leke olmak. "İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Demek o lekeye bir ışık kondurmayacağız ki, ateş böceği olan aklımız güneşin yerini almasın. Kendini serapa 'alan el' görsen, 'veren el'i daha yakından tanırsın.

"Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor; ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor."

İnsan karanlıktan ve karanlığa dair olandan korkar. İstisnasız. Ben, karanlık korkusunun da, bir nimet olarak, içimize Allah tarafından konulduğunu düşünüyorum. Fıtrî birşey. Tıpkı şeytandan ve ateşli karanlığından Allah'a sığınmak gibi. İnsan karanlıktan korktukça ve onun zararlarından, kayıplığından, belirsizliğinden kaçtıkça imana yaklaşır. Sa'd-ı Taftazanî Hazretlerinin iman hakkında; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur..." demesi cüz-ü ihtiyarinin ne için sarfedildiğini de sorduyor bize. Sen karanlıktan kaçmak için ihtiyarını sarfedersin; Allah, kaçışını nuruyla mükafatlandırır. Işığa doğru koşan elbette ışık bulur. Ama ışığa koşmak için de sırtımızı döndüğümüz yerde bir karanlık gerek.

Karanlık yazdırır, karanlık korkutur, karanlık düşündürür, karanlık içine düşülendir, karanlık telaşlandırır... Karanlık "Koşmaya başla!" sinyalidir ruh için. Ve bizim her yazdığımız, içimizdeki karanlıktan (ki anlamsızlık da bir karanlıktır) Allah'ın nuruna kaçmak için çabalamamızdır. Ayet diyor ki: "(...) kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir." Kalbi ürpermeyen neden koşsun? Acz mesleğini kuşanacaksak Allah'ın kalbimize koyduğu tüm korkularla/uyarıcılarla tanışalım. Çünkü onlardan kaçarken ancak Onu bulacağız. "O halde Allah'a koşun. Çünkü ben, size O'nun katından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım." Korkularınla barışmak, korkunun yaptığı işi sevmekle mümkün.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...