Tenkit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tenkit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2021 Çarşamba

Şüpheci Allah'a 'Dostum' diyebilir mi?

"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar."
Mektubat'tan.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde "An'aneli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, 'an filân, an filân, an filân...' derler?" sualine cevaben diyor ki mürşidim: "Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor."

Bu cevap bize şunu da öğretiyor diye düşünüyorum arkadaşım: İslamî ilimler sadece usûllerinin-delillerinin karşı konulmazlığına dayanmazlar. Ya? Taşıyıcılarının ahlaklarına da yaslanırlar. Onlara duyulan muhabbetten-hürmetten de medetlenirler. Bu farkediş ister-istemez şu çıkarıma da sürükler bizi: Bu insanlar hakkında haksız şüpheler-imâlar sahibi olduğunuzda delillerinizin bir kanadını da yitirirsiniz. Neden? Cümle deliller en özünde güven üstüne kuruludur çünkü. Hele ki naklî ilimlerde. Naklî ilimlerin aklî ilimlerden bir nüansı da 'deneysel tecrübeye' onlar kadar açık olmamalarıdır. (Vahyi deney tüpüyle sınayamazsınız.) Daha toplayıcı bir ifadeyle şöyle diyelim: Naklî ilimlerin hazinesi öyle zengindir ki aklî ilimlerin çekmecesine sığmaz. Mahiyetçe aşkın olduğundan terazisinde hakkıyla tartılamaz. Bu yüzden seküler aklın zorba makasıyla naklî ilimlere saldıranların ellerinde kumaştan pek azı kalır. Ondan da pek az elbise çıkar.

Mesela: Aklî ilimler şüpheyi-tenkidi 'doğru bilgiye ulaşmanın geçer akçesi' olarak tanımlarlar. Överler. Öğütlerler. Aşılarlar. Bu yüzden ellerine geçen her doneyi 'ilişkilerini ister-istemez mesafeli kılan' bir damgayla damgalarlar. Şüphe ederler. Bu noktada 'fâsıkdan gelen haberin sınanmasını' emreden Kur'an'ın onları 'kendi düzlemlerinde' doğruladığını söyleyebiliriz. Birbirlerine karşı böyle olmakta haklıdırlar. Çünkü fâsıktırlar. Onlara karşı böyle olmakta biz de haklıyızdır. Peki ya kendimize karşı? Peki ya İslamî ilimlerde? Tahkik ehli ulemanın usûle hâkimiyeti onu bu sınanmada koruyabilse de teslimiyetsiz avamın aynı derinliğe sahip olmayışı diniyle ilişkisini tereddüde düşürür.

Ahirzaman fitnesinin sahada bu kadar sonuç alabilmesinin bir nedeni de budur kanaatimce. Bağışıklığı olmayanları da tenkitçilikle aşılamasıdır. Evet. Kabul edelim. Bugün, henüz lise çağındaki gençler dahi, İslamî ilimlerin en kavi delillerini-otoritelerini-umdelerini "Bana öyle gelmiyor..." diyerek eleştirebilmektedirler. Bediüzzaman'ın Lemeat'ta yaptığı şu tesbit bu açıdan ne kadar anlamlıdır: "Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü ettikçe o tâun da tevessü eder." Yani salgının yayılmasının sebebi kendisi değil zeminidir. Öncülleridir. Bünye zaafiyetidir her hastalığı başlatan mikroptan önce. Halbuki tenkit ancak hakperest bir edeple doğru sonuçlara ulaşır. İnsafı bulunmayan tenkitse sadece dalaleti attırır.

