ışık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ışık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mart 2017 Çarşamba

Latifleşme çabaları...

Mürşidimin dikkatlerimizi tekrar be tekrar çektiği 'acz ve fakrın makbul bir şefaatçi haline gelmesi' hâdisesi aslında hepimizin şahidi olduğumuz birşey. Çünkü hepimiz varlığa baktığımızda görüyoruz ki: Acizleşmek aslında kuvvetlenmek. Nasıl? Aciz canlıların sahip olduğu yetenekler bize bunu öğretiyor. Biz arıdan zekiyiz, ama arı, bizim modern kimya bilgisiyle dahi başaramadığımız bir balı yapıyor. Biz güvercinden daha kurnazız, ama güvercin, bizim evimizi bulamayacağımız mesafelerden rahatlıkla yuvasını buluyor. Biz ağaçtan daha hareketliyiz, ama ağaç, beslenmek için her sabah işe gitmeye mecbur olmuyor. İktidarla güç ve rahatın doğru orantılı olduğu üzerine kurduğumuz mantık, iş böyle canlılara geldiğinde, hapı yutuyor. Daha aciz olan daha tılsımlı işler başarıyor.

Hem sadece canlılarda mı hapı yutuyor? Hayır. Fazlası var. Maddî olarak latifleşen şeyler kesiflerden daha üst bir boyutta işler yapabiliyorlar. Işık, cisim olarak bir taştan daha latifken, bir taşın başaramayacağı hızda ve harikalıkta işler yapabiliyor. Hava, sudan daha ele gelmez bir haldeyken, ses ve ışık gibi şeylerin iletkenliğinde daha üst bir konuma yükselebiliyor. İnternete yüklediğiniz elektrik letafetinde bir bilgi bir kitapta saklı kalan katı varlığından daha hızlı yayılabiliyor. Bütün bunların verdiği ders ise şu: Kesif olmak 'daha çok varolmak' demek değil. Daha yoğun bir şekilde varolmanız 'daha üst bir düzeyde varolmanız' anlamına gelmiyor. Bir şairin, şiirlerine binen düşünsel varlığı, o şairin bedeninden daha hızlı dünyayı dolaşabiliyor.

Bu farkındalıktan sonra, insanın, cevabı eşliğinde hayatını şekillendireceği soru şu: Varolmam için 'varolmam' gerekir mi? Biraz daha açalım: Varolmam için 'kendim olmam' gerekir mi? Buradaki 'kendilik' ifadesini 'kesafetimizi arttıran sınırlar' anlamında kullanıyorum. (Yoğunluk/kesafet de birim başına düşen daha çok kendilik miktarı değil midir?) Ve hakikaten de insanın 'kendim' dediği şeyi tarifi 'ötekisine' çizdiği sınırlar üzerinden şekilleniyor. Bu sınırları keskinleştirdikçe ve çoğalttıkça daha çok 'kendi' olduğumuzu sanıyoruz biz.

Kendiliğimiz belirginleştikçe kesafetimiz/yoğunluğumuz da artıyor gibi geliyor. Tüm asabiyetlerin çıkış noktası burası. "Beni ötekimden ayıran çizgiler belirginleştikçe ben daha çok ben olurum. Ben daha çok ben olursam hem daha çok varolurum." Bu inanış, bizim, nefsî düzeyde tanımladığımız varlık alanı. Zira nefis, parçası olduğu bütünün değil, bilincinde olduğu parçasının menfaatleri üzerine yaşar. Cebindeki parayı insanlığın ihtiyacına sarfetmektense ihtiyacına harcamayı önemser. Bu, parçanın, varlığını koruması için bağışlanmış bir yetenektir. Şeriat dairesinde kaldığı sürece hikmetlidir.

Bu noktada mürşidimin "Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun..." demekle neyi kastettiğine de yaklaşıyoruz. Hayvanlık varolanın kendi parçası adına yaşamasıdır. Kendi parçası adına yaşayanın ancak kendisi kadar bulabildiği varlık yerine, kalp ve ruh farkındalığında, ötesiyle anlam arayan insanın hayatını seçmeliyiz. Biz kalbimizin veya ruhumuzun varlığını en çok neyle hissediyoruz? Bizi, ötekimiz ile ilgili, onun için duygulanır hale getirmesinden değil mi? 'Kalpsiz!' dediğimiz insanların şikayetçi olduğumuz yanları, aslında hissediş yoksunluğu, yani öteye ilgisizlik, ötesi için menfaatleri dışında bir telaş hissetmeme değil mi?

