Tevekkül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tevekkül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bencillik büyücülüğün başlangıcıdır

Derslerinden daima çok kıymetli şeyler öğrendiğim Ebubekir Sifil Hoca'nın bir keresinde 'tevekkül' bahsi içinde yeralan 'büyü' temalı bir hadis-i şerifi 'tevekkülsüzlük ve büyü arasındaki ilişki' ile anlamlandırdığını dinlemiştim. (Hocanın internette Riyazü's-Salihîn ve Mişkatü'l-Mesabih'ten başka hadis dersini takip etmediğime göre bu ikisinden birisinde olmalı o bahis.) O zamanlar tastamam kavrayamadığım bu meseleye daha sonraları kendimce bir miktar daha kafa yordum. En nihayet şöyle bir neticeye vardım: İnsan âlemin uyumunu ıskalarsa, daha doğrusu 'takdir edilen herşeyin tevhid uyumunun bir parçası olduğunu' göremezse, kendi parçası merkezinde evreni yeniden dizayn etmeye çalışıyor.

Bencilin çevresine verdiği zarar da buradan doğuyor. Bencil insan olanları 'kaderde takdir edildiği şekliyle' kabullenemiyor. Kendi menfaatlerinin odakta olduğu, unutulmadığı, eksik bırakılmadığı, hatta özellikle gözetildiği bir düzende herşeyin yeniden şekillenmesini arzu ediyor. Hatta aksinin vukû bulmasını haksızlık addediyor. Bu da eşiti olan diğer parçalara karşı zalimleşmesine sebebiyet veriyor. (Günümüz teknolojisinin tabiata verdiği zarar da böyle değerlendirilebilir mi?)

Tevekkül, işte tam bu noktada, bir parça da 'kainatın tevhidî uyumuna karşı duyulan güveni' ifade ediyor. Yani mütevekkil insan herşeyin muradına göre gerçekleşmesi gerekmediğini kabulleniyor. Varlığın merkezinden isteklerini çekip Allah'ın takdirini oraya koyuyor. Diğer bir ifadeyle: Zaten orada olanı oraya koyuyor. Evrende değil kendi içinde yapıyor düzenlemeyi. Değişmesi gerekeni kendisi olarak görüyor. Bu nedenle arzusu hilafına gerçekleşirse bazı şeyler onlarla savaşmıyor. "Allah'ın takdiri buymuş!" deyip kaderiyle barışıyor. Uyumun parçası oluyor. Uyumla yaşamayı seçiyor. Uymayı seçiyor. Varlığa içinde tevekkül tevekkül yeşerttiği bir hudabinlikle bakıyor. Çabalıyor ama çabalarının sonuçsuzluğuyla da bahtına küsmüyor.

Büyüde ise tam tersi bir durum var: Büyü yapan bencilliğinden kurtulmuş değil. Arzusunun evrenle uyumunu arıyor değil. Tevhidî bütünlüğün parçası olmayı kabullenebiliyor değil. Ya? Menfaati ekseninde herşeyin şekillenmesi arzusunda. "(…) gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm ediyor." Nasıl? Sevdiği adama/kıza meşru yollardan kavuşamıyor mesela. Doğru olan takdir-i Huda'yı kabullenip kadere tevekkül etmekken o başaramıyor. Teslim olmak yerine teslim almayı deniyor. Kendisi günaha girdiği gibi sevdiğine de zarar veriyor. Büyülediği ne kendisine ne de başkasına gönül huzuruyla yâr olabiliyor.

Nazara karşı "Maşaallah!" dememizde de böyle bir mananın izleri var sanki. Maşaallah ne demek arkadaşım? Ben şöyle biliyorum: "Allah dilemiş!" veya "Allah ne güzel dilemiş!" demek. Yani orada kendine birşey hatırlatıyorsun. Onun öyle olmasının Allah'ın takdiri olduğunu anımsatıyorsun. "Dur!" diyorsun tabir-i caizse kendine. "Dur bakalım! Çok beğendin. Hatta kıskandın. Başkasında olmasına içinden hüzünlendin. Hased ettin. Tamam. Ancak hatırla! Bu güzelliğin şurada olmasını takdir edeni hatırla. Onun öyle olmasını Allah diledi. Allah'ın dilediği elbet de en uygun olandır. Onun hikmetinden, rahmetinden, ilminden ve takdirinden razı ol. Rızasını ara. Düşün. Düşün ki, o neyi dilemişse, nasıl dilemişse, en uygunu odur." Evet. Kendi nazarımıza karşı dahi böyle bir tedbir alıyoruz. Tevekkül çağrılıyoruz.

