Çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

10 Kasım 2022 Perşembe

Allah varsa savaşlar neden var?

Nietzsche'nin kulakları çınlasın. Cemil Meriç merhumun Kültürden İrfana'da naklettiğine göre, Izoulet, Thomas Carlyle'ın Kahramanlar'ının Fransızca tercümesine yazdığı önsözde şöyle demiş: "Güneş tutulunca yabaniler 'Işık öldü' diye dövünürlermiş. Biz medeniler ellerimizi göğe kaldırarak çığlığı basıyoruz: 'Tanrı öldü!' Biz, yabaninin afallayışına nasıl gülüyorsak, gelecek nesiller de bize öyle gülecek."

Müslümanın varlık algısında 'hikmet' herşeyin rengini değiştirebilen bir tamamlayıcıdır. Sözgelimi: Çirkinin güzelliği hikmetindedir. (Çirkinlik hikmetliyse güzeldir.) Güzelin çirkinliğiyse hikmetsizliğinde görünür. (Güzellik hikmetsizse çirkindir.) Hikmetlerin en aziziyse bekadır. ('Sonsuzluğa dairlik'tir.) Amacın derinliği ıskalandığında sûretler yalancılaşır. Aldatır. Cehennemler cennet maskesini takar. Cennetler cehennem iftirasıyla yaftalanır. Yüzeydeki bu imtihanı geçebilmenin sırrı hakikat boyutuna uyanmaktadır. Birşey eğer hikmetliyse zamanın müfessirliğinden geçer. Birşey eğer hikmetliyse zekanın da müfessirliğinden geçer. Ona herhangi bir kısagörüşlü çirkinlik yakıştırılmışsa 'neticesi itibariyle' bu oyunu bozabileceğini ortaya koyar. Kabul ettirir. Zaten mürşidim de demiştir: "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona 'hüsn-ü bizzat' denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona 'hüsn-ü bilgayr' denilir." 

Yılanın sûretindeki soğukluk onda çirkinlik değildir. Çünkü hikmetlidir. Aslanın duruşundaki şiddet varlığının parçasıdır. Çünkü lazımıdır. Herşey çiçek olamaz. Herşey diken de saramaz. Cemalden celale, cemalden celale, bu geçişlerde kimin hükmünün geçerli olduğunu hikmet söyler. İşte, biraz da bu yüzden, hikmetlerine vâkıf olunduğunda, ayrılık-gayrılık kalmamaya başlar. Allah dostlarına "Kahrın da hoş, lütfun da!" dedirten makam bu makamdır. Hikmeti okunur olduğunda çirkinlik güzelliğe dönüşür. Hikmetsizliği görüldüğünde güzellik çirkinliğe kalbolur. Ayraç okumaktır.

Mü'min şahitliğini böyle kavrar: Varlık Allah'ın aynısı değildir. Aynasıdır. O yalnızca tecellidir. Birşey aynılıktan tecelliye düştüğünde artık 'birebirlik' aranmaz olur onda. Ya? Tecelli yalnızca işaret eder. 'Birazcık' öğretir. 'Azıcık' gösterir. (Gölgesi kendisi olamaz.) O nedenle biz, Allah'ın kusursuzluğundan bahsettiğimizde, varlıktaki kusursuzlukla aynı şeyi kastetmeyiz. Allah'ta, hâşâ, çirkinliğin zerresi yoktur. Bulunmaz. Bulunamaz. Bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz Cemal sahibi hiçbir şekilde cemalinden acze düşmez. Hiçbir şekilde acze düşmemesiyle cemali kemal olur. Yanıltmaz. Şaşırtmaz. Başka türlü görünmez. Kusur arız olmaz. Fakat yarattıkları sûretlerinde, gözlerimize kısıtlanan sûretlerinde, çünkü gördüğümüz de gözümüze kısıtlanmıştır arkadaşım, çirkin seçilebilir. (Miyop olan da her manzarayı bulanık seçmez mi?) Eşyanın kusursuzluğu görüşümüzle sınırlanan pencerelerde asla çirkinliğe düşmemesiyle sınanmaz. Ya? Şeylerin kusursuzluğu okunan her karesinin hikmetli oluşundadır. Çirkin olanın çirkinliği hikmetliyse güzeldir. Güzel olanın güzelliği hikmetsizse çirkindir. Acı şifaysa tatlıdır. Tatlı zehirse acıdır. Allah'ın kusursuzluğu ise nazara gelmez. Denî nazarlara gelmeyende kısıtlanmadan söz de edilemez. Elbette Hak Subhanehu masivasının kusurlarından beridir. Yani arkadaşım, Allah hiçbir zaman çirkin olmaz, çünkü ilahlığın nihayetsiz kemaline, o kemaldeki şanına çirkinlik yakışmaz. Fakat eşya kısıtlılığından dolayı evvelemirde şaşırtabilir. Hatta sarsabilir. Duvarı aşmak derinlik gerektirir.

"Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor." Musa aleyhisselamla aynı beşerî 'kaldıramazlık' çerçevesine sahibiz. Allah'ın kemal-i Zâtını kuşatmamızın imkansızlığından kısıtlılığımız içinde marifetine yol alıyoruz. Eşya da Allah'ı bize kısıtlılığımız içinde öğretiyor. Gözümüzün gücü her çirkinin güzelliğini görmeye yetmiyor. O yüzden Hakîm ismine ikinci bir nazar atıyoruz. el-Hakîm körlüğümüze üçüncü bir göz oluyor. er-Rahman ve er-Rahîm el-Hakîm'den sonra müderrisliğe başlıyor.

Tam da bu yüzden "Allah varsa savaşlar neden var?" diye soran ateist klişesi bizim için anlamsızdır. Çünkü Allah'ın varlığı masivasında çirkinlik bulunmamasını gerektirmez. Çirkinliğin bir/binler anlamı olması yeterlidir. Eğer çirkinliğin hikmeti varsa o artık güzeldir. Sûretindeki farklılık bizi şaşırtmaz. Eşya Allah'ın bizzat kendisi değildir ki onda başkalık bulunmasın! Ayrımdaki rahatlığımızla, yani gölgenin/tecellinin Zât-ı Kudretin kendisi olmağa zorlanmayacağıyla, her engeli aşarız. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şerir şeyler de halketmiştir. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şeyleri çirkin de göstermiştir. Ancak anlamları evvellerindeki yaraları tedavi eder. Hikmetli eksiklik noksan olmaz.  

İstersen, bu girizgâh ile, Hac sûresinin 40. ayetine bakalım. Dersimizi bir de ondan alalım. İşte kısa bir mealiyle buyruluyor: "Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirlerinin eliyle savuşturmasaydı, manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler—ki buralarda Allah'ın adı çok anılır—yıkılıp giderdi." Evet. Stefan Zweig de Günlükler'inde Dünya Savaşı'nın toplum üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: "Herşey bir son bulsun diye, inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor, bu hedefe yöneliyor..." Buna benzer tesbitlere başka eserlerde de rastladım. Ortak parıltı sanki şu idi: Savaş imanı zayıflayan toplumları tekrar Allah'a doğru yönlendirmeye yarıyor. Onunla görünen celal tecellisiyle acziyetlerini yeniden farkediyorlar. "Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak gördükçe!" sırrı mana-i muhalifi ile zâhir oluyor. İnsanın azgınlığı geçiyor. Çünkü ihtiyaçlarını görüyor.

Hatta, Bediüzzaman da bir yerde, II. Dünya Harbi'nden böyle bahsetmez mi: "Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."

Artık, Hac sûresinde buyrulan hikmeti, bu yamacından da temaşa edebiliriz sanki: Evet. Cenab-ı Hak birbirimizin eliyle birçok kötülüğü savuşturuyor. Bir kısmımızı diğerimize hikmetle musallat ediyor. Yine bir kısmımızın zararını diğerimize defettiriyor. Bazen bunu savaşlar sûretinde seyrediyoruz. Üzülüyoruz. Ancak yine bu savaşlar sayesinde ki, insanlar, özlerindeki kötülüğü, eksikliği, acizliği, hataları, fakirliği vs.'yi de farkediyorlar. Müstağniyet sanrısından gelen bozulmalardan fıtratlarını bir nebze kurtarıyorlar. Böylece manastırlar, havralar, kiliseler, mescidler, yani Allah'ın adının anıldığı yerler, dinin hayata dahil olduğu yerler, yıkılıp gitmiyor. Cihad mü'minlerin ibadet mekanlarını zalimlerden koruduğu gibi, savaşlar da, çok daha geniş bir resimde, insanlığın dinle olan bağının/ihtiyacının kopmamasını sağlıyor.

