Arı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2019 Pazartesi

Deistlerin cevabını arılar verir

O kadar çok 'keşke'miz var ki arkadaşım. Bir tane daha eklesek ziyadesi belli olmaz. Ben de bendekilerden birisini yazacağım. İşte söylüyorum: Keşke Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakış açısı, üslûp ve içerikle Esmaü'l-Hüsna'nın tamamını çalışabilsek. Evet. Bunu cidden çok arzu ediyorum. Fakat yapmaya kendimde kuvvet bulamıyorum. Bir dilek olarak tutuyorum sadece. Öyle ya. Amellerimiz gibi dileklerimizin de sahibi Allah değil mi? Ağaçlar gibi tohumların da sahibi Allah değil mi? Bakarsın onu yeşertip kocalttığı gibi birgün bunu da yeşertir, kocaltır, göklendirir. Âmin.

Fakat, oraya varmadan, bencileyin Nahl sûresinden feyzlendiğim bir 'el-Hâdî' ism-i şerifi okuması üzerine de konuşmak istiyorum seninle. Malumundur, el-Hâdî, 'hidayet veren, doğru yolu gösteren, hayırlı murada erdiren' gibi manaları saklıyor nurdan bağrında. Ve bu ism-i şerifi duyar duymaz aklımıza 'vahiy' geliyor. Evet. 'Vahiy' ve 'nübüvvet' Cenab-ı Hakkın 'hidayet vericiliğinin' en büyük tezahürlerinden ikisidir. Hak Teala 'doğru yolu gösterici' olduğunu kullarına en berrak tonlarıyla onlarda gösterir. (Peygamberleri sayısınca elhamdülillah.) Ama yine de, Esma-i Sitte Risalesi'nden aldığımız dersle, sormadan geçmeyelim: el-Hâdî isminin kainattaki tecellisi yalnız bu şekilde midir? Farklı izleri/renkleri de yok mudur mübareğin?

Vardır. Hem de çok vardır. Bunu da bize birçok ayetiyle Nahl sûresi söyler. Hatta, sanki daha isminden bu dersi vereceğini ihtar eder gibi, 'nahl/arı' der bu sûre kendine. Çünkü 68. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle denir: "Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır."

Burası bana çok heyecanlandırıcı geliyor arkadaşım. Zira 'arı'nın hüneriyle 'nübüvvet'in hüneri arasında bağ kuruluyor. Âdeta bir desenin iki motifi arasında gezilir gibi orası-burası nakışlanıyor. Sûrenin daha başlarında deniyor mesela: "Allah, 'Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının' diye (insanları) uyarmaları için emrini içeren vahiy ile melekleri kullarından dilediğine indirir." Sonra, daha ilerdeki ayetlerde, 'binek hayvanlarının nimetiyeti hatırlatılarak' ekleniyor: "Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." Yani, Rabb-i Rahîm, aciz zihinlerimize bir kolaylık olsun diye belki, önce binek hayvanlarıyla bize yolculuklarımızı çağrıştırıyor. Sonra da 'doğru yolu bulmaya' duyduğumuz ihtiyacı…

Mesele burada mı bırakılıyor peki? Hayır. Elbette bu kadar değil. Daha 'doğru yolu bulma kanununun' pekçok mertebesini ders alacağız. Arıya kovanını en uzaklardan bile bulduran Allah'ın daha nice nice şeylere yol gösterdiğini öğreneceğiz. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' isminin, salt bir 'kavramlaştırma' değil, 'kainatın her köşesinde tezahürleri görünen bir tecelli mâdeni' olduğunu işiteceğiz. Ve ilerliyoruz: "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır."

Gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar... Bunlar da zamanın ve mekanın içinde 'doğru yolu bulmanın' araçları değil mi? Gece-gündüz döngüselliği sayesinde zaman parçalara ayrılıyor ve sayılabiliyor. Ölçülebiliyor. Tayin edilebiliyor. Güneş-ay-yıldızlar üçlüsü ise yolcuların yön tayin etmede en büyük dostları. Nereye gidildiği en çok onlarla anlaşılıyor. Doğular-batılar, kuzeyler-güneyler, arkalar-önler onlarla saptanabiliyor.

Sadece bu kadar mı? Değil. Devam ediyoruz: "Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır..." Düşünelim tam da burada. Bize bir yolu doğru şekilde aldığımızı en çok ne öğretir? Yahut da şöyle güncelleyelim soruyu: Daha önce gittiğiniz bir yolu sonra tekrar nasıl tanırsınız? Bence bunlara verilecek cevap tam da ayetin hatırlattığı şekildedir: 'Çeşitli renk ve biçimlerde yaratılan şeyler' sayesinde. Evet. Bir dağ gördüğünüzde, onu geçip bir başkasına vardığınızda, bir vadiyi geçtiğinizde, onu geçip bir başkasını adımladığınızda, bir nehre uğradığınızda, onu geçip bir başkasına rastladığınızda, hepsinde ama hepsinde 'şeylerin çeşitliliği' sayesinde tanımalarınız olur. Herşeyin aynı olduğu bir yolda insan ne kadar yolu, hangi yöne, ne miktarda aldığınızı tayin edemez. Ancak nüansları sayesinde birbirinden ayırır.

'Nehir' dedik. 'Dağ' dedik. 'Yol' dedik. Nahl sûresi hemen sesimize ses verdi: "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar, yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Subhanallah! İşte yukarıda kenarından kenarından yaklaşmaya çabaladığımız sır kendini aşikâr etti. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' ismi farklı boyutlardaki tecellileriyle 'tüm yol arayanların' rehberi oldu. Dağlıkta gezenlere dağ yol gösterdi. Nehir güzergâhında gideceklere nehir önayak oldu. Geceleyin seyahat edenlere yıldızlar tayin edildi. Mahlukattan kuş olsun, balık olsun, hayvan olsun, insan olsun, her ne varsa, arayıp bulduğu yolda el-Hâdî isminin gölgesine sığınmış oldu. Hatta bu gölge tüm evreni kuşatıverdi.

Dahası? Ah arkadaşım, yazı çok uzadı, atlayıverelim diğer şeyleri. Ve sonuca gelelim: Nahl sûresi deistleri/ateistleri büyük bir hakikate çağırıyor bence. Nedir o hakikat? Allah, evrenin her köşesinde, her sahnesinde, her karesinde birşeylere 'yol gösteriyor.' Arıya kovanını bulduruyor. Kuşlara yuvasını bulduruyor. İnsana evini bulduruyor. Tohuma toprağını bulduruyor. Derde devasını bulduruyor. Hastaya şifasını bulduruyor. Yani 'doğru yolu gösterme kanunu' tıpkı Esma-i Sitte Risalesi'nde misal verilen diğer 'esma kanuniyetleri' gibi tüm kainatı hükmü altına alıyor.

Peki tüm kainatın hükmü altında kaldığı bir tasarruftan insan hariçte kalabilir mi? Allah onlara da kendi içlerinden hidayet rehberleri göndermez mi? Arıya vahyettiği gibi onlara da vahyetmez mi? Mütehayyir kalanlarını ışığına çağırmaz mı? En nihayet, mürşidimin şu hikmetli sözüne geliyorum arkadaşım, çünkü bence Nahl sûresinin bir dersidir: "Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette."

29 Mart 2017 Çarşamba

Latifleşme çabaları...