Asıl söylemek istediklerime geleyim hızlıca. Bugün Kur'an okurken iki ayet arasındaki ilgi dikkatimi çekti. Yunus sûresi 2. ve 3. ayetler. Kısa bir mealiyle bize şöyle buyururlar kendileri: (2): "İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!' dediler." (3): "Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. İzni olmaksızın hiçkimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?"

İşte burada da Ebubekir Sifil Hoca'nın öğrettiği 'tevekkülsüzlük-büyü' ilişkisinin izlerini gördüm ben kendimce. "Allahu'l-a'lem" kaydıyla diyelim. İzahına girişelim. Öncelikle şuradan başlayalım: 3. ayette kâfirlerin 2. ayetteki tuhaf buluşlarına Cenab-ı Hakkın eserlerinden isimlerine-sıfatlarına-şuunatına çıkan bir bakışla cevap var. Deniliyor ki âdeta 3. ayette: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, arşı hükmü altına alan, bunca varlığın tedbirle işini gören, izni olmaksızın şefaat edilemeyen böyle bir Rab, böyle bir Allah, böyle bir Subhan, mümkün müdür ki sizin işlerinizi başıboş bıraksın. Nübüvvet eliyle onlara karşı da tedbirler söylemesin. Vahyiyle bizzat ikazlarda bulunmasın. Kainata böylesine anlarına/zerrelerine sirayet eder bir ilgi göstersin de sizin gibi pek kıymetli sanat eserlerini ilgisiz bıraksın. Bunu tuhaf bulmanız normal mi? Aslında sizin bunu tuhaf bulmanızı tuhaf bulmak lazım. Demek ki siz Rabbiniz olan Allah'ı hakkıyla tanıyamamışsınız. Marifetinizdeki eksikten dolayı böylesi herzeler yumurtluyorsunuz. Utanmadan 'büyü' diyorsunuz.

'Büyü' ne demek? Yani siz bu olanı, size içinizden peygamber gönderilmesini ve onun da size vahyi iletmesini, kainat algınızla uyumsuz gördünüz. Evrenin sizce devam edegelen düzenine bir arsız müdahale tevehhüm ettiniz. Arıza sandınız. Halbuki bu dediğiniz yalandır. Kainatın her neresine bakılsa nübüvveti ve vahyi gerekli kılacak, şahidi olacak, isbat edecek bir tedbir, bir düzen, bir ilgi görünür. Yani esasında bakış açınızdır tuhaf bulunması gereken. Çünkü âlemin her parçasını büyük bir uyumla idare eden, tedbirini gören, hükmü altına alan elbette insanı görmezden gelmez. Cenab-ı Hak böyle bir eksiklikten sonsuz derece yücedir.

Evet. Arkadaşım. Bu yazı da böylece hitama erdi. Umarım hisseni aldın. Alamadınsa bir de mürşidimin şu sözlerine kulak ver. Vaktiyle bana iyi gelmişlerdir. Sana da tesir ederler: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

26 Ekim 2016 Çarşamba

Kadere iman imanın kemalidir 10: Kadersiz tevekkül olur mu?

Bunun daha evvel de altını çizmiştim: Tevekkül sadece sonucu Allah'a bırakma değil, süreci de Allah'ın rızası dairesinde yaşamadır. "Helal dairesi keyfe kafidir..." diyen mü'min, sadece sonuç için değil, süreç için de Allah'a tevekkül etmiş olur. Herbir günah bir tevekkülün terkidir. Helal dairesinin 'keyfe kafi' olduğu veya 'yaşamak için yeterli' olduğu veya 'daha doğru' olduğu yönündeki tevekkülümüzü terkettiğimiz an ayağımızla beraber irademiz de harama gidiyor demektir. Yani, bizi helalde tutan, helalin doğru olduğuna dair tevekkülümüzdür.