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder."

Burada şu ayrımın da altını çizmeliyim: Birşeyle menfaatlerimiz için ilgilenmemiz aslında onunla ilgilenmek sayılmaz. Onunla dolayısıyla ilgilenmiş oluruz. Asıl ilgilendiğimiz kendimizdir. Varlığı devam etmesi gereken kendimizdir. Çıkarları korunması gereken kendimizdir. Başkalarıyla hakiki ilgilenmek şefkatle başlayan bir yolculuktur. O zaman ötekimizin varlığına kendi varlığımızdan daha fazla ilgili ve taraftar oluruz. "Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!" diyen sahabe efendilerimiz bize en çok bunu ders veriyorlar.

İnsanın annesi ve babası zahiren varlığının kaynağıdır. Fakat Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığı kalp ve ruhun derece-i hayatında öyle bir varlık alanı daha açar ki, maddi ve bedeni varlığımız o düzlemde detaylaşır, 'olmasa da olur' noktasına gelir. Bitirirken baştaki vurguya geri dönelim: Kesif bir şekilde varolmak 'daha çok varolmak' demek değildir. Zayıf bir şekilde varolanların gösterdikleri harikalar bize asıl varlığın bizden daha büyük birşey için latifleşmekle olabileceğini öğretiyor. O zaman başta namaz olmak üzere ibadetlere 'insanın latifleşme çabaları' diyebilir miyiz? Bütünün anlamını hatırlayarak ve hatırlatarak latifleşme çabaları...

17 Mart 2017 Cuma

Baştan çıkarıcı parçalar...

Mürşidimden aldığım derslerden şöyle birşey sezinliyorum: Sebep perdesi inceldikçe, yani neden-sonuç ilişkisinin iki ucu arasındaki orantısızlık "Yok artık!" cümlesini daha içten söyletecek bir hal aldıkça, netice daha da bereketleniyor. Daha aciz canlılar daha kolay besleniyor. (Bitkiler durdukları yere gelen gıdalarıyla rızıklanırken aslanlar günlerce av kovalamak zorunda kalıyorlar.) Beyinleri daha küçük canlılar daha zekice işler yapıyor. (Arının hayretle farkettiğimiz muvaffakiyetleri malum.) Daha güçsüz şeyler daha büyük işler başarıyor. (Küçücük incir çekirdeğinden kocaman incir ağacı çıkıyor.) Varlığı daha hafif olanlar daha çok işe yetişiyor. (Işığın her parlak şeyde eylediklerine bakınız.) Bütün bunlar şunu farketmekte önemli:

Kendimizden, yalnız kendimiz olarak ve kalarak memnun olmamalıyız. Birşeye dair veya birşeye ait olmalıyız. Neden? Çünkü biz, varlığımızla, varoluşa artı birşey katmaktan ziyade varolabilecekleri engelleyiciyiz. (Veya engelleyebilme ihtimali olanlarız.) Bereket kaçırıcıyız. Kudret perdeleyiciyiz. Araya girmemizle kudrete destek olmuyoruz. Varlığa varlık katmıyoruz. Aksine yaratabileceklerine zarar veriyoruz. Şunu nasıl ifade etmeli? Belki şöyle: Yaratılışla ilişkimiz 'Olmasaydık olmazdı!' ilişkisi değil, 'Gölge etme başka ihsan istemem!' ilişkisi. En zekice, fedakârca, gayretlice işlerimizde bile bu böyle. Benlik imtihanının bedeli bu. Nitekim mürşidim de diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ: Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ, küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Peki neden böyle oluyor? Bu, insanın, kendisini 'bütünden ayrı başka bir bütünlük' olarak tanımlayabilmesinden kaynaklanıyor. Biz, varlık içinde, varolduğunun ayrımında olan bir varlık öbeğiyiz. Kendini bütün sanabilen bir parçayız. Karınca, arı veya örümcek gibi 'bütüne büsbütün uyumlu' parçalar da değiliz. İrademiz sorumluluğumuzu katlıyor. Yeteneklerimiz bizi riske atıyor. Şıklar arasında doğru olanı bulmak zorundayız. Üstelik bunu sürekli yapmak zorundayız. İnsanın 'nisyanla/unutmakla' ilgisi belki de buradan başlıyor. Parça, kendi bütünlüğünü tanımlayabilmek ve menfaatlerini kollayabilmek için, dahil olduğu asıl bütünlüğü ve uyumu unutmaya meyyaldir.

