Ahenk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahenk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ocak 2016 Çarşamba

İnsan dertleriyle uzaklaştıkça barışır

Yazmak, üzerinde oyalanmaktır. Bir meraklı tedirginlikle etrafında dolaşmaktır yazılacak şeyin. İnsan, yazdığı şeyi daha sanatlı hale getirmez/getiremez bence. Böyle bir gücü yoktur. Yoku bu kadar vücutsuz/sanal bir düzeyde dahi yaratamaz. Üzerinde oyalanmasıyla onda derinleşir. Oyalanmak dua yerine geçer. Dua eğleşmeyi dikkate dönüştürür. Toprak, kaşıkla bile olsun, kazmaya müsaittir. Üzerinde oyalananı bağrına basar. Gün gelir insanı da bağrına basar. İnsan, zaten ortada olanı ortaya çıkarır. Ortada olan malum olan değildir her zaman.

Malumiyet bir keşiftir. Bir arkada bırakmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Farketmek de aslında bir kuşatmadır. İnsanın ortaya çıkardığı herşey kuşattığıdır. Kalıba dökebildiğine bir isim takar. İsim takabildiğini hafızasında/zihninde bir yere bırakır. Bir yere bıraktığında, istediği zaman ona tekrar ulaşır. İnsan, istediği zaman ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Sahip olduğunda ise varoluşunu arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak, fenaya gittiğini hisseden var için bir tesellidir. Kuyuya düşerken kenarlardan tutunma çabasıdır.

Hz. Âdem, talim-i esmayı, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme/varlığını arttırabilme arzusu ondadır. Bizim halimiz de emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi, elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplik hüneri arzulamakla değil elinde tutabilmekle ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamıştır.

Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşey bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı ondan koparmadan isimlendiririz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını isimlendiririz. İsimlendirmek, koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi, emanetleri bulabileceği yerlere yerleştirmeli.) Tarif etmek, aslında aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmaktır. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Aynılık ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır." Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, aynı dili konuşmaktır. Allah'ın yarattığı herşeyin kuşdilini/fıtrat dilini konuşmaktır. Hz. Süleyman (a.s.) kadar barışık olmaktır herşeyle. Ve selam yayılır onların arasında...

Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirdir. Zaman, tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dur. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun? Peki, şimdi? Peki, bir kez daha? Peki, bir kere daha? Peki ya şimdi?"

Peki, bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah, Cenab-ı Hak'tır, çünkü varlığın hakkında yaratıldığıdır. Onun marifeti eşyanın en derin yeridir. Gerçek ancak bu en derin yere doğru eğimliyse hakikattir.

Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudidir/varlıksaldır ve küllidir/bütüncüldür. Şer ise ademi/yokluksal ve cüzidir/parçacıldır. Her varlık derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Aşağıya doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe derinlik deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.

Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Hatta bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin veya hadisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o nazar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader ve hayat kitabı tastamam önümüzde olsaydı, gözümüzü yoran hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki, güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimlerden ibaret olması gibi.

İnsan, dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu, ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar, onlardan uzaklaştığımız için tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın, çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa ve hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları internetten izlerken hayretten ve keyiften başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.

Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa, demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hala onlara. "Nevide celalidir, fertte cemalidir..." Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir?

17 Eylül 2015 Perşembe

Eskimek, uyum sağlamaktır

Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.[1]

Bizde eskimek hep kötü anılıyor. Fakat eskimek aslında uyum sağlamaktır. Kalabildiğini, kabul edildiğini gösterir. Varolan her nesne, bir fıtrî temayül gibi, içinde varolduğu nesnelerle uyum sağlamaya gayret eder. (Tarihî eserler neden güzeldir?) İstediğiniz kadar sıradışı yapılar inşa edin. Onları sıradışı renklere boyayın. Sıradışı kılıflar giydirin biçimlerine. Bir süre geçtikten sonra, nesnenin, çevresine göre büküldüğünü görürsünüz. Bükülmek derken, sadece anladığımız tarzda bir bükülmeden bahsetmiyorum. Mesela; boyadığınız en parlak renkler solar. Yavaş yavaş çevresindeki renklere karışır. Kibri gider, tevazusu artar. "Bana bakın!" demekten vazgeçer. (Tevazu da bir uyumdur.) Verdiğiniz keskin hatlar, biraz da kullanılmanın verdiği yıpranmayla, o keskinliklerini yitirirler. Bazen çukurlaşır, bazen yuvarlaklaşır, bazen kırılırlar. Civarlarındaki sair nesnelerin/hatların devamı gibi olmaya başlarlar. Gözleriniz bile onu sıradanlaştırır.