Şimdi sûreti sana çirkin görünen herşeye bu pencereden bakabilirsin arkadaşım. "Evet, bu cûd-u icad, Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir."  Bir gelincik yalnızken sana ne kadar güzel görünür. Koca bir gelincik tarlasının karşısındayken ne kadar hayretle irkilirsin. Belki çirkin sandığın her celalî şey de böylesi bir cemal örgüsünün korkusudur. Yok, hatta aslında korkmuyorsun, yalnızca bu kadar cemali birden kaldıramıyorsun. Kaldıramadığın cemal, kısıtlılığından ötürü, celal görünüyor. Halbuki hepsi güzellikten yapılıyor. Hikmetlice güzel olmuyorsan çirkinleşiyorsun. Günahın güzelliği burada yalan oluyor. Musibetin çirkinliği burada güzele dönüşüyor. Sanki sonsuzlaşan güzelleşiyor da.


7 Ekim 2019 Pazartesi

Sevilmenin de bir bedeli vardır

Coetzee Yavaş Adam'ında der ki: "Sevilmenin de bir bedeli vardır, tamamen vicdansız değilsek." Bu cümleyi okuduğumdan beri 'sevilmenin bedelini' düşünüyorum. Sonra hafızam yine mürşidimin cümlelerini getirip avucuma koyuyor: "Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni'ine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?" Bu sorgulamada Coetzee'nin cümlesini iki farklı yönden okuyorum. Bunlardan birincisi Zülcemal'in kendisini sevdirişini hatırlatıyor.

Nereden başlasam? Bu sevgiye dair okumalar katman katman. Tanımı gereği hiçbirşeye muhtaç olmayan bir ilahın (ilah zaten ancak böyle olur) yaratışı dahi bir sevginin ifadesidir. O, hâşâ, yaratmaya muhtaç olduğu için değil, lütfetmek kemalinin parçası olduğu için yaratır. Mahlukatı da bu hikmetle yaratmıştır. Onlara varolmayı, hiç borçlu olmadığı halde, kereminden tattırmıştır. Sonra? Sonrası ilave olan nakışları. Bir düşünsene arkadaşım: Varolan hiçbirşey bu kadar güzel olmaya muhtaç değil aslında.

Çam ağacına yaşatmak için kozalağı yeterken şeftaliye neden yetmiyor? Neden üzerine görünüşü-kokusu-tadı ayrı ayrı hoş, ayrı ayrı can çeker, ayrı ayrı tebessüm eder giysiler giydiriliyor? Dikenler tohumlarını yaymaktan aciz değilken; hatta bağı-bahçeyi, dağı-vadiyi dolanmada en başarılı bitkilerden birisi iken diken, gül neden bu kadar zahmetle güzelleşmeyi seçiyor? Ona yeten buna neden yetmiyor? Neden ziyadeleşiyor? Bu yetmeyişlerden de bir süsleme seçilmez mi? Bu süslemelerden bir kerem sezilmez mi? Bu keremde bir sevginin nakışları yok mudur? Ona bakıp sevildiğini anlasan çok mudur?

Her sabah kapında bir demet çiçek bulsan 'gizli bir sevdiğin' olduğuna kesinkes iman edersin. Fakat her bahar, hiç mecbur olmadıkları halde, türlü türlü süslenip gelmiş, hem de buketlere sığmaz çiçekleri görüyor da sana bir sevgi duyulduğuna ihtimal vermiyorsun. "Sevilmesem seveceklerim olmazdı!" diyemiyorsun. Çünkü görmemeyi alışkanlık edindin. Bedel korkusu gözlerini kör etti. Başka tarafa bakmaktan görüşün köreldi. Bir kem alışkanlığı kırmak inatçı bir farkındalığa sahip olmakla mümkündür. Buna çalışmalısın.

