arıza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
arıza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2019 Perşembe

Kardeşimiz muhalifimizken neden düşmanımızdan daha çok can sıkar?

Geçenlerde twitter'da birşey paylaştım. Görmüş olanlar tekrar okuyunca hatırlayacaklar: "Doğrularda hırs 'cevap kağıdında kaydırma yapmak' gibidir. Yalancılarda hırs 'kopya çekmek' gibidir. İkincilerin iyi not aldığı görülür de birincilerin geçer not aldığı görülmez!" demiştim. Eh, elbette, bu kapalı ifadelerim 'daha fazla açmam gerektiğini' belirtir sorularla muhatap oldu. Ne diyebilirim? Hakları var. Lakin beni de anlamalısınız muhterem kârilerim. Bazen yazacaklarım hemen o gün dört başı mamur bir şekilde zihnimde toplanmış olmuyor. Zaman içinde 'yazılabilir' bir kıvama kavuşuyorlar. Böyle cümleleri kurmamın sebebiyse üzerlerine işaret taşı bırakmak istemem. Unutmamak için yapıyorum. Yani tekrar dönüp baktığımda mevzuu hatırlıyorum. Not almak gibi birşey sizin anlayacağınız.

Her ne ise. Şimdi kafamdakileri bir nebze daha sistematize ettiğimden gönül rahatlığıyla sizinle paylaşabilirim. Meselenin özü şu: Sosyal mecralarda dikkatimi çeken şöyle bir durumum var. Bazı seküler isimlerin, mesleğime çok muhalif bile olsa, paylaşımlarından pek az rahatsız oluyorum. Ancak kendimle bir meslekte gördüğüm başka isimlerin, diğerlerine göre belki çok daha hafif sayılabilecek, tenkidlerinden epeyce sıkıntılar duyuyorum. Bu neden böyle oluyor veya ben neden böyle hissediyorum? Hem genel temayüle bakıyorum: Başkaları da az-çok bana yakın tavırlar takınıyorlar. Tıpkı bencileyin, onlara karşı öyle, bunlara karşı böyle bir refleks sergiliyorlar.

Halbuki ikinciler onların din kardeşleri. Hem niyetleri de elbette birincilere göre çok sâfî. Hatta belki bu paylaşımların dışında kendilerine büyük muhabbetler de duyuluyor. Peki, o zaman neden ona böyle, buna böyle yapılıyor? Neden ötekine 'küçük görür bir alaycılıkla' diğerine 'büyük görür bir ğayzla' cevap veriliyor? Yaşananların kalplerimizin karalığından, pest ahlakımızdan, düşük seviyeli merhametimizden veya eksik sabrımızdan başka hikmeti var mıdır? İşte, muhterem kârilerim, yukarıda zikrettiğim cümlem buna dair bir tefekkürüme dayanıyordu. İlhamını da yine Risale-i Nur'dan almıştı. "'Aldı' demekle olur mu a şaşkın? Neresinden? Onu da hemen söyleyeceksin!" derseniz çarçabuk döküleyim:

Hani, müellifinin, 'mühim ve müthiş bir sual' diyerek andığı ve cevaplamaya çalıştığı bir soru var 20. Lem'a'nın hemen başında: "Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashâb-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?" İşte, orada, cevap sadedinde 2. Sebeb'te deniliyor:

"Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. Yani, ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir."

Devamındaysa mevzunun mü'minlere bakan tarafına dokunuluyor ve onun da altı şöyle çiziliyor: "Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbini düşünüp tevfikine itimad ederek gittiklerinden, mânen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit, insanların yerine Rabbisine müracaat eder, medet Ondan ister. Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enâniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek, ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîrüzeber olur."

Ben bu analizlerin arkasında ihlasın 'büyük resmi görür' yapısına dikkat çekildiğini düşünüyorum. Yani, ihlas, kişinin 'salt kendi eylemini' değil 'o eylemin büyük resimde gördüğü vazifeyi' de kollamasını istiyor. 'Buz parçalarının havuzda eritilmesi' tavsiyesinde de belki bu var. Bu elbette bir kişiliksizleşme değil. Fakat ayağını atarken yalnızca 'kendi yürüdüğünü' değil 'nereye bastığını' da hesap etme. Beraber yürüdüğün mü'minler arasında yürüyüşünün nasıl bir noktaya tekabül ettiğini de kollama. Mürşidimin, "Mü'minde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir!" derken de, İktisad Risalesi'nde hırsı mü'minler için 'muvaffakiyetsizlik sebebi' olarak gösterirken de söylemek istediği bu belki. İnsan hırslandığı zaman çevresiyle uyumunu kaybeder. Önden gitmeye ve belki çevresini de rızalı-rızasız peşinden sürüklemeye çalışır. Halbuki bizim hakikatimiz uyum üzerinde durur. Fıtratımız dahi uyum üzerinedir.