Allah'ın 'hayırlı olanı bizden daha iyi bildiğine' dair bilgimiz, bizi, kendi gözümüzün, nefsimizin veya aklımızın aksini söylediği hususlarda bile onun dediğini yapmaya iter. Bütünü bilen odur. Attığımız iyi veya kötü bir adımın gelecekte vereceği sonuçları daha iyi bilen odur. Allah, helali yapmamızı istiyor veya dairesinde kalmamızı emir buyuruyorsa, orada kalmak doğrudur, hayırdır, vücudîdir, varlıksaldır. Teslim oluruz. "Zekat verenin malı artacak!" buyuruyorsa, zahiren zekat malı azaltıyor görünse bile, tevekkül ile zekatımızı veririz. Malımız artar. "Faiz alanın bereketi kesilecek!" buyuruyorsa, zahiren faiz alanın malının artmasına kanmaz, azalacağı yönünde tevekkülümüzle ondan kaçınırız.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir." İşte vücudî görünen 'esası adem'lerin ve ademî görünen 'esası vücudî'lerin bilgisi en doğru şekliyle Allah'ta olduğundan, kısa aklımızın takıldığı yerde reyimizi terkeder, emrine göre amel ederiz.

Tevekkül ile kader arasında tam bu noktadan başlayan bir bağ var bence. Ve ben bu yazıda elimden geldiğince onu anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şöyle bir örneği taşımak istiyorum dünyanıza: Bir avukata vekalet verdiğinizi düşünelim. Bunu neden yaparsınız? Cevap aşağı yukarı şöyle birşey olmalı: Çünkü avukatınız sürecin nasıl işlemesi gerektiğini sizden daha iyi bilmektedir. Ona bıraktığınızda işler daha hızlı ve güzel halledilir. Hem sizin de vaktiniz ziyan olmaz. Yanlış adım atılmaz. Yani tamamen menfaatinizedir bu durum. Tabii bu noktada avukatınıza güveniniz onun iş bilirliği nisbetinde artar. Eğer avukatınız mesleğinde kurdun kurdu bir avukat ise vekalet daha bir gönül rahatılığıyla verilir. Yok, gençten, işi yeni öğrenen cinsindense, vekalet verirken eliniz daha bir titrer. Aklınız daha bir onda kalır. Avukatın cahilliğinden kaynaklanan aksamaların korkusuyla rahatsızlanırsınız. Hatta denilebilir ki: Eliniz velaketi verse bile aklınız ve kalbiniz o vekaleti teslim etmez. Endişeleri gitmez.

Farkettiniz. Aslında buradaki korku tamamen 'bilmeme' korkusudur. İnsan bilmediği şeyden korktuğu gibi işini bilmeyene emanet etmekten de korkar. (Fakültesine yeni başlamış bir tıp öğrencisi tarafından ameliyat edilmeyi göze alabilecek kaç hasta vardır?) Endişenin ucuna takıldığı sual şudur: Avukat bu işi ne kadar bilmektedir? Olacaklara dair bilgisi ne kadardır? Bunu sorarsınız kendinize vekaleti vermeden önce. Bilmedikçe güveniniz azalır. Bilmedikçe müşterisi azalır. Bilmedikçe işin zorluğu artar. Fakat bunun tam tersi olduğunda, yani avukat 'bilme' konusunda güven verdiğinde, içhuzuruyla vekaletinizi verirsiniz. Avukatın iş konusunda giriş-gelişme-sonuç garantisi şiddetlendikçe vekaletinizin de güveni şiddetlenir. Kesin o işi halledeceğini düşündüğünüzde o iş artık sizin yükünüz olmaz. Çünkü güvenmek yükü başkasına bırakmaktır.