15. Söz'ün Zeyli 'bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesi'ni aktarırken şu tuzağa da dikkatimizi çeker: Delilsiz şüphe hatırına varsayılan objektivite, tarafsızlık değil, karşı tarafa geçmektir. Yerinden alıntılayalım: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerinin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." Aynı durum tüm İslamî ilimler için de geçerlidir. Belki günümüzde hadisler hakkında uydurulan şüphelerin ilk basamağı da burasıdır. 'Tenkit parmaklarıyla yoklama' ve 'tereddüt eliyle tenkit etme.' Bu iki taassubu 'meşru bilginin zaruri çerçevesi' kıldığımızda naklî ilimlerin herbir cephesinde kıyametler kopmaktadır. Halbuki yine mürşidim demektedir ki: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." Şimdi düşünelim arkadaşım: Böyle bir yaklaşımın seküler metodolojiyi 'ilmin tek geçer akçesi-akidesi' sayanlara anlatabileceği ne vardır?

Özetle şunu söylemek istiyorum: Bugün 'tenkit kabiliyetinin giderek tevessü ettiği' bir zeminde yaşıyoruz. Ancak zararlarından koruyacak edep, hürmet, insaf, merhamet, tevazu, anlayış, empati, hakperestlik, ilim aynı hızla yayılmıyor. Aksine azalıyor. İçerideki bu kırılma nedeniyle dışımızdaki dalalet de yeni yeni cepheler açıyor-kazanıyor. Yani biz ateizmle, deizmle, modernizmle vs. mücadele ederken aslında sonuçlarla mücadele ediyoruz. Belirtilerle mücadele ediyoruz. Hastalığın kökenine inemiyoruz. Sadece ateş düşürüyoruz. Ağrı kesiyoruz. Kökenine inemediğimiz için de hidayete dönen pek az oluyor. Pekçoğu belirtilerinde kaybettiği savaşı hastalığının hırsıyla sürdürüyor. Yahut yeniden başlatıyor. Bir tenkidi haksız çıkarsa yenisi bulmaya gayret ediyor. Esas kırılma içeride/insanda yani. İtikadî sapmalarsa bu insan kırılmasının neticeleri gibi. Allahu'l-a'lem. Yine mürşidimden bir alıntı yapayım bu sadedde:

"En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. 'Bîtarafane muhakeme' dedikleri şey muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar."

Arkadaşım acaba devletlûlarımız duyarlar mı? Yine de söylemekten geri durmayalım: Ta ilkokuldan çocuklarımıza 'kolayca şüpheye düşmelerinin isabetli olmadığını' öğretmeliyiz. "Şüphe her zaman doğru değildir!" demeliyiz. Direniş aşılamalıyız. Mazilerine bir güven kazanmalılar. Bundan ileride şunu bilmeliler: Hakkında delil olmayan şüpheyle amel etmek zorunda değiliz. Bu bir tür şizofrenidir. Sanrıdır. Deliliktir. Sözgelimi: İmam Buharî rahmetullahi aleyhin 'büyük bir dolandırıcı' olduğuna dair hiçbir delil ulaşmamışsa, aksine 'en güvenilirlerden birisi olduğu' ümmetçe tasdik edilmişse, sırf birisi "Sakın öyle olmasın?" dedi diye inancınızı terkedemezsiniz. 

Müsteşrik tuzağına kapılmamalısınız. Bu saçmalıktır. Akıllılık değil aptallıktır. İmkanatsa sonsuzdur. "Belki şuan Karadeniz yerin dibine batmıştır!" diyene kapılıyor musunuz? Elbette kapılmıyorsunuz. Çünkü delilden neşet etmeyen bir şüphenin kesinlik ifade etmediğini biliyorsunuz. Çünkü imkanat sınırlanamaz. Çünkü ihtimale 'kesin' muamelesi yapılamaz. Öyleyse neden büyükleriniz hakkındaki her ifadeden hemen şüpheye düşüyorsunuz? Bu tarz bir şüphecilikle-mesafeyle ilişkiler dostça kalabilir mi? Mesela: "Elinden her yediğim zehirli olabilir!" diye şüphe edersen eşini sevebilir misin? Peki o seni sever mi? Böylelerinin, bırakın salih ulemayı, bizzat Allah'ın kelamıyla, yani Allah'ın zatıyla emniyetli bir ilişkileri kalır mı? Hak hiç ona 'dostum' der mi? Ne diyelim: el-Hâdî olan Rabbimiz rüşdümüzü bize yeniden ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

