Milli Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milli Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ocak 2020 Salı

Milli eğitim bizi nasıl materyalist yapıyor?

"Allah, bir sivrisineği, hatta ondan daha da ötesi bir varlığı misal vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre saplananlarsa 'Allah bununla neyi kastetmiştir?' derler. (Allah) onunla birçoklarını saptırır. Birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır." (Bakara sûresi, 26)

Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Fakat, bir saniye, bu kadar yukarıdan başlamayalım. Son söyleneceği ilk söylemeyelim. Şöyle bir yerden konuşalım: Yıllar önce okumuştum. Gözlerinizden birisini yitirdiğinizde, Allah korusun, derinlik algınızı da yitirirmişsiniz. Yani derinlik algısını oluşturan şey iki gözle birden görebilmenizmiş. Küçümsemeyin kardeşlerim. Zira gözleriniz, her ne kadar birbirlerine pek yakın dursalar da, başka görüş açılarına sahipler. Arada, ne kadar miniminnacık olursa olsun, bir burnunuz var. Bu ikili bakış hoş nazarınıza bir avantaj sağlıyor. Beyin bu farklı görüntüleri birleştirdiğinde, acaba beyin midir birleştiren, size derinliği de gösterebiliyor. Eğer tek bir gözünüz olsaydı bu derinliği anlamayabilirdiniz. Bu arada: Tek gözümü kapadım ama mevzuu tecrübî anlamda bir noktaya getiremedim. Okuduğumu nakletmekle yetineceğim sadece.

Yok. Yetinmeyeceğim. Asıl mevzu başkaydı. Bu 'derinlik yitimi' meselesinin bana kazandırdığı bir bakış açısı var. Ahirzamanla ilgili, özellikle Deccal'le ilgili, rivayetlere bakarken daha zengin düşünmemi sağlıyor. Zaten mürşidimin de bu rivayetleri ele alış tarzı beni destekler gibi duruyor. O diyor ki mesela: Bu zamanın mimsiz medeniyeti maddeperesttir. Dehası tek gözlüdür. Herşeyi maddede görmeye/çözmeye çalışır. Malumunuzdur: Deccal'le ilgili rivayetlerde de onun bir gözünün kör olacağı söylenir.

Ben de, pek tabiî mürşidimin ayakizlerini takip ederek, Deccal'in tek gözlülüğünden maddeperest medeniyete, oradan da 'derinlik yitimine' doğru yürüyorum. 'Mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' ıstılahlarının ders verildiği her yeri bu körlüğe çalınmış merhemler gibi algılıyorum/okuyorum. "Birşeye o şeyin kendisi için bakmak yüzeyde takılmaktır!" diyorum. "Ondan daha aşkın olana ulaşmak için bakarsan bu defa derinliğe ulaşmış olursun." Ki mana-i harfî de budur. Şeyleri kendilerinden aşkın okumalara tâbi tutmaktır.

Refet abinin sorduğudur: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın; sevimli Re'fet'i kasten görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir; Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

'Bilimsellik' dediğimiz şey aslında bir yüzey bilgisinden oluşuyor. Kat'iyyen dikey bilgisini kabul etmiyor. Kilimciyi görmeden tezgâha bakanın nakışlardaki ahengi 'kilimliğin kanununa' bağlamasına benziyor. Eğer tamamında kırmızının yanına mavi konulmuşsa diyor ki bizimki: "Kırmızının yanına mavi gelmesi kilimliğin kanunundandır." Bir imtihan sırrı olarak sahiden de kırmızı bıraktığı yerlerin yanında mavi yaratılıyor çoğu zaman. O zaman daha bir emin konuşuyor: "Mavi sonuçtur. Kırmızı nedendir. Maviyi yaratan kırmızıdır!" Acaba öyle midir? Bunu görebilmemiz için derinliğe bakabilmemiz lazım. Fakat bilimsellik, şeyleri en yakındaki birlikteliklere/iktiranlara bağlamayı o kadar aşılıyor ki, derinlik nasıl sezilir, nasıl algılanır, tekrar görmekte zorlanıyoruz. Bunu şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim:

