Matematik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Matematik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2021 Perşembe

Matematik ilhamdan anlar mı hiç?

Nilüfer Kuyaş Başka Hayatlar'da diyor ki: 

"Felsefeyi de edebiyat merakım sayesinde keşfettim. Edebiyatı farklı açılardan kuşatmayı öğrendim böylece. Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişki özellikle heyecanlandırıyordu beni. (...) Metin nedir? Yaratılma koşullarıyla algılama koşulları nasıl değişir? Felsefe giderek daha çok içine çekiyordu beni. Uzaktan akademik bir hayatın silueti belirmeye başlamıştı. Ama o hayatın bana göre olmadığını çabuk anladım. Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu."

Bu satırları okuduğumda son cümleye epeyce takıldım: "Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu." Kalbimde hakikatini doğrulayan bir şahit buldum. Tecrübenin biberi de katıktı içinde birazcık. Şöyle ki: Geçmişte sunum yapmam istenen etkinliklere yazılar gönderdiğim olmuştu. Fakat emeklerim 'akademik üslûpta olmadıkları için' iade ediliyordu hep. Daha insaflılarsa 'düzeltip göndermemi' rica ediyorlardı. Eh. Evet. Anladınız. Ricaları boşa çıkardım. Gönlüm elvermedi. Başlarına bu niyetle her oturuşumda boğazımı sıkıyorlardı sanki. Dağlarda başınabuyruk yürümeye alışmıştım. Akışımı sırrım belirlerdi. Onların bekledikleriyse dümdüz bir cadde üzerinde yürümek gibiydi. Renksizdi. Mucizesizdi. Hayretsizdi. Beceremedim. Becermeyi istemedim. İstemeyi beceremedim. "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar!" demiş ya Faruk Nafız Çamlıbel. Ne güzel söylemiş. Yakalamış saçlarından. Cidden hakverdim.

Bundan fazlası da var arkadaşım. Ne zaman birisi neyi/nasıl yazmam gerektiğini söylese düşmanı olurum. Çocukluğumdan beri böyle. Sanki herşeyi en başından biliyormuşum gibi. Bu aptalca bir yanılgıdır. Elbette hiçbirşeyi en başından biliyor değilim. İçimde sadece bir sezgi var. Yok. Sezgi de denmemeli belki ona. Bir tanıdıklık. Aşinalık. Edebiyattan bana bahşedilen ilk şey başkalarının güzel cümlelerini farketmekti. Onların güzel olduğunu sanki doğuştan biliyordum. Öğrenmiyordum. Tanıyordum. Matematikle gelen birşey değildi bu. Formülü yoktu. Şablonu yoktu. Fiziği, kimyası, biyolojisi yoktu. Düzensizlik gibi görünen bir düzendi. Kaderce bir aşinalıktı. Bütünlenme hissiydi. O cümleleri güzel yapan anahtar neyse bendeki kilide uyuyordu. Kalbim seviniyordu. Tevhide bir delilim de budur sahi. Ben onları tanıyorum. Onlar da beni. Bu ferah anahtarla kilidin ustasının aynı olduğunu gösterir. Başkaları yapsaydı elbette birbirlerine böyle yakışmazlardı. Evet, arkadaşım, altını iyice çiz bu satırın: Uyum tevhidin bir delilidir.

"İntizamsızlık içinde kemâl-i intizam." Mürşidim bu ifadeyi Kur'an'ın 'cahile dağınık gibi görünen' uslûbu için söylüyor bir. Ayetlerin herbirini yıldıza benzetirken 13. Söz'de, Kur'an'ı da, o yıldızlarla bezeli uzaya bakmak gibi resmediyor. Bir de Hakkın evrendeki tasarrufunda çözemediğimiz hikmetlere bakmamız için kullanıyor benzer tâbiri: "İntizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne!" diyor mesela dağlardan yuvarlanıp düşen taşların sırrını anlatmak için 20. Söz'de. Zaten onun tedrisinde Kur'an kainatı okuyor. Kainat Kur'an'ı tefsir ediyor. İnsanlık da hem okuyor hem okutuyor. Yani okunuyor. Nasıl hem okuyor hem de okunuyor? Taaccüb ettiysen Aleyhissalatuvesselamın sünnetine bak sen. Farketmiyor musun? "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" emrini alan oydu. Ama aynı adla en okunuşlu olan da yine odur.