29 Mayıs 2018 Salı

Manipülasyon bir gayret katilidir

Bu yazımda sizinle Enfal sûresinin 46. ayeti hakkında konuşmak istiyorum. Meşhurdur. Fakat başlamadan önce kısaca bir mealini alıntılayalım: "Allah'a ve Resulüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin; yoksa yılgınlığa düşersiniz, gücünüz de elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." Bir başka meal versiyonu da şöyle: "Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."

Bu yakınlarda benim bu ayet-i kerimeye bakışımda bir küçük değişiklik oldu. Aslında değişiklik de denmez buna. Bir 'zenginleşme' oldu. Münazarat'ı okurken yaşadığım bir aydınlanma bu. Sadede geleyim. Mürşidime orada soruyorlar ki: "Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kalemiz olan bir şecaat vardır. (...) Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar?" İşte, Bediüzzaman'ın bu soruya verdiği uzunca cevap, aynı zamanda bana mezkûr ayet-i kerimenin farklı bir okumasını daha öğretiyor. Fakat 'farklı'yı öğrenmeden önce 'önce'yi bilmeniz gerek. O zaman biraz ondan bahsedelim:

Ben, bu bahisteki derinliği farkedene kadar, 'kuvvetin elden gitmesi' meselesini 'azlıkla' ilgili görürdüm. Derdim ki içimden: "Eh, tabii, bölününce sayı azalıyor. Sayı azaldıkça da kuvvet azalıyor. Hem cesaret azalıyor. Hem de sonuç almak güçleştiği için yılgınlık oluyor." Elbette bu okuma şekli hatalı değildi. Ancak bir hayli eksiği vardı. Çünkü ihtilafın içimizde meydana getirdiği yıkımı görmüyordu. Meseleyi hemen sayısal/niceliksel zaviyeye çekiyordu. Nitelikteki kaybı ise ıskalıyordu. Oysa ihtilaf öncelikle bir nitelik kaybıydı.

Ne demek istiyorum? Anlatmaya çalışayım: Mü'minler kendi aralarında hırslı bir ihtilafa tutulduklarında sadece kuvvetlerini bölmekle kalmıyorlar. İçsel üretim kuvvetlerini de (tenkid kadarcık olsun) birbirlerine karşı kullanıyorlar. Yani, Cenab-ı Hakkın, salih ameller eylemeleri için varlıklarına nakşettiği kuvve-i şeheviye (menfaatleri elde edebilme kuvveti), kuvve-i gadabiye (zararlardan koruma kuvveti) ve kuvve-i akliyeyi (doğruyu yanlıştan ayırabilme kuvveti) birbirlerine karşı sarfediyorlar. Bu da, tıpkı sürtünen metallerde olduğu gibi, yıpranmaya neden oluyor. Enerjinin yanlışta sarfedilişi doğru yönde sarfedilecek enerjiden de çalıyor.

Sadece bu mu? Değil. En büyük zarara tenkidi/eleştiriyi bir bıçak gibi kullanarak giriyoruz. Mü'minin mü'mine tenkidinin 'dua' gibi olması gerekirken biz onu 'hırs' gibi yapıyoruz. Hırs gibi eleştiriler ise kaderin önünden gitmeye çalışıyorlar. Vakt-i merhunu gelmemiş şeylerin 'olabilecek en kısa sürede' vücuda gelmesi için uğraşıyorlar. Tabir-i caizse üçüncü ayda bebek istiyorlar. Yüz basamağı üç adımda çıkmaya cüret ediyorlar. Onlar bu müfrit yolu takip ettikleri için hem 'sahiplerinin' hem de 'muhataplarının' dünyasında yıkıcı tesirleri oluyor. Yıpratıyor. Yıpranıyor. Çoğu zaman da aksülamel yapıyorlar.