Kainatta bir eserin varlık sahasına çıkabilmesi için elbette o eseri netice verecek eylem gerekir. Yani neden ile sonuç arasında 'fiil' vardır. Bu fiil ise üç şeyden oluşur. Yahut da şöyle demeli: Üç şeyin zarureti her fiilin yüzünde okunur. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Hiçbirşey bu üçünün kendine özgü terkipleri olmadan vücuda gelemez. Çay yapacak olsanız mesela: A) Çay yapmayı bilmeniz gerekir. B) Çay yapmayı seçmeniz gerekir. C) Çay yapabilecek kuvvete sahip olmanız gerekir. Lakin bilim bize fiileri böyle göstermez. Ya nasıl gösterir? Bilimsellik fiilerin sadece 'kuvvetle' mümkün olduğuna inanmaktır. En azından doğaya bakarken bu seviyede kalmaktır. Sözgelimi: Yıldızların fiziğini incelediğinizde milyonlarca yıldır süren yanmaların büyük bir düzen gerektirdiğini düşünebilirsiniz. Ancak bu düşünceniz yıldızların nasıl ortaya çıktığını açıklarken işinize yaramaz. Çünkü yüzeyde 1) İlme 2) İradeye yer yoktur.

İlim ve iradenin bu 'istenmezliği' yüzeyin açıklamalarını imkansız kılmasındadır. Arıya balı verdiğiniz zaman bunu kuvvetle yapmak en mantıklısıdır. Ne de olsa arı uçmakta, çiçekten çiçeğe konmakta, sonrada gelip peteğine kusmaktadır. Bunlar onda bir yetkinlik olduğuna öyle-böyle yorulabilir. Ancak balın kimyasının kaldırmak, işte, bu pek ağır yüktür. Arıcığın zavallı kanatları başaramaz. İnsanın bugünkü tecrübesiyle bile başaramadığı bir formülü arının ilim ve irade yönleriyle yüklenmesi mümkün değildir. Bu yüzden matematikte şöyle sorularla karşılaşmak diğer türlüsünden daha olasıdır: "Bir arı üç günde şu kadar bal yapıyorsa beş günde ne kadar yapar?" Gördüğünüz gibi bu kuvvetin sorgulamasıdır.

Eğitim hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Biz hep neyi hesapladık? Hiçbir fizik, kimya, matematik veya biyoloji sınavında bize bir fiile gereken ilim ve irade miktarı soruldu mu? Asla. Asla böyle birşey olmadı. Biz hep kuvveti hesapladık. Gereken enerjiyi ölçtük. Zamana konsantre olduk. Hızı tutmaya gayret ettik. Fakat hiçbir ilim/irade hesabına alıştırılmadık. Bu bizi Deccal gibi körleştirdi işte. Varlık derinliğini kaybetti gözümüzde. Nedenlerin sonuçları yaratabilir olduğu da bu körlükten gelişti. Eşya derinliğini kaybetti. Çocukluktan beri maruz kaldığımız bir beyin yıkamadır bu aslında. Endoktrinasyondur. Seküler endoktrinasyondur.

Makaralar kurulur: "Ne kadar kuvvet gerekir?" Bakkala gitmek icap eder: "Ne kadar lira gerekir?" Suyu kaynatmak lazım olur: "Ne kadar ısıtmak gerekir?" Arkadaşlar, işte, bizi bu şekilde sadece kuvveti hesaplamaya/görmeye alıştırdıkları için bu kadar kolay ateist olabiliyoruz. Çünkü bize senelerce mukareneti yaratılış olarak satıyorlar. Alıştırıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Bu fıtratımız oluveriyor. Ve evet, sırr-ı imtihan gereği, Cenab-ı Hak bu fiilî duaları da kabul ediyor. Suyu ısıtınca neredeyse hep kaynatıyorlar. Makaraları kurunca neredeyse hep kaldırıyorlar. Doğru miktarla gidince neredeyse hep elde ediyorlar.