Mürşidimin dikkatlerimizi tekrar be tekrar çektiği 'acz ve fakrın makbul bir şefaatçi haline gelmesi' hâdisesi aslında hepimizin şahidi olduğumuz birşey. Çünkü hepimiz varlığa baktığımızda görüyoruz ki: Acizleşmek aslında kuvvetlenmek. Nasıl? Aciz canlıların sahip olduğu yetenekler bize bunu öğretiyor. Biz arıdan zekiyiz, ama arı, bizim modern kimya bilgisiyle dahi başaramadığımız bir balı yapıyor. Biz güvercinden daha kurnazız, ama güvercin, bizim evimizi bulamayacağımız mesafelerden rahatlıkla yuvasını buluyor. Biz ağaçtan daha hareketliyiz, ama ağaç, beslenmek için her sabah işe gitmeye mecbur olmuyor. İktidarla güç ve rahatın doğru orantılı olduğu üzerine kurduğumuz mantık, iş böyle canlılara geldiğinde, hapı yutuyor. Daha aciz olan daha tılsımlı işler başarıyor.

Hem sadece canlılarda mı hapı yutuyor? Hayır. Fazlası var. Maddî olarak latifleşen şeyler kesiflerden daha üst bir boyutta işler yapabiliyorlar. Işık, cisim olarak bir taştan daha latifken, bir taşın başaramayacağı hızda ve harikalıkta işler yapabiliyor. Hava, sudan daha ele gelmez bir haldeyken, ses ve ışık gibi şeylerin iletkenliğinde daha üst bir konuma yükselebiliyor. İnternete yüklediğiniz elektrik letafetinde bir bilgi bir kitapta saklı kalan katı varlığından daha hızlı yayılabiliyor. Bütün bunların verdiği ders ise şu: Kesif olmak 'daha çok varolmak' demek değil. Daha yoğun bir şekilde varolmanız 'daha üst bir düzeyde varolmanız' anlamına gelmiyor. Bir şairin, şiirlerine binen düşünsel varlığı, o şairin bedeninden daha hızlı dünyayı dolaşabiliyor.

Bu farkındalıktan sonra, insanın, cevabı eşliğinde hayatını şekillendireceği soru şu: Varolmam için 'varolmam' gerekir mi? Biraz daha açalım: Varolmam için 'kendim olmam' gerekir mi? Buradaki 'kendilik' ifadesini 'kesafetimizi arttıran sınırlar' anlamında kullanıyorum. (Yoğunluk/kesafet de birim başına düşen daha çok kendilik miktarı değil midir?) Ve hakikaten de insanın 'kendim' dediği şeyi tarifi 'ötekisine' çizdiği sınırlar üzerinden şekilleniyor. Bu sınırları keskinleştirdikçe ve çoğalttıkça daha çok 'kendi' olduğumuzu sanıyoruz biz.

Kendiliğimiz belirginleştikçe kesafetimiz/yoğunluğumuz da artıyor gibi geliyor. Tüm asabiyetlerin çıkış noktası burası. "Beni ötekimden ayıran çizgiler belirginleştikçe ben daha çok ben olurum. Ben daha çok ben olursam hem daha çok varolurum." Bu inanış, bizim, nefsî düzeyde tanımladığımız varlık alanı. Zira nefis, parçası olduğu bütünün değil, bilincinde olduğu parçasının menfaatleri üzerine yaşar. Cebindeki parayı insanlığın ihtiyacına sarfetmektense ihtiyacına harcamayı önemser. Bu, parçanın, varlığını koruması için bağışlanmış bir yetenektir. Şeriat dairesinde kaldığı sürece hikmetlidir.

Bu noktada mürşidimin "Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun..." demekle neyi kastettiğine de yaklaşıyoruz. Hayvanlık varolanın kendi parçası adına yaşamasıdır. Kendi parçası adına yaşayanın ancak kendisi kadar bulabildiği varlık yerine, kalp ve ruh farkındalığında, ötesiyle anlam arayan insanın hayatını seçmeliyiz. Biz kalbimizin veya ruhumuzun varlığını en çok neyle hissediyoruz? Bizi, ötekimiz ile ilgili, onun için duygulanır hale getirmesinden değil mi? 'Kalpsiz!' dediğimiz insanların şikayetçi olduğumuz yanları, aslında hissediş yoksunluğu, yani öteye ilgisizlik, ötesi için menfaatleri dışında bir telaş hissetmeme değil mi?