Peki, biz Allah'a nasıl tevekkül edeceğiz? Bunu sizin ve benim gibi ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadınca kadere iman edenlere sormuyorum. Soruyu asıl yöneltmek istediklerim kader inkârcıları. Eğer Allah'ın geleceği de geçmiş gibi bildiğini düşünmüyorsak, yani kadere imanımız yoksa, Allah'ın bize Kur'an'da tevekkülü emretmesi yanlış olmaz mı? Bunu istemekle bizden imkansızı istemiş sayılmaz mı? Gelecek konusunda bizim kadar (hâşâ) cahil bir ilaha tevekkül etmemiz, işimizi ona bırakmamız, tıpkı işi bilmeyen bir avukata vekalet vermemiz gibi görünmez mi? Halbuki az önce altını çizdik:

Vekaletin emniyeti/huzuru sonuçların iyi olacağını bilmekle oluşur ve bunun derecesine göre artar. Eğer vekaleti verdiğiniz kişi, vekalet verdiğiniz hususta sizin kadar bilgisizse, ona verdiğiniz vekaletten sonra rahatlamanız mümkün değildir. Onun, buna rağmen, kendisine güvenmenizi istemesinin bir mantığı var mıdır? Gelecek bilgisi olmadan tevekküle bina edilmiş ameller iddia kuponu doldurmak gibi 'şans işi' bir hale gelmez mi? İşte, kaderi inkâr etmek, Kur'an'daki tevekkül emirlerini bu şekilde boşa çıkarır. Zeminini kaydırır. Gelecekte ne olacağını bilmeyen bir Allah'a tevekkül etmenin hiçbir rahatlatıcılığı yoktur. Nihayetinde olacaklar yaşanıp görülmektedir. (Misalen: Tebbet sûresinde Ebu Leheb'in cehenneme gideceğini haber veren Allah, sadece 'tahmin' mi etmiştir, yoksa ezelî bilişiyle gaybdan mı haber vermiştir?)

Biz Allah'a tevekkül ederiz çünkü Kur'an'da da ifade buyrulduğu gibi "Her hayır onun elindedir!" Yapılacak her varlıksal/vücudî işin bilgisi ondadır. Onun takdiriyledir. Onun bilmesiyledir. Onun iradesiyledir. Onun tasarrufundan harice düşemez. Ezel öyle bir manzara-i âlâdır ki, bu ezelî biliş, Cenab-ı Hakka her konuda tevekkülümüzü isabetli çıkarır. Hiçbir oluş Allah'ın bilgisi dışında olmadığından, elbette, ona edilecek tevekkül de oluşun hayır olmasını sağlar. Bilmiyorum ne kadar toparlayıp anlatabildim? Ancak işaret etmeye çalıştığım şu bahisten de anlaşılıyor ki: Kaderin Kur'an'da olmadığını söyleyenler yalan söylüyorlar. Kur'an'ın bize her emri açık veya örtük bir şekilde kadere iman etmemizi zorunlu kılıyor. Tevekkül bunun yalnızca bir örneği. Başka örnekleri siz de tefekkürünüzle bulabilirsiniz. En doğrusunu elbette Allah bilir.

21 Ekim 2016 Cuma

Güvenmek yükünü başkasına bırakmaktır

Bu sıralar, malumunuz, 'tevekkül' üzerine düşünüyorum/yazıyorum. Bunlar, büyük keşifler değil, farkettiklerimi unutmamak için alınmış notlar gibi. Bu notlardan birisini de şimdi karalamak istiyorum. Benim de hafiflemeye ihtiyacım var. (Yazdığımın kendim için de şifaya vesile olmasını dilerim.) Tevekkülün duygularla ilgili yanı 'hafifleticiliğini' en çok gösteren yanı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan eşyayla iki türlü ilişkiye girebiliyor. Bunlardan bir tanesi şahidî bir ilişki. Şahidî ne demek? Onda sadece seyirci konumundasınız. Yok, hayır, sadece seyirci değil, 'işleyen' konumundasınız.

Yani fabrikadaki çarklardan birisiniz. Bir bütünlüğün amacı doğrultusunda dönen/işleyen sayısı sonsuz küçük şeyden tekisiniz. Haliniz sorulduğunda, 5. Söz'deki temsilde denildiği gibi, "Devletin angaryasını çekiyorum!" diyorsunuz. İş sizin. İşleyiş devletin. Yaşananları tüm detaylarıyla bilmek/idare etmek uhdenizde değil. Devlet 'yap' dedi, yapıyorsunuz, yeter. Sorumluluk alanınız kısıtlı ve belli. Bütünün yükünü omzunuza almamışsınız. Fabrikada dönen herşeyden kendinizi sorumlu tutmuyorsunuz. Sindiremeyeceğiniz lokmayı yutmuyorsunuz. Çark kadar bir rolünüz var. Rolünüzü içtenlikle kabullenmişsiniz. Çark işlemekten mutlu, fabrika işleyişten...