Fakat, bu bile-isteye aldanış, yine de bir fiilin yoktan sahaya çıkışını ifade etmeye yetmiyor. Yani bir fiil vücuda gelmek için gene ilim-irade-kuvvet üçlüsünü istiyor. Yalnız kuvvetle olmuyor. Lakin dedim ya başta: Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Büsbütün yüzeyi gözden düşürebilseydik imtihanın hikmeti kalmazdı. Büsbütün yüzeyle açıklayabilseydik de hidayetin tesiri olmazdı. Bu böyle sürüp gidecek. Ne akla kapılar kapanacak ne ihtiyar elden alınacak. Talebe talep ettiğine erişecek. Talep ettiği talebeye verilecek. Cenab-ı Hak bizi hidayetine talip etsin. Âmin.

30 Aralık 2012 Pazar

Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı üzerine...


“İstanbul’a geldim, gördüm ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” Bediüzzaman Said Nursî, İçtimaî Reçeteler

Bundan yıllar yıllar önce, daha ortaokul talebesiyken kimya öğretmenimiz Ayşe Hoca’dan bir ihtar almıştım. Sebebi ne şımarıklığımdı, ne de tembelliğimden kaynaklanan bir sorundu. Hayır, hiçbirisi değildi. Sadece derste söz aldığımda müfredatta olmayan şeyler anlatıyordum. Mesela bu uyarıyı aldığım gün de maddenin halleri üzerine işlenen bir derste, dördüncü bir halinin daha bulunduğunu, bunun da plazma hali olarak isimlendirildiğini söylemiştim. (Artık hangi belgeselden, kitaptan duyduysam?)

İşte o zaman Ayşe Hoca artık böyle çıkışlarımdan canına tak demiş olacak ki; bir daha söz aldığımda böyle şeyler anlatmamamı, çünkü bunların müfredatta yer almadığını söylemiş ve beni ihtar etmişti. Ona göre kitaptakini öğrensek ve sınavlarda öğrendiğimiz gibi cevap versek bize yeterdi. Fazlasıyla aklımızı karıştırmaya hiç gerek yoktu. Ben de bunu yapmamalıydım.

Şimdi gülerek o anı hatırlasam da milli eğitim sisteminde en çok törpülenmeye çalışılan yanımızın bu olduğu kanısındayım. Yani, bilimi müfredatın dışında takip edebiliyor olmak. Kitapta öğretilenle yetinmemek. Bu yanımız sınav sınav alınıyor elimizden. Bırakın sınavda bir konuyu farklı bir yorumla ele almayı, müfredattaki bir hatayı düzeltseniz bile, hocanızdan uyarı almanız işten bile değil. Bu yönüyle milli eğitim bizim gelişimimize hiçbir katkı sağlamıyor. Aksine, kitaptakine kanaatkâr hale getirilmiş tembel beyinlerle mezun olmamızı sağlıyor.

Sanıyorum bu noktada en muzdarip bilim dallarından birisi de tarih. Tarih, insanla bağı itibariyle sadece nesneye dair birşey olmadığından, bizde de duygusal karşılıkları bulunduğundan, resmi tarih öğretisi içinde yetişmiş gençlerin duygu durumları da diğerlerinden farklı oluyor. Örneğin; sizin için gayet rahat konuşulabilir ve tartışılabilir olan birşey, onlar için adeta dogmatik bir gerçek addediliyor. Kesinlikle sorgulanmıyor. Hasbelkader sorgulayanlar da en aşağısı alet olmaktan başlayan ve en nihayet vatan hainliğine kadar varan suçlamalara maruz kalıyorlar. Tarih derslerinde, hassaten inkılap tarihi derslerinde farklı düşündüğünü belirten insanlar bu anlattığıma benzer şeyler yaşamışlardır mutlaka.