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder."

Burada şu ayrımın da altını çizmeliyim: Birşeyle menfaatlerimiz için ilgilenmemiz aslında onunla ilgilenmek sayılmaz. Onunla dolayısıyla ilgilenmiş oluruz. Asıl ilgilendiğimiz kendimizdir. Varlığı devam etmesi gereken kendimizdir. Çıkarları korunması gereken kendimizdir. Başkalarıyla hakiki ilgilenmek şefkatle başlayan bir yolculuktur. O zaman ötekimizin varlığına kendi varlığımızdan daha fazla ilgili ve taraftar oluruz. "Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!" diyen sahabe efendilerimiz bize en çok bunu ders veriyorlar.

İnsanın annesi ve babası zahiren varlığının kaynağıdır. Fakat Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığı kalp ve ruhun derece-i hayatında öyle bir varlık alanı daha açar ki, maddi ve bedeni varlığımız o düzlemde detaylaşır, 'olmasa da olur' noktasına gelir. Bitirirken baştaki vurguya geri dönelim: Kesif bir şekilde varolmak 'daha çok varolmak' demek değildir. Zayıf bir şekilde varolanların gösterdikleri harikalar bize asıl varlığın bizden daha büyük birşey için latifleşmekle olabileceğini öğretiyor. O zaman başta namaz olmak üzere ibadetlere 'insanın latifleşme çabaları' diyebilir miyiz? Bütünün anlamını hatırlayarak ve hatırlatarak latifleşme çabaları...

17 Mart 2017 Cuma

Baştan çıkarıcı parçalar...

Mürşidimden aldığım derslerden şöyle birşey sezinliyorum: Sebep perdesi inceldikçe, yani neden-sonuç ilişkisinin iki ucu arasındaki orantısızlık "Yok artık!" cümlesini daha içten söyletecek bir hal aldıkça, netice daha da bereketleniyor. Daha aciz canlılar daha kolay besleniyor. (Bitkiler durdukları yere gelen gıdalarıyla rızıklanırken aslanlar günlerce av kovalamak zorunda kalıyorlar.) Beyinleri daha küçük canlılar daha zekice işler yapıyor. (Arının hayretle farkettiğimiz muvaffakiyetleri malum.) Daha güçsüz şeyler daha büyük işler başarıyor. (Küçücük incir çekirdeğinden kocaman incir ağacı çıkıyor.) Varlığı daha hafif olanlar daha çok işe yetişiyor. (Işığın her parlak şeyde eylediklerine bakınız.) Bütün bunlar şunu farketmekte önemli:

Kendimizden, yalnız kendimiz olarak ve kalarak memnun olmamalıyız. Birşeye dair veya birşeye ait olmalıyız. Neden? Çünkü biz, varlığımızla, varoluşa artı birşey katmaktan ziyade varolabilecekleri engelleyiciyiz. (Veya engelleyebilme ihtimali olanlarız.) Bereket kaçırıcıyız. Kudret perdeleyiciyiz. Araya girmemizle kudrete destek olmuyoruz. Varlığa varlık katmıyoruz. Aksine yaratabileceklerine zarar veriyoruz. Şunu nasıl ifade etmeli? Belki şöyle: Yaratılışla ilişkimiz 'Olmasaydık olmazdı!' ilişkisi değil, 'Gölge etme başka ihsan istemem!' ilişkisi. En zekice, fedakârca, gayretlice işlerimizde bile bu böyle. Benlik imtihanının bedeli bu. Nitekim mürşidim de diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ: Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ, küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Peki neden böyle oluyor? Bu, insanın, kendisini 'bütünden ayrı başka bir bütünlük' olarak tanımlayabilmesinden kaynaklanıyor. Biz, varlık içinde, varolduğunun ayrımında olan bir varlık öbeğiyiz. Kendini bütün sanabilen bir parçayız. Karınca, arı veya örümcek gibi 'bütüne büsbütün uyumlu' parçalar da değiliz. İrademiz sorumluluğumuzu katlıyor. Yeteneklerimiz bizi riske atıyor. Şıklar arasında doğru olanı bulmak zorundayız. Üstelik bunu sürekli yapmak zorundayız. İnsanın 'nisyanla/unutmakla' ilgisi belki de buradan başlıyor. Parça, kendi bütünlüğünü tanımlayabilmek ve menfaatlerini kollayabilmek için, dahil olduğu asıl bütünlüğü ve uyumu unutmaya meyyaldir.