Sadece bu mu? Değil elbette. Farkedilenler kadar farketmek de bir nimet. Hatta farkedebilme yeteneği farkedilenlerden önceki nimet. Koku alma duyun kokulardan önce bağışlanmış bir hediye. Leyla'dan önce kalbinde Mecnun'luk istidadı yaratıldı. Bu da bir sevgi ifadesi. Bu da bir iltifat. Eğer vicdansız değilsen bunun da sana yüklediği bir bedel var. Teşekkür etmek insaniyetinin bir parçasıdır. İnsanı hayvandan ayırır. Hayvanlar teşekkür etmez. Sen, velev ki dilegelmesin, yüreğinde buna ihtiyaç hissedersin. Çünkü vicdan denilen zişuur fıtratın 'yaratılışının bunun üzerine olduğunu' sezer. İnsan teşekkür eder çünkü 'sevilmenin de bedel istediğini' bilir. Bu yüzden belki de kişioğlu/kızı bedel ödemek istemediklerinin sevgisinden rahatsız olur. Her güzel sevmediğinin nazarından sıkılır. Kaçar. Aslında karşılığından kaçar.

Bu meselenin birinci tarafıydı. İkincisini de söz verdik. Onu da konuşalım: İşte insan da bu kadar 'sevilme farkındalığı' ile dolunca Allah'ını sevmeden yapamıyor. Öyle-böyle kalbinde kime edeceğini şaşırdığı bir teşekkür hissi ile doluyor. Peki bizim bu sevişimizin de Cenab-ı Hakkın Rahmet arşına dokunur bir yanı yok mu? Sen aciz bir beşerken sevgiye karşılık vermek gerektiğini bilirsin. Kudreti herşeye yeten Mevlan bunu bilmez mi? Senin yapılmakla kemal bulunduğunu sezdiğin şeyi, yani sevgiye karşılık vermeyi, sevilmenin bedelini ödemeyi, değil mecburiyeti olmadan ama kemalinin gereği olarak, yerine getirmez mi? Bunu anladınsa, gözün aydın, kalbinden cennete yolu araladın. Çünkü mürşidim de metnini devamında şöyle diyor:

"Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir. Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekàda ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ."

Arkadaşım, formül basit aslında, aklında tutman gereken sadece birkaç cümle var: 1) Sevilmenin de bir karşılığı var. 2) Sen sevilmenin kadr u kıymetini bilmekte Allah'ı geçemezsin. 3) Hem karşılığını vermede de Allah'tan ileriye gidemezsin. Bir fincan kahveye kırk yıl hatır biçen aklın şuna da uyanmalı: Rabb-i Rahim bizim sınırlarımızdan yücedir. Dilerse, ki vaadetmiştir, onu andığımız bir ömre karşılık sonsuzluk verebilir. Bizim fincan hesabına hapı yutturabilir. Onun için ahireti yaratmak senin için teşekkür etmekten daha güç değildir. Üstelik kahveyi yine sen içeceksin. Yalnız zikri-fikri-şükrü unutma.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Güneş neden eksilmez?

"Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman sûresi, 28)

Güneşten birşey eksilmez onu tüm çiçekler sevse. Bu bir nuraniyet sırrıdır. Mürşidimin ders verdiği şekilde: Nasıl ki, binler aynalar tek bir ayna gibidir güneş için, onu yormaz. Sevilmek de sevileni, aynı şekilde, yormaz. Bir ayna ne kadar zahmetse güneş için (ki hiç zahmeti yoktur) binlerce ayna da o kadar zahmettir. Maşukunda ışık gibi varolan, ona yük olmadığı gibi, onu da yüklenmez. Ne kadar çok insanı, canlıyı, mahlukatı severseniz sevin. Onların kalbinize ayrı ayrı yükü yoktur. Ve ne kadar çok insan, canlı, mahlukat tarafından sevilirseniz sevilin, onların da ayrı ayrı cemalinize yükü yoktur.

İşte tam da bu noktada sevgi ile nur birbirine yaklaşıyor. Âşık ile yâri arasındaki ilişki, ayna ile güneşin ilişkisi gibi. Peki sevgi ne burada? Sevgi de Şems-i Sermed'den bir nur. Fakat bu nur ism-i Nur'dan gelmiyor. Bunun kaynağı ism-i Vedûd.