Yani: Müslümanlar olarak, yalnızca doğruyu söylemekle değil, 'doğruyu hırssız savunmakla da' görevliyiz. Birşeyi hırsla savunduğumuz zaman, o şeyde yanlışı dile getirdiğimizden değil, ama uyumsuzluğumuz da bir yanlışı çağrıştırdığından muhalefet görürüz. Kalbimiz kırılır. Kalpleri kırarız. Çünkü hırsın bir sonucu da yaratılıştaki ilahî düzenden başını çıkarmaktır. Hani yine mürşidim der: "Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz."

İşte siyasî, sosyolojik veya dinî herhangi bir hususta 'vazife-i ilahîyeye karışacak derecede' bir hırsla, yani bunu çağrıştırır bir dil, vurgu veya üslûpla paylaşımlarda bulunmak da 'tertipli eşyadaki manevi basamaklara müraat etmemeye' sebep oluyor. Cevap doğru olsa da 'vaktinden evvel verildiği için' cevap kağıdında kaydırma yaşanıyor. Hepsinin doğru yanıtını bilse bile bu paylaşımların sahibi, cevap kağıdını eline alıp bakanlar, hiçbir soruya doğru cevap verememiş görüyorlar. Yani zann-ı acizanemce bu arıza 'doğrucu hırs'tan kaynaklanıyor.

Diğer tarafta ise yalancının hırsı var. Yalancının hırsının doğrucunun hırsından farkı nedir? Yalancının hırsı izzetsizdir. Eyleme değil sonuca dönüktür. Tek başına ayakta durmayı bilmez. Doğrulanmak için uyumun yardımına muhtaçtır. Yalanının yalan olduğunu en çok kendisi bildiği için ona güvenmez. Destek arar. Manipülasyon, aldatmaca veya algı yönetimi için uygun zamanı kollar. Bu nedenle onun paylaşımları da mü'minleri evvelkiler kadar rahatsız etmez. 'Rahatsız edilmeyecekleri vakitler/tarzlar' kollanmıştır çünkü. Konsantrasyonunun 'büyük resme' veya tabir-i diğerle 'sonuca' yönelik olması onu bir tür ihlas sahibi kılar. Kopyacılık da böyledir. Güvensizdir. Amelde 'yanlış' ama amaçta 'büyük resme matuf' çabalamadır. İyi not aldırdığı çoktur.

Hani başta demiştim ya: İhlas biraz da 'büyük resmi kollamakta' saklıdır. Aynen öyle. Halbuki içimizdeki 'Doğrucu Davudlar' ancak doğruları kabul ettirmeye itibar ederler. Uyumu ıskalarlar. Bu da ihlaslarını kırar. Kabul etmeseler de kırar. Ve Bediüzzaman'ın 'izzetten ihtilaf doğmasını' izah ettiği metin de hakikatini böylece bulur. Subhanallah. Benim 'göre'me göre mesele böyle birşeydir sabırlı kârilerim. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Ve o kardeşlerimize uyumu kollamayı bize de onlara karşı merhametli olmayı nasip eylesin. Âmin.

15 Haziran 2017 Perşembe

Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (3)

Bir önceki yazıda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın gündelik hayatında, insanlarla ilişkilerinde, hatta dinî ahkamı tebliğde dahi 'vahiyden bağımsız' hareket ettiğini/edebildiğini düşünmek bir modern zaman hastalığıdır. Bu ümmete yeni arız olmuştur. Hadislerin ve o hadisler üzerine inşa edilmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadının fısk yollarını kapamasından rahatsız olan, fikren veled-i zina, modernistlerin uydurmasıdır. Bununla şunu murad ederler: Eğer Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi ile Cenab-ı Hakkın hıfz u himayesi arasını açabilirlerse (bunu hakikatte açamazlar ama sizin gönül dünyanızda başarabilirler) o zaman sünnet-i seniyye ile gelen ahkam 'tartışmalı' hale gelir.

Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.

Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:

"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."

Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"

Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.

Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...