Bu insanî kulluğumuzun başlangıç noktası ve çokça şükredilesi bir nimet. Fakat bir açıdan da tehlikeli. Çünkü o 'tevhidî büyük resmin' parçası olduğumuzu hatırımızda tutamıyoruz. (Hatırlamak için hatırlatılmasına; yani vahye, nübüvvete, vicdana ve şeriata ihtiyacımız var.) Parçamız bizi baştan çıkarıyor. Bencillik aklımızı başımızdan alıyor. Hayırlı olan aslında bütünün hayrına olanken, biz, parçamızın hayrına olanı seçiyor ve parçalıyoruz. Kudret de işte tam bu noktada esbab ile perdeleniyor.

Kainat büyüklüğünde tıkır tıkır işleyen bir saat düşünün. Bu saatin parçalarından birinin ayrıca kendine ait istek ve arzuları, irade ve akledişleri olsun. Bu arzular ve akledişlerden bir 'nefis bilinci' gelişsin. 'Diğer parçalarla uyum'a bedel 'diğerleri rağmına menfaat'ini kollamaya başlasın. Öncelikle şunu farketsin: Parçaya, menfaati, her zaman bütünün menfaatiyle aynı yönde gelmeyebilir.

Hayal kuralım: Dakikada on tur dönmesi gereken bir çarksa bu çark, bir süre sonra diyor ki kendi kendine; "Ben, bu kadar hızlı dönmeye devam edersem, çabuk yıpranırım. En iyisi dakikada bir tur döneyim. Böylesi daha menfaatime." Bu yeni görev tanımlaması, her ne kadar bireysel anlamda kendisine faydalı(!) görünse de, bütünün menfaati açısından yanlış bir seçimdir. Zira, o, fıtratı üzerine dakikada on tur dönmezse, büyük saatin işleyişi aksamaya başlayacaktır. Belki saatçi de kızıp onu umduğundan daha erken çöpe atacaktır.

İşte; göklere, yere ve dağlara bedel; insanın cesaretle uhdesine aldığı şey; yani emanet, bir vechiyle 'ene'dir mürşidime göre. Peki 'ene' nedir?

Ben 'ene'yi biraz mezkûr misaldeki gibi anlıyorum. Kainat saatinin çarklarından birisi kendi farazî/varsayımsal bütünlüğünü saatin bütünlüğünden ayırmayı başarabilmektedir. Tek başına hiçbir kıymeti olmadığı halde, yani tek başına saati falan gösteremediği halde, kendi varlığını saatin varlığından daha öncelikli/önemli görebilmektedir. Bu yeteneğin adı 'ene'dir.

Bencilliğimiz buradan doğar. Başkalarının hukukuna tecavüzler bu noktada yaşanır. Bireysel, ailevî veya toplumsal hayatta yaşanan kargaşalardan tutun; ta ekolojik dengeye verdiğimiz zarara kadar; bir yığın yıkım buradan kaynaklanır. Parça, bütünün rağmına, parçasal/farazî bütünlüğünü önceleyebilmektedir. Sabah namazını kılmaktansa uyumayı, zekat vermektense para biriktirmeyi, oruç tutmaktansa kebap yemeyi, Japon masumları korumaktansa Amerikan ulusunun çıkarları adına atom bombası patlatmayı tercih edebilmektedir.