Madem 20. Söz'ün kapısını çaldık, durmayalım, buradan şuraya da geçelim: Bediüzzaman orada peygamber mucizelerinin de beşer için 'ufuk açıcı' bir mahiyeti olduğundan bahseder. Yani bugün teknoloji diye övündüğümüz ne varsa aslında bir peygamberin mucizesinden ilhamını almıştır. İnsanlığın ufkuna arzusunu o düşürmüştür. Rüyasını o gördürmüştür. Gemiciler Nuh aleyhisselamın öğrencileridir. Demirciler Davud aleyhisselamın çıraklarıdır. Hekimler İsa aleyhisselamın talebeleridir. Saatçiler Yusuf aleyhisselama teşekkür etmelidirler. Uçak mühendisleri Süleyman aleyhisselamın rüzgârı teshir eden mübarek ellerini öperler. Denizaltılarda da Yunus aleyhisselamın balıkla fırtınalı macerasının hatırası-hissesi vardır.

'Edebiyatın geniş nefesini' bilenler söylenene hayret etmezler. Zira duymuşlardır: Jules Verne henüz keşfedilmemiş çok sayıda teknolojik aygıttan bahseder hikâyelerinde. Bunlardan birçoğu ölümünden sonraki yıllarda başarılmıştır. Einstein'ın çağdaşları da onun matematik-geometri gibi konularda çok zayıf olduğundan yakınırlar. Ancak fiziğin topyekün rengini değiştirebilecek hayalgücü ondadır. (Bunlardan matematikçi David Hilbert hatta şunları söylemiştir bir keresinde: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur.") Lemeat'ta geçen 'zihindeki meratip' meselesi kavrandığında bu müşkülün düğümü de açılır. Evet. Yolun başı 'tahayyül'dür. Herşey önce bir hayaldir. Sonra 'tasavvur' olur. Sonra 'taakkul'a geçer. Sonra 'tasdik' edilir. İz'an, iltizam, itikad hepsinin ilerisindedir. Demek ki: Hayale düşmemiş olana itikad edilmez. İhtimali içimize 'acaba' ile ilham edilmezse keşfin perdeleri büsbütün çekilidir. Çünkü varlık sahası tanıtılmamıştır.

Kelamullahın insanlık için önemi de buradan parıldıyor arkadaşım. Hatta bir güneş gibi ışıldıyor. Eğer Alîm-i Mutlak olan Allah, yani ki herşeyin bilgisinin sahibi Zat-ı Ehad, o bilginin gölgesinin gölgesini hayalimize düşürmeseydi biz nasıl yürüyeceğimiz yolu seçebilecektik? Nereye basılacağını, hatta basılacağını, nasıl bilecektik? Onun bildirdiğinden başka bilgi mi vardı? Bilmenin başka bir yolu mu olabilirdi? Hayalden öncesinin formülü yok ki elimizde. Bir fikir yokluktan varlığa nasıl çıkıyor bilmiyoruz ki! Meleklerin Âdem aleyhisselamın üstünlüğünü kabul ederken ettikleri dua hepimize ders. Bize açılan yollar üzerinde yürüyoruz hepimiz. Nasıl açıldığını bilmiyoruz. Neyle açıldığını biliyoruz. Bir dilenci uyanıklığıyla açılacağı sezdirilen kapıda bekliyoruz yalnızca. Açılması için de hayale ihtiyacımız var. Duaya ihtiyacımız var. Dilenmeye ihtiyacımız var. Yazmaya ihtiyacımız var. Evet. Çünkü yazmak da bir duadır. İnsana 'kalemle öğreten' Odur. Öyle ya. Kalemi elimize aldığımızda daha önce aklımıza gelmeyen birçok şey misafir olur fikirhanemize. Kelamullahla meşgul olduğumuzda gönlümüze yepyeni evrenler açılır.