Etraftaki bitkiler, herşeyin üstünü kapladıkları gibi, o nesnenin de üstünü sararlar yavaş yavaş. Ağır ağır kendileştirir çevre, sıradışıyı. Böcekleri, kuşları, kokuları, sesleri, tatları... Ve daha nice tür eskimeler var ki, aslında, hepsi bir tür uyumun ifadesi. Herşey, biz ne kadar onu sıradışı müdahalelerimizle bozmaya çalışırsak çalışalım, kevnî şeriata uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşlanmak bile bir uyumdur. Yaşlılara biz neden olgun diyoruz? Çevreyle daha uyumlu (mantık da belki bu demek) kararlar verebildikleri için değil mi? Demek ki, insan da zamanla çevresine, daha doğrusu kevnî şeriata uygun adımlar atabilmeyi öğreniyor. İçimizdeki fıtrat, dışımızdaki fıtrat ile sulhün yollarını buluyor. Bana öyle geliyor ki; salt dünya için yaratılmış olsaydık, yani ki imtihan olmasaydı, en doğru formumuz yaşlılıktı. Daha az zarar verdiğimiz, daha az bencil olduğumuz bir devrimizdir çünkü yaşlılığımız. Ve bilirsin: Yaşlının değişmesi de zordur. Çünkü alışkanlıklarının üzerinde yılların izleri vardır.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Pekçok ahlakî öğütün mahiyeti de bu perspektiften bakınca anlaşılıyor. "İsli kazana yaklaşma isi sana bulaşır..." veya "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..." gibi atasözleri bizim 'iradesiz' veya 'akılsız' oluşumuza değil, içimizde varolduğumuz dünyayla uyum arayışımıza işaret ediyor. Çoğu genç, bu sözleri duyduğu anda, aptallıkla veya iradesizlikle suçlandığını sanır. Fakat eskimek/uyum sağlamak insanda bir fıtrî temayül olarak hep varolmuştur. Bunu yaparken yaptığınızı bile farketmezsiniz çoğu zaman. Coğrafyanın karakter üzerinde yaptığı etkiler de bu nevidendir.

Sık rastlanan 'uzun boyluların kamburlaşması' biraz da çevrelerindeki kısalarla sağlamak istedikleri uyumun neticesidir. Eğilerek konuşurlar. O kadar sık yaparlar ki bunu, sonunda vücutları da uyuma geçer. Buradan seni bir ayete de götürmek istiyorum. Nisa sûresi, 140. Diyor ki: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Belki bu da söylemek istediklerime bir karine oluşturur. Neyin içinde eskiyorsan, hem onu normalleştiriyor, hem de ona uyum sağlıyorsun. Çünkü eskimek, uyum sağlamaktır. Zaman, bizi içinde bulunduğumuz ortamın rengine boyayan bir mürekkep gibi. Yalnız kendimize değil, ona da dikkat etmemiz gerek.



[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3; Feyzü'-l Kadîr, 15:776.

22 Mart 2014 Cumartesi

Ahenk bütünün, incelik detayın…

Bana öyle geliyor ki; şirke kapı açan, Allah’ın varlığını bilmemek değil, Allah’ın isimlerini bilmemek de değil; o isimlerin aynı Zat’ın isimleri olduğunu farketmemek. Şirkin asıl membaı bu. Yoksa her insan, her alanda, kendisinden daha üst bir gücün varlığını az/çok hissediyor ve kabul ediyor. Belki farklı isimler veriyor kendince, ama nihayetinde ötesinde/gaybında başka bir iradenin varlığının farkında insanoğlu.

Fakat bir sorunu var: Varolduğunu hissettiği/aklettiği şeylerin aslında bir hakikatin farklı renkleri olduğunu yakalayamıyor çoğu zaman. Kuşatamıyor. Bu nedenle, bence, vahyin hayatımıza kattığı en büyük uyanış: tevhid’dir. (Ve bu uyanışın kıymetinden dolayıdır ki, Kur’an, tevhide çok vurgu yapar.) Yani o hissettiğimiz veya aklettiğimiz ‘görünenden öte güçlerin’ tamamının aynı Zat’ın farklı tecellileri olduğunu bize öğretmesidir. Bu öyle kıymetli bir uyanıştır ki; ben, sırf bunun için bile, bize vahyi indiren Zat’a (c.c.) çatlayıncaya şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Eş’arî itikadına gönlümü yakın kılan biraz da bu: Onun, vahyin kıymetini ve beşerin ‘hakikat arayışında’ aklıyla düşebileceği çaresizliği daha güçlü hissettirmesi. İnzalsiz, kitapsız nasıl bir körlüğe maruz kalacağımızı daha iyi okuması.