Bu insanî kulluğumuzun başlangıç noktası ve çokça şükredilesi bir nimet. Fakat bir açıdan da tehlikeli. Çünkü o 'tevhidî büyük resmin' parçası olduğumuzu hatırımızda tutamıyoruz. (Hatırlamak için hatırlatılmasına; yani vahye, nübüvvete, vicdana ve şeriata ihtiyacımız var.) Parçamız bizi baştan çıkarıyor. Bencillik aklımızı başımızdan alıyor. Hayırlı olan aslında bütünün hayrına olanken, biz, parçamızın hayrına olanı seçiyor ve parçalıyoruz. Kudret de işte tam bu noktada esbab ile perdeleniyor.

Kainat büyüklüğünde tıkır tıkır işleyen bir saat düşünün. Bu saatin parçalarından birinin ayrıca kendine ait istek ve arzuları, irade ve akledişleri olsun. Bu arzular ve akledişlerden bir 'nefis bilinci' gelişsin. 'Diğer parçalarla uyum'a bedel 'diğerleri rağmına menfaat'ini kollamaya başlasın. Öncelikle şunu farketsin: Parçaya, menfaati, her zaman bütünün menfaatiyle aynı yönde gelmeyebilir.

Hayal kuralım: Dakikada on tur dönmesi gereken bir çarksa bu çark, bir süre sonra diyor ki kendi kendine; "Ben, bu kadar hızlı dönmeye devam edersem, çabuk yıpranırım. En iyisi dakikada bir tur döneyim. Böylesi daha menfaatime." Bu yeni görev tanımlaması, her ne kadar bireysel anlamda kendisine faydalı(!) görünse de, bütünün menfaati açısından yanlış bir seçimdir. Zira, o, fıtratı üzerine dakikada on tur dönmezse, büyük saatin işleyişi aksamaya başlayacaktır. Belki saatçi de kızıp onu umduğundan daha erken çöpe atacaktır.

İşte; göklere, yere ve dağlara bedel; insanın cesaretle uhdesine aldığı şey; yani emanet, bir vechiyle 'ene'dir mürşidime göre. Peki 'ene' nedir?

Ben 'ene'yi biraz mezkûr misaldeki gibi anlıyorum. Kainat saatinin çarklarından birisi kendi farazî/varsayımsal bütünlüğünü saatin bütünlüğünden ayırmayı başarabilmektedir. Tek başına hiçbir kıymeti olmadığı halde, yani tek başına saati falan gösteremediği halde, kendi varlığını saatin varlığından daha öncelikli/önemli görebilmektedir. Bu yeteneğin adı 'ene'dir.

Bencilliğimiz buradan doğar. Başkalarının hukukuna tecavüzler bu noktada yaşanır. Bireysel, ailevî veya toplumsal hayatta yaşanan kargaşalardan tutun; ta ekolojik dengeye verdiğimiz zarara kadar; bir yığın yıkım buradan kaynaklanır. Parça, bütünün rağmına, parçasal/farazî bütünlüğünü önceleyebilmektedir. Sabah namazını kılmaktansa uyumayı, zekat vermektense para biriktirmeyi, oruç tutmaktansa kebap yemeyi, Japon masumları korumaktansa Amerikan ulusunun çıkarları adına atom bombası patlatmayı tercih edebilmektedir.

Bu noktada Ahzab sûresinin 72. ayetinin bizi 'zalim' ve 'cahil' olarak tarif etmesi ne kadar da hikmetlidir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."