Kur'an'ın mucizeliğini buradan da düşün arkadaşım. Yahut da şöyle diyeyim: Bize Kur'an gibi bir mucizenin bahşedilmesindeki hikmeti buradan da okumaya çalış lütfen: Edebiyatın imkanları eğer insanların aklını/kalbini açıyorsa 'belagatı mucize seviyesinde' bir Allah kelamının açtıkları-açacakları kimbilir ne yüksek boyutlarda olabilir-olacaktır. Bize neler katabilir-katacaktır. Neler değiştirebilir-değiştirecektir. Arada sadece bir perde var: Bizim cahilliğimiz. Hatta daha kötüsü: Cehl-i mürekkebimiz. Bilmediğimiz halde bildiğimizi sanmamız. Kibirli inadımız. Bunu aşmamız da Ehl-i Sünnet ulemanın müstakim eserleriyle mümkündür. Bana sakın meallerden bahsetme. İnsan çevirisinin sınırlılığı içinde Allah kelamının genişliği kavranmaz. Çamurdaki parıltı da güneştendir amma Everest'in başındaki müneccim sana onu çok başka anlatacaktır. Neden topraktan olana bakıp duruyorsun? Hünerliysen rasathane ehline talebe olmaya çalış.

27 Kasım 2014 Perşembe

İslamoğlu Allah'ı aciz bırakabilir mi?

Muhakkak ki, Biz, herşeyi bir ölçüye göre yarattık.” Kamer sûresi, 49. ayet

Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır’da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır.

Atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli ilmî(!) eserindeki ebced/cifir eleştirisine yukarıdaki cümlelerle başlıyor. ‘Kanaatimiz odur ki, Muhtemelen’ gibi ‘bulmadan önce bulacağına zaten iman etmiş’ bilimsel(!) ifadelerini irdelemeyi şimdilik bir kenara bırakırsak, İslamoğlu’nun eleştirisinin daha bu girizgâhtan itibaren ‘hakikati ıskalamış’ olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü İslamoğlu mevzuya başlarken bir dolu dogmasını kabullenmemizi istiyor. Bir sürü ezberini ‘sorgulanmazlık’ olarak dayatıyor. Diyor ki mesela: “Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür.” Siz de bunu böyle kabul edin! Yaaaa… Acaba? Acaba hakikaten öyle midir? Acaba tenkide açık kapı bırakılmayan bu muhteşem tesbit nereye yaslanmaktır?

Daha İslamoğlu bu sorulara cevap vermeyi aklından geçirmeden altını çiziyorum: Bu söylenilenler dogmadır. Zira sayıların ‘gizli hakikatlerin sembolleri olduğunu’ bize ilk öğreten Pisagor değil Allah’tır. Kainatta bilim namına ne varsa, bu matematiksel/ölçülü dengenin üzerine kurulmuştur ve zaten bunların keşfiyle/keşfedildiğince oluşturulmuştur. Bugün fizik olsun, kimya olsun, biyoloji olsun, astronomi olsun (veyahut daha alt kolları/üst dalları olsun) hepsinin bize gösterdiği şey: Allah’ın varlığı sayı sayı, rakam rakam, düzen düzen ifade edebildiğimiz orantılarla, formüllerle, ölçülülükle yarattığıdır.

Kainatı ‘bilinmek’ üzere yaratan Alîm-i Hakîm, elbette, yarattığını da rakam rakam okunabilir kılmıştır. Ve evet, farkettiğiniz gibi, Mustafa İslamoğlu’nu, ‘rakamları gizli hakikatlerin sembolü olarak kullanma yöntemini’ Allah’tan alıp Pisagor’a vermekle itham ediyorum. Çok biliyor olmakla iftihar ettiği Kur’an-ı Hakîm’i daha doğru düzgün anlayamadığını, kavrayamadığını, kuşatamadığını ‘içinde ölçüden bahsedilen her ayeti şahidim tutarak’ yüzüne çarpıyorum. Hatta, mürşidimin diliyle, kainat kitabını da kendisine dipnot gibi hatırlatıyorum:

Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

Peki kainatı kaplayan ‘ölçülülük hakikati’ bize nasıl bir ders vermektedir? Ben şunu alıyorum mesela kendi payıma: Allah, kainatta, bizim rakamlarla ifade ettiğimiz manaların üstüne esma/sıfat bilgisini yüklemiştir. Çiçeğin yaratılışındaki düzen, önce, ilmi gösteren bir ölçülülük içinde tebessüm eder bize. Ve biz bu nizamı rakamla ifade ettiğimiz gibi, formülünü de yine rakamlarla keşfederiz. Yahut da not ederiz. Bu ölçüler altında yüzümüze sanat tebessüm etmeye başlar sonra. Parlar. Ölçülülük öyle bir düzeye varır ki, aklın farkettiği hakikatin dışında, göze de hoş görünen bir hüsne/güzelliğe bürünür. Ziyadeleşir. Sonra o sanat da, yine ister-istemez rakamlarla süslü, daha derin bir dünyaya çağırır sizi. Ta parmak izlerinize, retina kalınlığınıza, genlerinize kadar işlemiş ve sayı sayı okunan, size özel ihsan manaları da içeren, bir zinet/süs ile karşınıza çıkar.

Yani, arkadaşlar, bunların edebiyatını yapmadan önce hep rakam rakam okursunuz hakikatlerini. Ve bilim, rakamlarla (rakamlar bilimin küreğidir) derinleştikçe, yani rakamla ifade ettiğimiz ölçücüklerle yaratılmış bir varlığı önümüze serdikçe, biz de esmaya/sıfatlara uzanan yollar buluruz oradan. Allah’ın marifetine yollar ediniriz. O rakamlar bir şekilde karşımıza çıkar mesela ‘rahmet’ deriz. Başka bir şekilde tebessüm eder ‘cemal’ görürüz. Korkutacak kadar büyüdüklerinde celalle sallanırız, vs…

Sayılardan korkmayalım. Matematik esbaptaki ölçülülüğü ifade ettiğimiz dildir özünde. İnsan kendiliğinden bir matematik icad etmemiştir. Onun yaptığı sadece kainatta olanı keşfetmektir. İnsanı, kendisini tanısın diye yaratan Allah, kainatı da kendisini tanıtacak bir labratuvar olarak yaratmıştır. John Green, Aynı Yıldızın Altında romanında buna ne hoş değinir:

Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.

Aynı şeye, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Robin Collins de şöyle dokunur: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.” Yine aynı kitapta Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunları ekler bu hakikate:

Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım."

Ben işte bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu ‘Allah’ı keyfine göre sınırlamakla’ itham ediyorum. Kendi aklını vahyin rağmına merkeze almakla, vahyin sarahaten “Bende öyle birşey yok!” demediği bir meselede, varolan hadisleri de görmezden gelerek, kainatı matematiksel mesajlarla donatmış bir Allah’ın bunu vahyinde yapmadığını, arayanların da dalalette olduğunu söylemekle, asıl ‘sapan’ın kendisi olduğunu haykırıyorum. Suistimalleri mi gösterecek bana? Birşeyin yokluğuna suistimali ile hükmedilir mi?” diye sorarım ben de o zaman. Hem her ilmin suistimali olabilir. Bediüzzaman da şarlatanların bu ilmi çok suistimal ettiğini söylüyor. Fakat, bir ilmi suistimal, o ilmin reddine karine olur mu?

Piyasada bir sürü yalancı doktorun varolması tıp ilmini revaçtan düşürmüyor. Ebcedin/cifrin suistimalini Hurufîler yapıyorsa biyolojinin suistimalini de Evrimciler yapıyor. Fakat nasıl ki, ikincisinin dalaleti biyoloji bilimini bilim olmaktan tardetmiyor, kovmuyor; birincisinin sapkınlığı da Kur’an’da matematiksel bir mesajının da olmadığı anlamına gelmiyor.

Bir kere sen, hey atanmamış müçtehid, baştan; ‘Allah vahyinde matematik kullanmaz’ önkabulün ile konuşmaya başlıyorsun. Bunu da Kur’an’dan değil Pisagor’u okuduğun yerden çıkarıyorsun. Pekâlâ. Soralım o zaman: Allah senin dogmalarına uymak zorunda mı? Aciz insanlar bile mezartaşlarına böyle sözler/şiirler yazdırırken veyahut çocuklarına doğum tarihlerine denk gelebilen isimler koyabilirken, yani kelamlarına matematiksel arka anlamlar koyabilirken, Allah neden vahyinde bunu yapmaktan aciz kalsın? Sen öyle sanrılıyorsun diye Allah öyle yaratmaktan aciz olabilir mi?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...