Bunlardan diğer tanesi de sahibî bir ilişki. Onda seyreden değilsiniz sadece. Hem sadece işleyen de değilsiniz. Sahipsiniz. Fabrikada 'çark' değil, sizinle ilgili olan herşeyin oluşturduğu 'ilişki fabrikasının başında'sınız. Sahibi olmanın gerektirdiği bütün sorumluluklardan mesul görünüyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Aldatıyorsunuz. 6. Söz'deki temsilde dikkatimizin çekildiği gibi "Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam!" diyorsunuz. Ama bunun da bir bedeli var. Çiftliğin bütün yükü üzerinize kalıyor. Omuzlarınız ağrıyor. Bacaklarınız titriyor. Sanılanın aksine, sahibi olmak yükünü mülküne bırakmak değil, mülkün yükünü üzerine almaktır. Bu sizi çok hırpalıyor. Geceleri rahat uyuyamıyorsunuz. Çünkü kaldıramayacağınız bir işi üstlendiniz. Çark iken patronluğa özendiniz.

Peki, şahidî de az, sahibî de çok olduğunu iddia ettiğim bu yük nereden geliyor? Görünüşte bu insanlar birdirler. Yüklerinin çok olduğunu söylediklerim omuzlarında ağırlıklarla gezmemektedirler. O halde?

İşte tam da bu noktada devreye 'duygular' giriyor. Ben iddia ediyorum ki: Varlıkla sahibî türden bir ilişki kuran insanlar, duygusal bağlamda, şahidî ilişki kuranlardan daha fazla yük çekiyorlar. Çünkü eşyaya daha şiddetli duygulanıyorlar. Bir buğday tarlasına bakıp onun güzelliğinden gözüyle/ruhuyla istifade eden, ikram edilse ekmeğinden yiyen, tarlanın sahibi gibi orayı ekip biçmeye mecbur olmuyor. Görse yetiyor. Tatsa yetiyor. Uğrasa yetiyor. Sahibi olan ise görülecek, tadılacak ve uğranılacak olanın varolmasını veya varlığını devam ettirmesini kendi omuzlarına alıyor.

Tevekkül sanıyorum en çok şu yaramızı tedavi etmekte. Tevekkül ettiğimiz her meselede eşyayla ilişkimizi yeniden sahibî düzeyden şahidî düzeye çekeriz. Sahibî ilişkinin yaratılış hikmeti, belki, duygularımıza verdiği şiddetle bizi daha gayretli ve ilgili kılmasıdır işleyişe karşı. Bir tarlayı şahidi ekemez. Sahibi eker. Ancak bu sahiplik gerçek bir sahiplik değildir. Tarla da tohum da Allah'ındır. Dilerse ekin verir. Tam da bu nedenle, sahibî bir güçle tarlayı eken kişi, bu bölgedeki sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, nazarını tevekkülle 'restart' eder. Bu tecdid, onu tekrar 'varlıkla ilişkisinin sadece şahit boyutunda olduğuna' uyandırır. Tevekkül etmenin en büyük faydalarından birisi de burada saklıdır. Varlıkla ilişkimizin duygusal boyutunu hafifletir. Zira, şiddetli duygusallık içeren bir ilişki, ilişkinin her iki tarafını da incitir.

Duygusallığın neden incitici olduğuna dair de şöyle bir tefekkürüm var: Bence yaşadıklarımızın ruhumuzun duvarına kazınması/yazılması ancak duygular vasıtasıyla oluyor. Ancak hakkında duygulandığımız şeyler ruhumuza uzanan (bir açıdan sonsuza kadar etkileri olan) değişimler yaratıyor. Eğer hakkında bir duygulanma yaşamadıysak o hadiseyi hiç yaşamamış gibi oluyoruz.