Evet, zalimiz, çünkü parçamızı öncelemekle bütüne zulmediyoruz. Yorulmanın bedenine iyi gelmeyeceğini düşünüp pasa koşmayan forvet gibiyiz. Aynen bu şekilde kainat takımına zarar verebiliriz. Evet, cahiliz, kendi parçamızın menfaat bilgisine tutulmakla bütünün uyum bilgisine karşı cahilleşiyoruz. Yüzümüzün yağıyla güzelleşmesi, yılda kaç balinanın öldürüldüğünden habersiz ve hatta umarsız kılıyor bizi. Bile-isteye 'bilmezmiş' gibi yapıyoruz. Göz yumuyoruz. Kulak kapıyoruz. Kırışıklıklarımızın gitmesi onların neslinin tükenmesinden önemli geliyor. Parçamızda deliriyoruz.

Bugün, dünyayı, menfaatleri ekseninde yaşanmaz hale getiren medeniyet-i hazıra baronları şu ayet-i kerimenin en açık delili değil midir? Demek en temel arıza burada: Parça, parçasal/farazî bütünlüğü ile baştan çıktı, asıl bütünü ve ona uyumu gözden çıkardı, kudretin yaratacağı tevhidî mucizeleri engellemeye başladı. Varlık ile kardeşliğe sırtını döndü. En küçük günahtan tutun da ta en büyük sapkınlığa kadar bütün sapma ve sapıtmalarımızın özü buraya dayanıyor. Belki biraz da bu yüzden sonu 'gazaba uğrayanlardan ve sapıtmışlardan olmamayı' dilemeyi öğütleyen Fatiha, bütünü hatırlatarak başlıyor: "Elhamdülillahirabbilalemin/Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." Evet, öyle ya, ona Âlemler Rabbi olarak iman ettikten sonra, sen nasıl dışarıda kalırsın?

1 Haziran 2016 Çarşamba

Kışta ölmek de zordur

Ne kadar çok acı var dünyada arkadaşım. Hangi birine üzüleceğini şaşırıyorsun. Bir kalp bu kadar sancıya yeter mi? Bilmiyorsun. Bitmiyor da. Dönüp dönüp tekrar geliyor savdığını sandıkların. Hatta bazen biri bitmeden öteki başlıyor. Hak Teala hassas yüreklilerin yardımcısı olsun. Işığı görmeden tünele sabretmek zordur üstelik. Sonu kestirilemeyen acılar daha bir can yakar. Korkarım onlardan en çok. Korkarım karanlıktan aklıma da hükmettiğinde. Felak sûresinde emredildiği gibi derim: “Sabahın Rabbine sığınırım. (...) Karanlığı çöktüğünde gecenin şerrinden.” Bir azap ki, sonu gelmez, yani ki nihayeti kestirilemez. Sûreti cehenneme benzemiş demektir. Cehennemse tehdit edildiğimiz en büyük ceza. Sanki sabahı olmayan bir gece.

Ben yalnızca insanım. Ben yalnızca insanım. Ben. Yalnız. İnsan. Korkarım yalnızlığımdan. “Beni bana bırakma!” dilerim Rabbimden. Taşıyamayacağımı yüklemediğini bildiğim halde korkarım kendimden. İnsan akıldan ibaret değil ki. Kalbi de var. Hem sabır yalnız akıl işi değil ki. Sabretmesi gereken başka çok yanım var. Çok yaram var. Merhemleri bir değil. Dualanırım: “Bırakma bizi yalnız bu kadar acı karşısında ya Rabbi! Zarar gerçekten bana dokunacak diye korkarım. Sana olan tevekkülüme halel getirecek, kadere rızamı feci sınayacak, kalbim nefsime söz geçiremeyecek diye korkarım. Ya geçemezsem? Ya Mehmed Âkif gibi ciğerim çatlar da dersem: ‘Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?/Ağzım kurusun...’ Yok. Ben diyemem.

Yahut Musa aleyhisselam efendim gibiyim. Bana vereceğin her hayra muhtacım. Çünkü sabretmek giderek zorlaşıyor. Manipülatörler çoğalıyor. Hergün bin şeytan nefsime endişelerini fısıldıyor. Bin yeni yokluk/yoksunluk öğreniyorum hergün. Bin yaram daha kanamayı belliyor. Sabrı ‘amelsiz bekleyiş’ sanmamı da sana şikayet ediyorum üstelik. Zalimden, zulümden, mazlumiyetimden önce zeliliyetimi şikayet ediyorum. Hatalıyım. Bu kadar eğilmesem enseme basılmazdı. Bu şahitlik çok yorucu. Unutmamak çok yorucu. Hergün ekranda parçalanmış ümitlerimizi görmek çok yorucu. Onları şehadetle yanlarına alıyorsun Allahım. Amenna. Hüküm Senin. Asker Senin. Terhis Senin. İmtihanları bitiyor. Bizimkisi sürüyor. Yıllardır böyleyiz. Ellerimiz açık beklemekteyiz. Dilemekteyiz. İstemekteyiz. Ellerimizi ümmete dua işinden azat et Allahım. Çünkü başka hiçbirşey yapamadan dua etmek de pek dokunuyor.