Bu noktada Ahzab sûresinin 72. ayetinin bizi 'zalim' ve 'cahil' olarak tarif etmesi ne kadar da hikmetlidir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."

Evet, zalimiz, çünkü parçamızı öncelemekle bütüne zulmediyoruz. Yorulmanın bedenine iyi gelmeyeceğini düşünüp pasa koşmayan forvet gibiyiz. Aynen bu şekilde kainat takımına zarar verebiliriz. Evet, cahiliz, kendi parçamızın menfaat bilgisine tutulmakla bütünün uyum bilgisine karşı cahilleşiyoruz. Yüzümüzün yağıyla güzelleşmesi, yılda kaç balinanın öldürüldüğünden habersiz ve hatta umarsız kılıyor bizi. Bile-isteye 'bilmezmiş' gibi yapıyoruz. Göz yumuyoruz. Kulak kapıyoruz. Kırışıklıklarımızın gitmesi onların neslinin tükenmesinden önemli geliyor. Parçamızda deliriyoruz.

Bugün, dünyayı, menfaatleri ekseninde yaşanmaz hale getiren medeniyet-i hazıra baronları şu ayet-i kerimenin en açık delili değil midir? Demek en temel arıza burada: Parça, parçasal/farazî bütünlüğü ile baştan çıktı, asıl bütünü ve ona uyumu gözden çıkardı, kudretin yaratacağı tevhidî mucizeleri engellemeye başladı. Varlık ile kardeşliğe sırtını döndü. En küçük günahtan tutun da ta en büyük sapkınlığa kadar bütün sapma ve sapıtmalarımızın özü buraya dayanıyor. Belki biraz da bu yüzden sonu 'gazaba uğrayanlardan ve sapıtmışlardan olmamayı' dilemeyi öğütleyen Fatiha, bütünü hatırlatarak başlıyor: "Elhamdülillahirabbilalemin/Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." Evet, öyle ya, ona Âlemler Rabbi olarak iman ettikten sonra, sen nasıl dışarıda kalırsın?

4 Ocak 2016 Pazartesi

Tevekkül aslında ne demek?

"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır." (Tevbe sûresi, 111)

Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile.

Mürşidimin 'iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder' demesindeki sır da budur. Allah'a Allah gibi iman ettikten sonra tevhide iman kaçınılmaz olur. Çünkü ortakları olan bir ilah, kusurlu bir ilahtır ve kusurlu olan zaten ilah olamaz. Tevhide iman etmek de herşeyin Onun kudretinde ve idaresinde olduğunu kabuldür. Bu da bizi 'en doğrusunu elbette O bilir' demeye zorlar. Neden zorlar? Çünkü herşey Onun idare ve tedbirinde ise elbette detaylara ve resmin geneline O daha hâkimdir ve atılacak adımların doğrusunu da yine en iyi O bilir. Bu da bizi bir eşiğe getirir: Teslimiyet eşiği... Fakat teslimiyet eşiğini konuşmadan önce başka bir metne daha atıf yapalım. Zira lazım olacak:

"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Kainatta var olan 'hayır' ve 'şer' Bediüzzaman'ın ifadelerinde kendisini vücudî/varlıksal ve ademi/yokluksal olarak bulur. Yani varlıksal olan hayır, yokluksal olan şerdir. Mesela 'adam öldürmek' yokluksal, 'iyileştirmek' varlıksaldır. Öldürdüğünde o adamın varlığına son vermiş olursun ki, bu yokluksal bir eylemdir. İyileştirdiğinde o adamın vücudunun devamına hizmet etmiş olursun ki, bu varlıksal bir eylemdir.