Dikkat ediniz, hayatımızda en çok iz bırakan, dolayısıyla ruhumuzu şekillendiren veya ona kazınan olaylar, hakkında şiddetli duygulanımlar yaşadığımız olaylardır. Duygu, bilgiyi ruh yazısına çevirir. Kalbin bir görevi de burada tezahür eder. Aklî bilginin sonsuza dek ruhla beraber varolması ancak kalbi bir elekten geçmesiyle mümkündür. Hiçkimse ilkokulda çözdüğü matematik sorularını hatırlamaz. Ama en sevdiği arkadaşıyla kopyalaştığı soruyu unutmaz. Ötekini unutturup bunu hatırlatan o olayın duygudan harflerle ruha yazılmasıdır. Biz de tevekkülümüz sayesinde yaşadıklarımızın ruhumuza ne ölçüde yazılacağını seçeriz. Dünyanın üzerimizdeki duygusal baskısını azaltırız. Hâsıl-ı kelam: Varlıkla emanetçi gibi bir ilişki kurabilmek tevekkülle mümkün. Çünkü güvenmek sahiplik yükünü başkasına bırakmaktır.

9 Eylül 2016 Cuma

Tevekkül aslında ne demek? (2)

Mürşidimin 2. Lem'a'da "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." demesi, bence biraz da şununla alakalı: Her günah bir tevekkülün terkidir. Daha evvel de "Tevekkül aslında ne demek?" başlıklı yazımda dikkat çekmeye çalışmıştım. Tevekkül 'amelsizlik' değil, 'amelden sonrasını Allah'a bırakma' da değil, 'niyetle başlayan, amel ediş şekliyle devam eden ve neticeye kadar uzanan' bir süreci Allah'a bırakmadır. Ne demek bu? Mezkûr yazıdan bir alıntıyla izah edeyim:

"Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile."

Yani dinin varlığı topyekün bir tevekküldür. Sırr-ı teklif denilen, üzerine imtihan edildiğimiz şey, sırr-ı tevekküldür. Biz İslamî emirleri/nehiyleri yerine getirirken sonuçlarının kazandıracağı hususunda Allah'a tevekkül ederiz. Aklımız, eylediğimiz her işin sonuçları konusunda bize sağlıklı veriler vermez. (Faizi 'kazandıran' görür mesela, zekatı 'kaybettiren.') O sağlıklı veriler verse de nefsimiz bu verilerle tatmin olmaz. İşte bu noktada, aksi yöndeki tüm yönlendirmelere karşı, Allah'a tevekkülümüzle ayakta dururuz.

Bütünün Rabbi, yani Rabbu'l-Âlemin olan, odur. Bizler parçayız. Aklımızla parçalardan çıkardığımız sonuçlar bütün hakkında yanıltıcı olabilir. Ama bütünün sahibinin verdiği emirler/nehiyler bütün hakkında yanılmaz. Hayır vücudîdir/varlıksaldır ve varlıksal olan da bütüncül veya 'bütüne uyumlu' olandır. Parçanın varlığı ancak bütünle devam eder. Bütünle tekerrür eder. Bütünle anlamlanır. Parça sona erse de bütünün varlığı devam eder. Bütün adına varolanlar veya o bütünde bir anlam bulanlar da, parça olarak sönseler bile, bütünle birlikte varolmaya devam ederler.

Bediüzzaman'ın "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." derken dikkatimizi çektiği de bence budur. Ubudiyet, bütünün anlamı adına yapılan şeydir. Enaniyet, parçaya sahip çıkmak adına girişilen iştir. İnsan varolarak yok olamaz. Ama sahip olarak yok olabilir. 'Fenafillah' olarak tabir edilen o muhteşem makam, madem o makamın ehli hakikaten yok olmamaktadır, o halde dünyanın 'sahiplik cihetiyle' terkidir. Peki, dünya sahiplik cihetiyle nasıl terkedilir? İşte bunu bize tevekkül söyler. İnsan tevekkül ettiği her yerde aslında bir şekilde sahipliğini terkeder.

Bir duvarcı ustası bir mimara tevekkül eder. Böylece yapması emredilen duvardan başka birşeyi kafasında/kalbinde taşıması gerekmez. Ancak bu rahatlığın bedeli aynı zamanda şudur: Mimarın tasarladığı planlar çerçevesinde çalışmaya mecburdur. Eğer tevekkülü terkederse planın da dışına çıkar. Eser bozulur. İşte bu yönüyle her günah o yöndeki bir tevekkülün terkidir.