İnsan bir kere o kısırdöngüye kapıldı mı dünyayı hâzâ karanlık görür. Güzellik bakanın gözlerindedir. Zalimin zulmetle sıfatlanması biraz da onun beşerde yaptığı tesire işarettir. Zulmet karanlıktır. Müslümanların karamsarlığında bu zalimlerin, yani küresel karanlık üreticilerinin, payı yok mu? Onlar siyah bulutlar salıyorlar. Göğümüzü bizden çalıyorlar. Yıldızları, Ay’ı, Güneş’i unutturuyorlar. “Gökyüzüne bakmazlar mı?” buyruğuyla aramıza set oluyorlar. Bulutları yüzünden ümidimizi yitiriyoruz. Belki sislerine takılarak manzarada hata yapan da bizleriz. Fakat cidden acziyetteyiz. Bizi bu ümitkıranların ellerinden kurtar Allahım. Daha ne kadar sürecek bu talimimiz? Ramazan bile otuz gün sürer. Biz kardeşlerimizin mutluluğuna aç daha kaç yıl oruç tutacağız? Öncekiler iftarı göremeden gittiler. Ben onlardan daha acizim. Açım. Çaresizim. Kışta ölmek de istemiyorum. Ne olur bize bir bahar göster.

Acı zamanları zordur. Sana malumuz. Üzerimize üzerimize geliyor sanki dünya. Azap günleri daha uzun kalıyor hafızamızda. Yazık. Pek yazık. Güzel günleri çabuk unutuyoruz. Âdemoğlu yapılan iyilikleri kötülüklerden daha çabuk unutur. Biz de bize ferec verdiğin günleri daha çabuk nisyana atıyoruz. Siliyoruz. Nankörlük ediyoruz. Belki bu yüzden umutsuzluk gösteriyoruz. Zira umutsuzluk rahmete dair şahitlikleri hatırlamamaktan çıkar. Ümit, bir bebeğin sütten kesilmesi gibi, rahmetten kesilir önce. Ve, evet, ümit kesilmeden önce rahmetin aynamızdaki sûreti kesilir. O güzel yüzü tekrar hatırladığımızdaysa Bediüzzamanca kendimize kızıyoruz: “Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır?” Neden böyle olsun ki?

“Ahirzamandır. Gittikçe daha fenalaşacak!” diyen yanıma bu soruyla karşı koyuyorum. Ama bunlar, bütün bu karşı koyuşlar, bir yere kadar. Nasıl söylesem? Bediüzzaman değilim. Hiçbirimiz onun kadar ehl-i ümit değiliz. Bizi kışta gelip kışta ölenlerden eyleme Allahım. Elbette hayat acılardan ibaret değil. Gülen her çocuğun yüzünde bir küçük cennet var. Ve her çiçekte bahar. Sen bize pek güzel günler de gösterdin üstelik. Belki tedavimiz de burada saklı. Onları hatırlamakta saklı.

“Sizi vaktiyle bütün milletlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.” Bizi de üstün kılmıştın. Fakat şimdi o kadar uzak görünüyor ki o günler. Oturup yâd etmekle kalbe bir teselli geliyor gerçi. Peki gözümüzü nasıl cennete götüreceğiz? Bu göz nereye gitse orası sanki cehennem olur. Bu hafızayla insan mutlu olamaz ki. Yüreğimizi açtık. Yalvarıyoruz: Darda kalmış müslümanlara ve bize yardım et. Güzümüzü baharınla şenlendir. Gözümüzü nuruna aç. Fethini göster. El açmaktan başka birşey yapamayışımızı da sana şikayet ediyoruz. Rüşdümüzü yeniden ilham et. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...