Mürşidimin mezkûr metinde yaptığı bir benzetme var. Hemen alıntılayayım: "Zira, her bir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekàyı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa, ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler."

İşte, bence, biz de kendi adımıza bu tehlikeden korkmalıyız. Neden? Çünkü bu 'delik açılardan' birisi haline pekala gelebiliriz. Nerede? Öncelikle kendi dünyamızda. "Herşeyi elde etmeye çalışan herşeyden mahrum kalır!" kabilinden biz de içimizdeki kuvvetleri salih hedeflere yoğunlaştıramazsak üretimden düşeriz. Bir sabır ve sebat ipine dizemezsek tesbihten oluruz. Rüzgârımız kesilir. Zira gücümüz ancak sebatımızla tesirlidir. Onu yitirirsek etkisizleşiriz.

Manipülasyon bir gayret katilidir. Dikkat dağıtıcıdır. Eleştirecek onlarca, yüzlerce, binlerce şey var âlemde. Fakat her tenkit edişte bizden de bir miktar güç azalmış olmuyor mu? Öfkelenip hakkında konuştuğumuz her kötülükte bir iyilik yapma fırsatını elimizden kaçırmış olmuyor muyuz? Kötülüğün zikri, iyilik yapılmadıktan sonra, onun vücudunu çağırmak gibi değil midir? Öyle ya! Kötülükten bahsetmekle iyi olunmaz. Ancak iyilik yapmakla iyi olunur.

Sosyal medyada her gün kızılacak yüzlerce şey görüyorsunuzdur. Ben de görüyorum. Yanlışlar, yanlışlar, yanlışlar... Onlara nişan almış atarlı twitler. Bütün bunlar bir açıdan bizim dikkatimizi de elimizden alıyor gibi. Yoğunlaşsak başaracağımız birçok harikayı düşlerimizden çekiyor gibi. Dağıtıyor gibi.

Nihayetinde, sosyal medya karşısında aklını geveze etmiş, eleştirdiği şeylerle dahi meşguliyeti bir twitçik olan, ertesi gün ne hakkında twit attığını daha hatırlamayan bireylere dönüşüyoruz.

Tamam. İhtilaf toplumsal gayretimizi öldürüyor. Kabul. Ama ondan önce, ihtilaf, içimizdeki gayreti de öldürüyor. Şahs-ı manevimizi de katlediyor. Hedefsizliğimizin bize yaşattığı şaşkınlık içinde giderek yılgınlığa düşüyoruz. Parçalarımız dağılıyor. Evet, ayet-i kerimeden, kendi içimdeki ihtilafa dair böyle bir ders de aldım ben: Her yola doğru yürümeye çalışan aslında hiçbir yere gitmiyor. Herşey hakkında yorum yapan aslında hiçbirşey bilmiyor. Herşey hakkında konuşan aslında hiçbirşey duyurmuyor. Ve işte, kardeşlik, öncelikle şu 'gayretin iktisadını' sağladığı için kıymetlidir.

28 Ekim 2015 Çarşamba

Sahip olmak mutluluk getirir mi?





"Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ındır. Allah Muhît'tir, herşeyi çepeçevre kuşatmıştır." (Nisâ sûresi, 126)

Onuncu Nota benim Risale metinleri içerisinde en 'gizemli' bulduğum yerlerden birisi. 'Gizemli' derken neyi kastediyorum? Kanaatimce orada nur taliplerine 'gizemin güzelliği' öğretiliyor. Herşeyi kuşatmamız gerekmez. Dünyayı kuşattıklarımızdan/kuşatılabilenlerden ibaret sanmamız bizi gözlerimizin kulu yapar. İnsansa gözden ibaret değildir. Kuşatamadıklarına da açlıkları vardır. Hırsları onu bu yüzden tatmin edemez. Aslında buradaki halim Refet abinin şuradaki hayretine benziyor:

"Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucip oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözler'inizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir."