Tam da burada bir sıkıntı karşılıyor bizi. Bu iki şeyin ikisi de eylemseldir. Yani varlıksal olan da bir eyleme/fiile dayanır, yokluksal olan da bir eyleme/fiile dayanır. Yapmak da bir eylemdir. Yıkmak da bir eylemdir. Bu durum kimi zaman yokluksal ve varlıksal olanı karıştırmamıza sebep olur. Örneğin: Merhamet genelde varlıksal birşeydir. Fakat binlerce insanın katiline merhamet edip bağışlamak ve onun yenilerini işlemesine yol açmak varlıksal mıdır? Elbette değildir. Yine mesela, 'katl' için yokluksal/ademi bir eylem dedik. Peki, böylesi canavar bir insanı öldürmekle onun yenilerini öldürmesine engel olmak yokluksal mıdır? İşte hatlar en çok burada karışıyor. Ayetin devamında 'ölmek/öldürülmek' neden zikredilsin yoksa?

Tevekkülü bir müslüman tam da burada kuşanır. Varlıksalın yokluksala karıştığı, ikisinin de eylemselliğinden dolayı birbirinden ayıramaz hale geldiğimiz anlarda, biz, Allah'ı ve şeriatını kendimize vekil tayin ederiz. Vekil tayin etmek ne demektir? Ona ve seçimlerine teslim olmak demektir. Vekalet verdiğiniz avukat artık sizin adınıza işlemler yapar ve siz kendinizi onun ellerine bıraktığınızdan teslim olmuş olursunuz. Teslimin tevekkülü iktiza edişi buradandır. İyinin ve kötünün birbirine girdiği hususlarda biz kendimizi Allah'ın emir ve yasaklarının kollarına bırakarak tevekkül ederiz. Bu tevekkül, bizim 'göre'mize göre ademi veya vücudi görünen şeyleri terk edip, Onun bize "Şu ademidir! Şu vücududir!" buyurmasını kabuldür. Bu noktadan bakınca neden tevekkülün ilk tanımının bana eksik göründüğünü anlarsınız.

Risale-i Nur'da tevekkül kelimesi öyle yoğunluklu bir şekilde kullanılır ki, eğer salt birinci mana ile yetinirseniz çoğu yerde Bediüzzaman'ın niye öyle söylediğini anlayamazsınız. Hatta "Tevekkül Risalesi" demeyi sevdiğim Altıncı Söz'ün üzerine kurulu olduğu mantığı da kavrayamazsınız. Orada 'satmak' ile kastedilen nedir? İnsan Allah'a nasıl satar elindekini? Bütün bunları anlamak tevekkülü böyle genişlikte anlamakla mümkün. Çünkü "İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır."

Hangisi hayır? Hangisi şer? İkisinin de eylemsel olması bizi kandırıyor. Modern algılar 'doğru' ve 'yanlış' teşhislerimizi yerinden oynatıyorlar. Örneğin: Faiz varlığını arttırıyor görünebilir. Ama Allah zarar verdiğini söylüyorsa kesinlikle zarar veriyor. Tevhid ile iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Onun emrettiği gibi amel etmelisin. Ona satmalısın. Yine mesela: Sadaka da zahiren malını azaltıyormuş gibi duruyor. Fakat Allah arttırdığını söylüyor. Ona iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Ona satmalısın. Çünkü detaylara da, resmin geneline de hâkim olan O. Demek tevekkül, bir anlamda da, parçanın 'göre'sini terkedip Allah'ın emrine yapışmasıdır.

Şimdi ey okuyucu, eğer beni anladınsa, Kur'an'ın veya İslam'ın tarihselliğini savunanların, yani bazı hükümlerin zamanla değişmesi gerektiğini söyleyenlerin nerede takıldıklarını da anlamışsındır. Mesele binbeşyüz yıldır aynıdır. Yıldızböceği ile arı nüansıdır.

"Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...