Her ismin bir nuru var bence. Yahut da şöyle demeli: el-Esmaü'l-Hüsna'dan her ismin bizimle hukuku nur gibi. Binbir ışık geçiyor üzerimizden. (Fakat burada şunu hatırlatalım: Işık vs. ancak kusurlu bir misaldir ism-i Nur'u anlamaya.) Bu önemli. Şeylerle nur gibi muhatap olmak cisim gibi muhatap olmaya benzemez. Nur gibi muhatap olanlar yük almadıkları gibi yük de olmazlar. Cisim gibi muhatap olduklarınız size yük oldukları gibi siz de onlara yük olursunuz. Fakire sadaka verdiğinizde sadaka cebinizde yük olmaz. Ama sonsuza dek sizin olur. Birisinden para çaldığınızda para yine de sizin olmaz. Ama cebinizde yük olur.

İnsan, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olmasını ve aynı zamanda nihayetsiz uzak olmasını kendi cismaniyetiyle/sınırlarıyla anlayamıyor. Cisim gibi muhatap olduğu için herşeyle, ötesinde bir muhatabiyet nasıl olur, kavrayamıyor. Bence kalbimize bırakılmış duygular ve bedenimize bırakılmış duyular arasındaki fark bu noktada da öğreticidir. Duyulandıkları sınırlıdır insanın. Peki ya duygulandıkları? Duyular varlığından haberdar olmak için birşeyin cismine bir şekilde temas etmeye (veya cisimden gelen birşeylere temas etmeye) muhtaç olurlar. Duygular da böyle midir?

Duygular varlığından haberdar olsalar yeter. Her sevenimizin hatırındayız ve her sevdiğimiz hatırımızda. Ölümleri bile birşeyi değiştirmiyor. Masallarda çok rastlanır: Bir genç, uzak diyarlarda bir güzelin varlığından haberdar olur. Yüzünü görmemiştir. Sesini işitmemiştir. Ama bir şekilde varlığından haberdar ederler onu. Bu haberdar oluş duygulanmaya yeter. Gaybî bir aşk yaşanır. Buna 'masal' mı diyorsun? Öyleyse sana cenneti özleten ne? Cennetten öte Cemalullahı isteten ne? Oraya duyduğun hasret duyularla mı açıklanır yoksa duygularla mı?

Duyular-duygular meselesinde akıl-kalp düzlemine geçelim. Belki güzel birşey diyeceğim. Kalbin akla bir üstünlüğünü de buradan anlayabiliriz. Akıl, birşeyin varlığına inanmak için delilleri hep yanında/hatırında taşımak zorundadır. Kalp buna muhtaç olmaz. Haberdar olsa yeter. İhtimal verse yeter. Çünkü ona açtır. Çünkü ona muhtaçtır. Çünkü ona taraftardır. Bütün bu zayıflıkları inandığı şeyin arkasındaki güce dönüşür. Lemeat'ta "İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman. Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan. Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman. Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-i iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman..." derken mürşidim biraz da dikkatimizi çektiği budur.

Anlatılır ki: Sultan, Mecnun'un dillere destan sevdasını duyup da Leyla ile onları buluşturmak isteyince önce Mecnun'u buldurur, sonra Leyla'yı. Nihayet bir mecliste ikisini birden görünce Mecnun'a eğilip der: "Bu kara kuru kız için miydi bütün bu yangın?" Mecnun ona şöyle cevap verir: "Onu benim gözlerimden görmelisin!" Bu hikaye bize birşey öğretiyor: Biz birşeyi kalbimize soktuğumuz zaman aynı zamanda ona belli ölçülerde taraftar oluruz. İman taraftarlıktır. Taraftarlığın artısı ne? Önce ona hak vermeye çalışırız. Önce onu savunuruz. Önce ona delil ararız. Önce ona sığınırız. Önce onu kayırırız. Yani diğerlerinden ayırırız. Bu, güzelliği haber verilene aşkımız gibidir. İştiyakımız tereddütlerimize kalkan olur. Şeytan vesvese verse, şeytana değil, şeytandan kaçarız.

