26 Ekim 2016 Çarşamba

Kadere iman imanın kemalidir 10: Kadersiz tevekkül olur mu?

Bunun daha evvel de altını çizmiştim: Tevekkül sadece sonucu Allah'a bırakma değil, süreci de Allah'ın rızası dairesinde yaşamadır. "Helal dairesi keyfe kafidir..." diyen mü'min, sadece sonuç için değil, süreç için de Allah'a tevekkül etmiş olur. Herbir günah bir tevekkülün terkidir. Helal dairesinin 'keyfe kafi' olduğu veya 'yaşamak için yeterli' olduğu veya 'daha doğru' olduğu yönündeki tevekkülümüzü terkettiğimiz an ayağımızla beraber irademiz de harama gidiyor demektir. Yani, bizi helalde tutan, helalin doğru olduğuna dair tevekkülümüzdür.

Allah'ın 'hayırlı olanı bizden daha iyi bildiğine' dair bilgimiz, bizi, kendi gözümüzün, nefsimizin veya aklımızın aksini söylediği hususlarda bile onun dediğini yapmaya iter. Bütünü bilen odur. Attığımız iyi veya kötü bir adımın gelecekte vereceği sonuçları daha iyi bilen odur. Allah, helali yapmamızı istiyor veya dairesinde kalmamızı emir buyuruyorsa, orada kalmak doğrudur, hayırdır, vücudîdir, varlıksaldır. Teslim oluruz. "Zekat verenin malı artacak!" buyuruyorsa, zahiren zekat malı azaltıyor görünse bile, tevekkül ile zekatımızı veririz. Malımız artar. "Faiz alanın bereketi kesilecek!" buyuruyorsa, zahiren faiz alanın malının artmasına kanmaz, azalacağı yönünde tevekkülümüzle ondan kaçınırız.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir." İşte vücudî görünen 'esası adem'lerin ve ademî görünen 'esası vücudî'lerin bilgisi en doğru şekliyle Allah'ta olduğundan, kısa aklımızın takıldığı yerde reyimizi terkeder, emrine göre amel ederiz.

Tevekkül ile kader arasında tam bu noktadan başlayan bir bağ var bence. Ve ben bu yazıda elimden geldiğince onu anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şöyle bir örneği taşımak istiyorum dünyanıza: Bir avukata vekalet verdiğinizi düşünelim. Bunu neden yaparsınız? Cevap aşağı yukarı şöyle birşey olmalı: Çünkü avukatınız sürecin nasıl işlemesi gerektiğini sizden daha iyi bilmektedir. Ona bıraktığınızda işler daha hızlı ve güzel halledilir. Hem sizin de vaktiniz ziyan olmaz. Yanlış adım atılmaz. Yani tamamen menfaatinizedir bu durum. Tabii bu noktada avukatınıza güveniniz onun iş bilirliği nisbetinde artar. Eğer avukatınız mesleğinde kurdun kurdu bir avukat ise vekalet daha bir gönül rahatılığıyla verilir. Yok, gençten, işi yeni öğrenen cinsindense, vekalet verirken eliniz daha bir titrer. Aklınız daha bir onda kalır. Avukatın cahilliğinden kaynaklanan aksamaların korkusuyla rahatsızlanırsınız. Hatta denilebilir ki: Eliniz velaketi verse bile aklınız ve kalbiniz o vekaleti teslim etmez. Endişeleri gitmez.

Farkettiniz. Aslında buradaki korku tamamen 'bilmeme' korkusudur. İnsan bilmediği şeyden korktuğu gibi işini bilmeyene emanet etmekten de korkar. (Fakültesine yeni başlamış bir tıp öğrencisi tarafından ameliyat edilmeyi göze alabilecek kaç hasta vardır?) Endişenin ucuna takıldığı sual şudur: Avukat bu işi ne kadar bilmektedir? Olacaklara dair bilgisi ne kadardır? Bunu sorarsınız kendinize vekaleti vermeden önce. Bilmedikçe güveniniz azalır. Bilmedikçe müşterisi azalır. Bilmedikçe işin zorluğu artar. Fakat bunun tam tersi olduğunda, yani avukat 'bilme' konusunda güven verdiğinde, içhuzuruyla vekaletinizi verirsiniz. Avukatın iş konusunda giriş-gelişme-sonuç garantisi şiddetlendikçe vekaletinizin de güveni şiddetlenir. Kesin o işi halledeceğini düşündüğünüzde o iş artık sizin yükünüz olmaz. Çünkü güvenmek yükü başkasına bırakmaktır.

Peki, biz Allah'a nasıl tevekkül edeceğiz? Bunu sizin ve benim gibi ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadınca kadere iman edenlere sormuyorum. Soruyu asıl yöneltmek istediklerim kader inkârcıları. Eğer Allah'ın geleceği de geçmiş gibi bildiğini düşünmüyorsak, yani kadere imanımız yoksa, Allah'ın bize Kur'an'da tevekkülü emretmesi yanlış olmaz mı? Bunu istemekle bizden imkansızı istemiş sayılmaz mı? Gelecek konusunda bizim kadar (hâşâ) cahil bir ilaha tevekkül etmemiz, işimizi ona bırakmamız, tıpkı işi bilmeyen bir avukata vekalet vermemiz gibi görünmez mi? Halbuki az önce altını çizdik:

Vekaletin emniyeti/huzuru sonuçların iyi olacağını bilmekle oluşur ve bunun derecesine göre artar. Eğer vekaleti verdiğiniz kişi, vekalet verdiğiniz hususta sizin kadar bilgisizse, ona verdiğiniz vekaletten sonra rahatlamanız mümkün değildir. Onun, buna rağmen, kendisine güvenmenizi istemesinin bir mantığı var mıdır? Gelecek bilgisi olmadan tevekküle bina edilmiş ameller iddia kuponu doldurmak gibi 'şans işi' bir hale gelmez mi? İşte, kaderi inkâr etmek, Kur'an'daki tevekkül emirlerini bu şekilde boşa çıkarır. Zeminini kaydırır. Gelecekte ne olacağını bilmeyen bir Allah'a tevekkül etmenin hiçbir rahatlatıcılığı yoktur. Nihayetinde olacaklar yaşanıp görülmektedir. (Misalen: Tebbet sûresinde Ebu Leheb'in cehenneme gideceğini haber veren Allah, sadece 'tahmin' mi etmiştir, yoksa ezelî bilişiyle gaybdan mı haber vermiştir?)

Biz Allah'a tevekkül ederiz çünkü Kur'an'da da ifade buyrulduğu gibi "Her hayır onun elindedir!" Yapılacak her varlıksal/vücudî işin bilgisi ondadır. Onun takdiriyledir. Onun bilmesiyledir. Onun iradesiyledir. Onun tasarrufundan harice düşemez. Ezel öyle bir manzara-i âlâdır ki, bu ezelî biliş, Cenab-ı Hakka her konuda tevekkülümüzü isabetli çıkarır. Hiçbir oluş Allah'ın bilgisi dışında olmadığından, elbette, ona edilecek tevekkül de oluşun hayır olmasını sağlar. Bilmiyorum ne kadar toparlayıp anlatabildim? Ancak işaret etmeye çalıştığım şu bahisten de anlaşılıyor ki: Kaderin Kur'an'da olmadığını söyleyenler yalan söylüyorlar. Kur'an'ın bize her emri açık veya örtük bir şekilde kadere iman etmemizi zorunlu kılıyor. Tevekkül bunun yalnızca bir örneği. Başka örnekleri siz de tefekkürünüzle bulabilirsiniz. En doğrusunu elbette Allah bilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...