“İyi de Ahmet, sen de herşeyi eleştiriyorsun. Peki milli eğitimdeki gibi olmazsa ders tarzı, başka nasıl olacak?” diye soracak olursanız, işte tam bugünlerde en azından tarih dersleri noktasında bir metot oluşturabilecek bir kitap okuduğum kanaatindeyim. Kitabın ismi; Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı. Yayınevi; Etkileşim Yayınları. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın yerli/yabancı pekçok akademisyenle söyleşilerinden oluşan bu eser, benim kafamdaki ders sistemine tam isabet ediyor. Neden mi? Bir parça izah edeyim:

Sanıyorum, bizi, ileri yaşlarımıza dogmatik öğretiler taşıyan robotlar haline getiren en büyük etken bilginin tekliği ve yoruma açık olmayışı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; üstüne yeni birşey konuyor ve söyleniyor olamayışı. İsterse NASA’dan onay alsın sözleriniz, eğer müfredatta yoksa, onu yazmanızla sınav kağıdınızda kocaman eksileri görebiliyor oluşunuz. Bizim ilk mücadelesini vermemiz gereken kavga bu: Bilginin sorgulanabilir olması gerek. Bunun da tarih bilimi açısından açık yegane kapısı bilginin yorumlanış şekline bakıyor.

İşte bu kitapta da Ahmet Yıldız; Şükrü Hanioğlu, Kemal Karpat, Mehmet Altan, Mümtaz’er Türköne gibi yerli; John Esposito, Jenny White, Andrew Arato, Alfred Stepan gibi yabancı akademisyenlere aşağı yukarı aynı dönemi (demokrasi tarihimizi diyeyim) benzer başlıklar ve sorular altında yorumlattırarak; özü aynı olan bilgiyi farklı tonlarda nasıl okuyabileceğimizi gösteriyor. Yani düpedüz beynin aktif olduğu ve her okuduğu metinde daha bir heyecanlandığı bir yolculuğa çekiyor. ‘Münazara ve sual ve cevap’ın kapısını açıyor.

Böyle metinleri peşpeşe okumanın şöyle bir faydası var ki; her birisinin bakış açısı, size aynı bilgi içinde farklı yönleri açarak hangisinin tercih edilebilir olduğunu (mecbur etmeden) iradenize bırakması. Yani tek bir resmi öğreti yerine, birçok özgür düşünce adamının öğretisini masanın üzerine yatırmanızı sağlaması. İçlerinden biri veya birkaçını seçmek veya hepsini birden terketmek elinizde. Mantığınız, verileni kabul etmek zorunda değil. Değil, çünkü bazen birisinin öğrettiğini diğerinin bilgisi eşliğinde kendiniz çürütüyorsunuz. Böylesi kitaplarla yetişseydik eğer, bizim uyanık beyinlere sahip olma açısından yaşıtlarımızdan daha yukarılarda olacağımızı düşünüyorum. Söyleşi kitapların kıymetini daha iyi anlıyorum.

Bu kitap belirli bir zaman aralığı için tasarlanmış (genel anlamda böyle, yoksa kişi kişi bazı açılmalar, odaklanmalar var) karşılaştırmalı bir tarih okuması olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin çok açılımcı olduğunu düşündüğüm birkaç isim var bu kitapta, onların okunmasını özellikle tavsiye edeyim. Bir tanesi, Mehmet Ali Kılıçbay; diğeri, Prof Dr. Ayhan Aktar. Bu iki ismin yazısına özellikle bakmanızı öneririm. Bu kitap hakkında söylenecek şey çok, ama anlatmaya o kitap kadar bir kitap daha yazmak gerek. Belki başka yazılar yazarak bu kitaptaki ilgimi çeken bazı konuları işleyeceğim. O suretle bu yazıdaki eksik yan da kaza olur diye düşünüyorum. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...