Mutasavvıfların aşkta buldukları kemali imanın-muhabbetle ve taraftarlıkla ilgisi üzerinden okuyabiliriz. Âşık, âşık olduğunun aksine inanmak istemez. Muhabbetin gözü kusura kör olduğu gibi vesveseye de kördür. Bu şu şarkıda söylendiği gibidir biraz: "Çok âşığın var diyorlar. 'Yalan' de. Yeter bana." Kelamında yalan olmayan yâre imanmaya yatkınlıktır imanımızın selabeti. İman etmek 2x2:4 ederden öte birşeydir. 2x2'inin 4 etmesine kendi içinde de bir şahit ve arzu bulmaktır. O şahiti ve arzuyu bulduktan sonra sana 2x2'nin 5 veya 3 ettiği yönünde gelen her demagojik argüman kalbindeki 'taraftarlığa' toslar.
"Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır."
Hakka tarafgir olmak onda sebatı netice verir. Sebat tefekkürü tetikler. Tefekkür şüpheye karşı delil üretir. Delil vehmi süpürür. Eğer iman salt aklın işi olsaydı, aklımıza gelen her vesvesede imanımız da tehlikeye düşerdi. Fakat hayır, vesvese ancak bizi diri tutar ve 'akıl süpürgesini' ve 'bekçi-i imanı' harekete geçirir. O şüphenin içimizde büyüye büyüye kalbe tesir etmesini önlemek için vardır akıl ve fikir. Bizzat imanın yatağı olmak için değil. Tek kaynağı olmak için değil. Hadis-i şerifte övülen 'kocakarı imanını' biraz da böyle anlayabilirsin.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Çiçek güneşe nasıl yaklaşır?

Çağrışımları çok olumlu değil. Fakat tanıdık gelmesinden dolayı kullanmaktan çekinmeyeceğim: Allah 'sıradanlıklarla/hep olagelenlerle' bize birşey öğretir. 'Sıradışılıklarla/bazen olanlarla' başka birşey öğretir. Kanunlarla birşey öğretir. Şuzuzat-ı Kanuniye ile başka birşey öğretir. Bu noktada insanın fiiler üzerinden tesbit ettiği farklılık, zıtlık veya beraber olmazlık, failin zatında da böylesi farklılıklar olmasını gerektirmez. Çünkü büyük resme bakarken herşey değişir. Bir bütünün parçası olan şeyler, velev zıtlık gibi görünsünler, aslında devamlı bir düzenin içinde yeralmakla bize şunu öğretirler: Failimiz aynıdır.

Bazen zıt zıttının tamamlayıcısıdır. Hatta zıtlığın iki kutbu aynı amacın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Tıpkı 'özlem' ve 'vuslat' gibi. (Özlemsiz vuslat lezzetsiz. Vuslatsız özlem kahredicidir.) Fakat âlemi parçaları üzerinden okuyanın gözünde zıtlıkların tamamı kavga sebebi, hayatın kendisi mücadele, dolayısıyla da varlık 'anlaşmazlığın tezahürü'dür. Teolojisi de bu yüzden şirkten hali kalamaz. Aynı âleme tevhid ile bakmakta olan mü'minin nazarında ise zıtlıklar birbirlerine güzellik katmak için yaratılmış parçalardır. Tabloda hem beyaz hem siyah olabilir. Hem kırmızı hem sarı bulunabilir. Bütünlüğe bakmayı aklında tutanlar için farklılıklar ancak katkıdır. Çünkü her ne olsa bir yanıyla bütüne dairdir.

Bütüncül bakanlar için kelimelerin karşılığı da değişiyor. Oyunbozanlık ortadan kalkıyor. Onlar için sıradışılar 'bütünbozanlar' değil. Cümle bir anlam ifade ettiğine göre harflerin herbirisinin durduğu yerde bir hikmeti var. Ne kadar alışılmadık olurlarsa olsunlar. Bütünü anlamlı olan parçalar anlamsız olamazlar.

İşte, Allah'ın, 'hep öyle yapmak zorunda' olmadığını, 'bazen öyle bazen böyle' yapabildiğini bu sıradışılıklar vasıtasıyla anlayabiliyoruz biz. İradesinin kudretinden farkını uğradığımız şoklarla seziyoruz. Hayretimizle ayırıyoruz.

Dualarımızın her defasında gerçeğe dönüştüğünü düşünün mesela. Bunu sağlayan kudretin, nereye kadar Onun, nereye kadar bizim olduğunu nasıl ayırabilirdik? Her istediğimizin yerine getirildiği bir âlemde 'bize ait olan' ile 'Allah'ın mülkü olanın' sınırları karışırdı. 'Ol!' emretmesiyle olduruverenin kim olduğu netleştirilemezdi. Öyle ya! Dileklerimizin yaratışımız olmadığını her istediğimizin elimize geçmemesiyle anlayabiliriz ancak. Aralarındaki mesafenin açılmasıyla tanırız. Yoksunluğumuz asıl failin kim olduğunu öğretir. Yani arkadaşım, biz, Allah'ın Allah olduğunu kabul edilmeyen dualarımızla da anlarız.

