10 Şubat 2014 Pazartesi

İnsanın canını en çok 'taşıyamadıkları' acıtır

Elhamdülillah demek, nefes almak gibi, rahatlatıcı. Yahut ciğerlerine dolan havayı bir anda özgür bırakmak gibi, saadet vesilesi. Başkalarına da böyle geliyordur tahmin ederim, çünkü çoklarının, içindeki manayı tefekkür etmeden, sırf rahatladıklarını en fıtrî bir şekilde beyan edebilmek; ciğerlerinde kalan havayı, kalplerinde kalan sıkıntıyı dışarıya atıp kurtulduklarını gösterebilmek için onu söylediklerine şahit oldum. Bunu ya ‘elhamdülillah’ diyerek, ya ‘oh’ çekerek, yahut da yalnız ‘Allah’ ism-i celilini telaffuz ederek yapıyorlardı. Önceleri bunu h’nin kerameti sanmıştım.

Hakikaten, ciğerlerden gelen havanın, vatan-ı aslîsi olan semaya dönüş coşkusunun ifadesine en yakın harf gibi geliyordu bana, h. Hatta bu coşkunun şiddetindendir ki, önünde engel kalmıyor, sadece geliş yolunun kenarlarına sürterek çıkardığı ses birikiyordu kulaklarda: ‘hhhhhh...’ İlginçtir, ‘hayat’ kelimesi de bu harfle söyleniyordu. Allah’ın bu gücünü tarif için kullanılan ismi de ism-i Hayy’dı. Buna farklı bir ilave olarak: Bediüzzaman’ın hava ayetinin sırlarını anlattığı nüktesinin ismi ‘hüve’ydi. Hüve Nüktesi’ydi.

Fakat durun, nerelere gittim ben! Bunu konuşmayacaktım aslında sizinle. Benim hakkında mubahese etmek istediğim, hüve’nin veya hayat’ın h’si değil; hamd’ın h’si idi. Zaten başta elhamdülillah ile de bu yüzden giriş yaptım. Dakikat gerek: Abes ile hikmet arasında mesafe yalnız bir israfçıktır. Mübalağa ile aşılır. Tâli olana aşırı vurgu, aslolanı abesleştirir.

Anlattıklarım laf kalabalığı gibi görünse de, sonrasında kalemime dolanacaklarla ilgileri var. Hepten hikmetsiz olmadı girişim. Çünkü ben hamd’ın da tıpkı elhamdülillah derken verilen nefes gibi rahatlatıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Neden mi böyle düşünüyorum? Zira biliyorum ki; övünülecek herşeyin asıl sahibine terki, aynı zamanda, insan için kalbini avuçlayan ağırlıkların da terkidir. Ve insanın canını en çok taşıyamadıkları, yani ‘mış gibi’ yaptıkları acıtır.

Sevmemeli insan iltifatları. Taşıyamadıklarını sevmemeli. Zaten iltifat konusunda evvelden beri insana karşı bir miktar güvensizim. Kanaatimce iltifat, birtakım insanlar için sizi ‘borçlandırma’ yöntemidir. Dikkat edin, kim size azıcık iltifat etse, hakkını veremediğinizi açıklıkla beyan etseniz bile, bir süre sonra iltifatının hesabını sormaya başlar. Karşılığını ister.

“Çok iyi birisiniz!” dedi mesela. Veya “Çok cömertsiniz!” Siz de bunu bir gaflet anında kabullendiniz. Bundan sonra o kişi sizden iyilik istediğinde, yapmayacak olursanız, bu hanenize “Elinden gelmedi” olarak değil, “İyi adam değilmiş!” olarak yazılır. İnsanlar, iltifatları konusunda pek amansızdır. Ederken emin, meyvelerini almak noktasında pek acelecidirler. Neyi, kime atfederek övüyorlarsa, aslında sırtına yük atarlar. İltifat kamburu ederler başkalarını. Onlar da bu yükü kaldıramadıklarını açıkça beyan edecek kadar mütevazi değillerse (burada mütevazi yüce gönüllüye değil, akıllı ve gerçekçi olana karşılık geliyor) o vakit bir ömrü tasannu ile yaşarlar. ‘Mış gibi, miş gibi’ yapar dururlar.

Ben o yüzden, namaza başlarken, daha doğrusu namazın başlarında Fatiha’ya başlarken, âlemlerin Rabbine hamdedilmesini çok hikmetli bulurum. Nihayetinde namaz, kulun, hayatın/kesretin içinde bir nefes almasıdır. Mülkün, melekûtun varlığını hissetmesi, soluklanmasıdır. Elbette böyle bir nefes, bir rahatlama, önce üstündeki kurgu yükleri dünyada bırakmakla mümkün olabilir. Övgüye dair ne varsa hepsinin Allah’a ait oluşu, âlemlerin Rabbi sıfatını da zikretmekle, sadece yükünü değil, başkalarına yüklemekle kendine ve başkalarına yaptığın haksızlıkların da sıkletini bırakmaktır.

Kimi haddinden fazla övdün, bil ki; ona zulmettin. Kimi o övgülerine güvenip fazla sevdin, bil ki; kendine zulmettin. Onun olmayanı ona vermek ve kendinin olmayanı kendine almak, ikisi de hata. Bu hamdların hep iki yüzü var. Bir yanda üzerine yüklenen yükü bırakıyorsun, diğer yanda başkalarına haksızca yüklediğin yükleri omuzlarından alıyorsun. Tek âlem sen değilsin ki. Her insan başka bir âlem. Hatta insanlar sayısınca âlemler var da âlemlerin sayısı insanla sınırlı değil.

Akıllı olan adam görevi olduğu için değil yalnız, canı istediği için hamdetmeli. Çünkü zaten canı onu istiyor. Kâlubela bunu doğrular: Yani canın istediği de, mantıklı olan da, fıtrî olan da, mecbur olunan da Odur. Ah, arkadaşım; Allah kime, neyi sevdirse; muhtaç olduğu için sevdiriyor. Şimdi anladın mı ‘elhamdülillah’ dediğinde neden rahatlıyorsun? Neden hava, hürriyetine uçan güvercin gibi coşkuyla ciğerlerini terk ediyor? Herşey ne kadar ahenkli aslında. Huzursa, bu ahengin keşfi gibi. Uygun adım yürümek gibi. Hâlâ anlamadın mı?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...