Bu sözün en canlı şahidi bizler değil miyiz? Yıllardır Risale-i Nur'u okuyoruz, hakkında yazılanları okuyoruz, hatta kendimiz de bir parça yazıyoruz, ama hâlâ yazılması gereken bir yığın şey duruyor. Bazıları ise daha yazılamadan unutuluyor. İşte, bana öyle geliyor ki, bu Onuncu Nota da, tıpkı Refet abinin mezkûr metinde dediği gibi 'istenildiği kadar izah edilebilir.' Kimse de "Bu eserde artık konuşulacak birşey kalmamıştır!" diyemez. Gizemi böyle birşey. Bu gizemin kaynağı ise, bencileyin, bahsettiğinin salt 'olay' değil 'olgu' olması. Yani bir küllî düsturdan haber veriyor olması. Öyle ya. Küllî olana dair neyi konuşsanız bir yanı hep soyut kalır. Donulmaz kalır. Fethedilmez kalır. Kuşatamazsınız. Bitiremezsiniz. Sonuna gelemezsiniz. Her parlayan şeyde yeni bir yüzüyle karşınıza çıkar çünkü. Eşya onun için iletkendir. Şeyler çoğaldıkça o da çoğalır.

Soyut olanı 'maddî olmayan' somut olanı ise 'maddesel olan' diye tarif etmek aslında onları eksik tarif etmektir. Soyut, sadece maddeden mücerret olduğu için değil, her maddede binbir yüzle karşınıza çıkabildiği veya tabir-i diğerle 'tüm yansıtıcılarını aşabildiği' için soyuttur. Sınırları daha az bir vücuddur. Evet. Madde manadan daha çok 'var' değildir. Aslında mana maddeden daha çok vardır. Bu 'daha çok'u kuşatamadığımız için maddenin kolaycılığına saplanırız. Yani madde ötesi olan ondan daha aşağı değil yücedir. Mana maddeden daha yücedir. Bir kelimenin anlamı, anlam olarak varlığını bin yıllarca sürdürebildiği halde, maddesi/lafzı çok libaslar değiştirebilir.

"Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir..."

Manayı bir bedende hapsedemediğiniz için öldüremezsiniz. Manaya yaslananlar daha uzun yaşarlar. Eserleri onların ömürlerini devam ettirir. Bu yüzden, somuta yapılan övgü, soyuttan daha kemalde oluşuna dair bir övgü değil, insanın kavrayışına yakınlığı dolayısıyla yapılmış bir iltifattır. Yani, tabir-i diğerle, somutlaştırma soyutun bir tenezzülüdür.

Ezelî hakikatler kendilerini hayatın içindeki şeylerle bizlere ifade ettiklerinde tenezzül etmiş olurlar. Onları anlamamız için 'inzal sebepleri' verirler. Sonsuzun sınırlılığımıza bir iltifatıdır bu. Bir keremidir. Kur'an'ın beyanının bir tenezzül-i ilahî oluşu buradan daha rahat anlaşılabilir. Allah, Kur'an'ında, bizimle 'bizim anlayacağımız şekilde' konuşmuştur. Bize tenezzül etmesi kelamının aşkınlığına zarar vermez. Kelamullah olma hakkını elinden almaz. Onu, hâşâ, 'beşer işi' yapmaz.

Soyut ile somutun 'bilinişi' de tam bu noktadan dolayı farklılık arzeder. Somut olanı 'kuşatırsınız' ama soyut olanı ancak 'yorumlarsınız.' Hissenizi alır başkasının hissesini bırakırsınız. Büsbütün elegeçirici bir bilişe sahip olamazsınız asla. Kuşatmak bitirmektir çünkü. "Herşey yok olup gidicidir Ona bakan yüzü müstesna!" buyuran Kasas sûresi bize somutun soyuta bakan yüzünün de 'bitirilemeyecek' olduğunu söyler. Evet. Yok olmayan aynı zamanda bitmeyen ve bitirilemeyendir. Zaman kaydına girmeyendir.