İşte, sıradışılık dediğimiz şeyin, kabul edilmeyen dualarımız gibi, yapabilme gücünü Allah'a teslim eden bir yanı var. İnsanın 'hep öyle olan şeyler' için fail farkındalığı oluşturması kolay birşey değil. Determinist bir âlem algısına kapılması mümkün. Zorunluluk sanması kabil. Aksinin mümkün olmadığını düşünmesi tabii. Fakat, her vakit gözümüz önünde gerçekleşen sıradışılıklar, bizi Allah'ın iradesini farketmeye adım adım yaklaştırıyor. Tokat tokat uyarıyor.

Zaten kulun Allah'a yaklaşması maddi mesafeler aşmakla değildir. Allah, hâşâ, maddeden değildir ve mekanla kayıtlı da değildir. Marifetine yeni pencereler açmakladır Ona yaklaşmak. Daha çok teveccüh etmekledir. Çiçek güneşe ancak böyle yaklaşır. Hak Subhanehu ve Teala dünyevi gözlerimize sığmaz. Fakat sonsuzun anlamı insanın uhrevi kalbine sığar. Çünkü kalb bir ayna gibidir. Bütünün bütün detaylarını kuşatamaz ama hakkında fikir sahibi olma yetisine sahiptir. Evet. Sezgi biraz buna da bakıyor. Yani kuşatılamayanın bilinmesi...

Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı: Allah'ın esması olarak okuduğumuz veya sıfatı, şe'ni olarak tarif ettiğimiz şeylerin de ancak şuzuzat sayesinde görülebilir olmasıdır. Allah, eğer seçim yapabilen bir iradeye sahip olmasaydı, Zat'ının esması, sıfatları ve şe'ni hakkında nasıl marifet sahibi olabilirdik? Öyle ya! Fiileri yaratmasında iradesiyle bir seçim yapmasından ve o seçimin niteliği hakkında bir tefekkürden biz marifet-i ilahîye sahibi oluyoruz. "Şu, şu, şu seçenekler de vardı ama hep bunu seçti. Demek ki Allah bunu seçen, böyle seçmek sıfatı olan, bunu seçmeyi seven bir Allah. Böyle bir Allah..." diyebiliyoruz. Yani: İradesinin varlığını bilmemiz fiilerinden şuunatına kadar uzanan bir okuma yapabilmemizi sağlıyor. Yaratışını 'zatındaki kemalden gelen bir kasıtla' süslenmiş kılıyor.

Şunu da söyleyip bitireyim arkadaşım: Bence biz Ramazan'da kainattan aldığımız bu sıradışılık dersine kendi irademizle de dahil oluyoruz. Tabir-i caizse kendi sıradanlığımızı oruçla bozuyoruz. Bu iradeli bozuşla, her zaman öyle olmak zorunda olmadığımızı görüp alışkanlıkların köleliğinden kurtulduğumuz gibi, determinist âlem algısından da sıyrılıyoruz. Ve bu iradeli sıradışılık deneyimi âlemdeki sıradışılıklara daha uyanık hale getiriyor bizi. Birşeyleri değiştirebileceğimizi hissettiriyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:

"Mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Abartı bulma sözlerimi. Buna dair her oruçlunun anlatacağı birşeyler vardır. Ramazan, pekçok insan için, bir/birçok kötü alışkanlığın terki zamanıdır. Değişim zamanıdır. Başkalaşım zamanıdır. Kendi adıma konuşayım: Namaza bir Ramazan ayında başladığımı söyleyebilirim. Ve yine, yaşadığım her Ramazanın, duyarlılığıma birşeyler kattığını ilave edebilirim. Nihayetinde söylemek istediğim şu ki: İnsanî yanımızın hayvanî yanımıza galip gelişi, bir açıdan da, o hayvanî alışkanlıkları iradeli yoksunluklarla terbiye etmekte yatıyor. Seçilmiş sıradışılıklar hem âleme hem bize zenginlikler katıyor. Ve belki bu yüzden, beşerin binlerce yıllık ömründe yaşadığı en sıradışı şeyler, peygamberlerin zamanında yaşanıyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...