6. Söz'ün tefsir ettiği, Tevbe sûresinin 111 ayeti olan; "Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler..." aslında bize tevekkülü tarif eder. Biz tevekkülle, yani yolunda amel ederek, canlarımızı ve mallarımızı uğrunda feda ettiğimiz Allah'tan bir cennet alırız. Bunu sadece ahiretteki cennet olarak anlamaz Bediüzzaman, 'beş derece kâr içinde kâr' diye tarif ettiği beş tür cennetten bahseder. Bazıları bu dünyadadır.

Peki, kolay mıdır tevekkül? İçindeki 'firavuncuk'tan vazgeçemeyenler için zordur. Çünkü insan 'deli gibi sahip olma' arzusuyla yaratılmıştır. (Bu yüzden belki de alışveriş yapmak kimilerini rahatlatır.) Fakat, sahip olma arzusuna sahip olduğu halde, sahip olmakla gelecek sorumlulukları taşıyacak gücü yoktur. Neden yoktur? Çünkü birşeyin sahibi olmak aslında onun Rabbi olmaktır. Birşeyin Rabbidir ancak sahibi. Çünkü Rablik, o şeyin muhtaç olduğu her türlü terbiye ve tedarikle maksada sevkedilmesini gerektirir. Peki, insanda sahip olduklarını arızasız bir şekilde maksatlarına yönlendirebilecek bir kudret, bir ilim, bir irade var mıdır? Olmadığını 6. Söz'ün başındaki hikaye anlatır bize:

"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"

Allah bize tevekkül ile sahip olacağımız bir cennet vadediyor. Kur'an'da bu kadar sık tevekkülün vurgulanması da bundan belki. Sahipliğin terki yüklenmekten gelen her sıkıntıdan kurtarır. Günahtan şirke uzanan o korkunç ve korkutucu cendereden çıkmanın yolu, yolun bir yerinde durup, 'bütünün sahibi/Rabbu'l-Âlemin' olan Allah'ın doğru/yanlış dediğinin kanaatimize göre doğru/yanlış olandan daha doğru olduğunu itiraf ve istiğfar edebilmekte. Bu kabulun ardından haketmediğimiz sahipliği terketmeye başlayacağız. Terkettikçe farkedeceğiz ki, hatalar, kendimize yaptığımız zulümler. Taşıyamayacağımız yükleri alıyoruz omzumuza. Başımıza ne gelirse bundan geliyor. Demem o ki arkadaşım: Tevekkül, yükümüzü 'Kadîr-i Külli Şey/Herşeye gücü yeten'e ve Alim-i Külli Şey/Herşeyi en iyi bilene' bırakmaktır. Çünkü ancak onun gücü yeter.

4 Ocak 2016 Pazartesi

Tevekkül aslında ne demek?

"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır." (Tevbe sûresi, 111)

Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile.

Mürşidimin 'iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder' demesindeki sır da budur. Allah'a Allah gibi iman ettikten sonra tevhide iman kaçınılmaz olur. Çünkü ortakları olan bir ilah, kusurlu bir ilahtır ve kusurlu olan zaten ilah olamaz. Tevhide iman etmek de herşeyin Onun kudretinde ve idaresinde olduğunu kabuldür. Bu da bizi 'en doğrusunu elbette O bilir' demeye zorlar. Neden zorlar? Çünkü herşey Onun idare ve tedbirinde ise elbette detaylara ve resmin geneline O daha hâkimdir ve atılacak adımların doğrusunu da yine en iyi O bilir. Bu da bizi bir eşiğe getirir: Teslimiyet eşiği... Fakat teslimiyet eşiğini konuşmadan önce başka bir metne daha atıf yapalım. Zira lazım olacak:

"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Kainatta var olan 'hayır' ve 'şer' Bediüzzaman'ın ifadelerinde kendisini vücudî/varlıksal ve ademi/yokluksal olarak bulur. Yani varlıksal olan hayır, yokluksal olan şerdir. Mesela 'adam öldürmek' yokluksal, 'iyileştirmek' varlıksaldır. Öldürdüğünde o adamın varlığına son vermiş olursun ki, bu yokluksal bir eylemdir. İyileştirdiğinde o adamın vücudunun devamına hizmet etmiş olursun ki, bu varlıksal bir eylemdir.