Tekrar belirtelim: Soyut hiç anlaşılmayan değil kuşatılamayandır. Onunla kastedilen şey o kadar çok şey olabilir ki bu 'o kadar çok'un sizin zannınızla hapsedilmesi mümkün değildir. Bu yönüyle marifet-i ilahîye dair bir biliş, ancak 'cumhur-u ulemanın kabulüne vabeste bir anlayış' olarak karşımıza çıkar. Fehmimizi bilgiye dönüştüren şey diğer aynaların da yansıttığımıza hak vermesidir. Böylece biçare aynamız kuşatamadığı manzaraya zulmetmemiş olur. Kendisindeki parçayı bütünle karıştırmamış olur.

İnsansınız. Allah'ı (hâşâ) kuşatamazsınız. Ama isimleri ve eserleri üzerinden yorumlarda bulunabilirsiniz. Bu yorumlarla şuunatına dair bir tanıyış elde edebilirsiniz. Ancak en nihayet geleceğiniz nokta Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın duasında dediği gibidir: "Seni hakkıyla bilemedik!" Çünkü Allah'a iman aynı zamanda (Kur'an'ın da buyurduğu gibi) gayba imandır. Sınırlı olanın sonsuzun varlığını ve 'sonuna asla gelemeyeceğini' kabulüdür. Yani marifetullah Allah'ı bilişin asla büsbütün somutçu bir bilişe, yani bir kuşatışa/hapsedişe, dönüşemeyeceğini kabul etmekle başlar. Herkes kendi rengince onu tanır, ama o, bu tanımların/tanımaların hiçbiri 'kadar' değildir. Daha fazlasıdır. Hep daha fazlası kalacaktır. Bitmeyecektir.

"Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Onuncu Nota, bize, somutun medeniyeti olan Batı medeniyetinin ölçülerinden sıyrılıp, bilişi onun bilişine münhasır görmekten kaçınmamızı salık veriyor. Batı ancak pozitivistçe kuşatabildiğine, hedonistçe tadabildiğine, materyalistçe dokunabildiğine veya sofistçe inkâr edebildiğine iman ediyor. Kuşatamadığını görmezden geliyor. Allah onun için 'laboratuvara sokulup isbat edilecek birşey olmadığından' mantıksız.

Göremediği bir ilaha tapmaktaki çekingenliği, bunu büsbütün bir inkârcılıkla yapıyor olsa da, aslında ehl-i şirkin yaptığından pek farklı değil. Somutçuluk yapıyor. Somut olanı üstün sanıyor. 'Tenkit parmağıyla yoklamaya ve tereddüt eliyle tenkit etmeye' alışmış. Tutmak istiyor, sarmak istiyor, kuşatmak istiyor. Elini nura uzatıyor. Fakat bilmiyor ki: Sonsuz olan sınırlı olanda hapsolamaz. Allah'ın marifetine dair bilişler öyle kuşatışlar değildir. Görürsün, hissedersin, ama tutamazsın, hapsedemezsin.

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. (...) O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez. İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. (...) Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz. Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. (...) Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Arkadaşım, eğer 'ben'ini modern medeniyetin inşa ettiği 'ben'lerden uzaklaştırmak istiyorsan, belki de ilk kabul etmen gereken şeyler: Sonsuza bakabilir bir sonlu olduğun. Sezebileceğin ama sonuna gelemeyeceğin. Bunlar da seni 'herşeyin sahibi olma' hırsından 'birşeylerin parçası olma' rahatlığına götürecek. Kalbinde bu huzuru elde ettikten sonra hayatını/hayatları pencerelerden seyredeceksin. İçlerine girmeyeceksin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...