Tam da burada bir sıkıntı karşılıyor bizi. Bu iki şeyin ikisi de eylemseldir. Yani varlıksal olan da bir eyleme/fiile dayanır, yokluksal olan da bir eyleme/fiile dayanır. Yapmak da bir eylemdir. Yıkmak da bir eylemdir. Bu durum kimi zaman yokluksal ve varlıksal olanı karıştırmamıza sebep olur. Örneğin: Merhamet genelde varlıksal birşeydir. Fakat binlerce insanın katiline merhamet edip bağışlamak ve onun yenilerini işlemesine yol açmak varlıksal mıdır? Elbette değildir. Yine mesela, 'katl' için yokluksal/ademi bir eylem dedik. Peki, böylesi canavar bir insanı öldürmekle onun yenilerini öldürmesine engel olmak yokluksal mıdır? İşte hatlar en çok burada karışıyor. Ayetin devamında 'ölmek/öldürülmek' neden zikredilsin yoksa?

Tevekkülü bir müslüman tam da burada kuşanır. Varlıksalın yokluksala karıştığı, ikisinin de eylemselliğinden dolayı birbirinden ayıramaz hale geldiğimiz anlarda, biz, Allah'ı ve şeriatını kendimize vekil tayin ederiz. Vekil tayin etmek ne demektir? Ona ve seçimlerine teslim olmak demektir. Vekalet verdiğiniz avukat artık sizin adınıza işlemler yapar ve siz kendinizi onun ellerine bıraktığınızdan teslim olmuş olursunuz. Teslimin tevekkülü iktiza edişi buradandır. İyinin ve kötünün birbirine girdiği hususlarda biz kendimizi Allah'ın emir ve yasaklarının kollarına bırakarak tevekkül ederiz. Bu tevekkül, bizim 'göre'mize göre ademi veya vücudi görünen şeyleri terk edip, Onun bize "Şu ademidir! Şu vücududir!" buyurmasını kabuldür. Bu noktadan bakınca neden tevekkülün ilk tanımının bana eksik göründüğünü anlarsınız.

Risale-i Nur'da tevekkül kelimesi öyle yoğunluklu bir şekilde kullanılır ki, eğer salt birinci mana ile yetinirseniz çoğu yerde Bediüzzaman'ın niye öyle söylediğini anlayamazsınız. Hatta "Tevekkül Risalesi" demeyi sevdiğim Altıncı Söz'ün üzerine kurulu olduğu mantığı da kavrayamazsınız. Orada 'satmak' ile kastedilen nedir? İnsan Allah'a nasıl satar elindekini? Bütün bunları anlamak tevekkülü böyle genişlikte anlamakla mümkün. Çünkü "İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır."

Hangisi hayır? Hangisi şer? İkisinin de eylemsel olması bizi kandırıyor. Modern algılar 'doğru' ve 'yanlış' teşhislerimizi yerinden oynatıyorlar. Örneğin: Faiz varlığını arttırıyor görünebilir. Ama Allah zarar verdiğini söylüyorsa kesinlikle zarar veriyor. Tevhid ile iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Onun emrettiği gibi amel etmelisin. Ona satmalısın. Yine mesela: Sadaka da zahiren malını azaltıyormuş gibi duruyor. Fakat Allah arttırdığını söylüyor. Ona iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Ona satmalısın. Çünkü detaylara da, resmin geneline de hâkim olan O. Demek tevekkül, bir anlamda da, parçanın 'göre'sini terkedip Allah'ın emrine yapışmasıdır.

Şimdi ey okuyucu, eğer beni anladınsa, Kur'an'ın veya İslam'ın tarihselliğini savunanların, yani bazı hükümlerin zamanla değişmesi gerektiğini söyleyenlerin nerede takıldıklarını da anlamışsındır. Mesele binbeşyüz yıldır aynıdır. Yıldızböceği ile arı nüansıdır.

"Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...