Katılır mısınız bilmem, fakat Eş’arî ekolünde Bediüzzaman’ın ‘acz mesleği’ dediği şeye de bir yakınlık hissediyorum. Çünkü ben de vahiysiz akıldan emin değilim. Aczimi, yalnızca kalbimde değil, aklımda da hissederim. Bu yönüyle; meleklerin talim-i esma sırrı karşısında ettiği itiraf ne kadar da yakın gelir bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.”

Belki de bu öneminden dolayı Bediüzzaman da sık sık isimden isme geçiş dersleri verir eserlerinde. Külliyatın üzerinde yoğunlaştığı bir öğe, esmanın talimi ise; diğeri, isimden isme geçişin talimidir. Hatta 24. Söz gibi yerlerde “Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var…” derken, dikkatimizi asıl çekmek istediği şey de tevhidin talimidir gibi gelir bana.

Bir insan, ancak isimden isme geçebilmeyi ve o isimlerin tamamının aynı Zat’ın isimleri olduğunu farkedebilmeyi başarırsa (her isim bir fiilin failidir çünkü) ancak tevhidin huzuruna erer. Yoksa tevhid, esmanın her bir parçasının tek tek fethedildiği ve birbiriyle bağlantılarının yatsındığını bir bilme şekli değildir. Kur’an’daki fezlekelerde bile Cenab-ı Hakkın kendisini tek isimle değil, genelde terkiplerle zikretmesi (bir tanesi yukarıda geçti: Alîm-i Hakîm) bu geçişlerin hatırlatılması noktasında kıymetlidir.

Daha fazla alıntı yapmayacağım. Külliyatı biraz karıştırsanız her yerinde bu ‘geçiş tedrisini’ ders alırsınız. Kanaatimce bu tedrisin en özet tanımı da iki şahid-i sâdık formülünde saklıdır. İki şahid-i sâdık, Bediüzzaman’ın farklı eserlerinde tekrar be tekrar kullandığı bir delildir. Ben buraya 30. Söz’deki şeklini alarak düşünmeye devam etmek istiyorum:

"Her bir zerrede, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şâhid-i sâdık vardır. Evet, zerre, acz ve cümûduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna katî şehâdet ettiği gibi, harekâtında nizâmât-ı umumiyeye tevfîk-ı hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizâmâtı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kanaatimce; şahidlerden birisinin nesnelerin kendilerine, diğerinin ise nesneler arası bağıntılara dikkat çekiyor oluşudur. Yani birinci şahid dikkatimizi zerrenin ‘kendisindeki acze rağmen büyük işler yapmasına’ verirken, diğer şahid zerrenin bu başarısının ‘büyük bir tablonun da parçası olduğunu, yani büyük düzenin içinde uygun adım hareket eden bir parçaya zerre dediğimizi’ bize ders verir. Birincisi kudret dersiyse, ikincisi kontrol/irade dersidir. Metin Karabaşoğlu abinin temsiliyle anlatmam gerekirse: Varlık, bir anda, kontrolsüz bir güç patlaması yaşayan sel değil; kontrollü bir akış yaşayan nehirdir. Ayete’l-Kürsi’de geçen havl ve kuvvet birlikteliği de bunun dersidir. Kuvvet, evet ama iradenin kontrolünde bir kuvvet. Havl’lı bir kuvvet.

Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı eserinde bu nesneler ve nesneler arası bağıntılar üzerine şöyle bir ayrım dersi veriyor bizlere: “(…) Kur’an’ı açıp Keşfu’l-Kelimat’tan (Kur’an Terimleri Sözlüğü) yararlanarak gayb, şehadet, ayet ve sünnet kelimelerini bularak bu kelimeleri inceleyebilir ve böylece Kur’an’ın nelere ayet, nelere sünnet dediğini anlayabilirsiniz. O zaman Kur’an’ın nesneler arasındaki bağıntılara ‘sünnet’ nesnelerin kendisine de ‘ayet’ dediğini anlamış olacaksınız.” Bediüzzaman da sünnettullah’ı, Ali Şeriatî’nin bu tarifine benzer bir şekilde şöyle anlatıyor Mesnevisinde:

"Tabiat, alem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki; ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir."

Şimdi, bütün bunları neden anlattım? Aslında baştaki şeye dikkatinizi çekmek istiyordum sadece; ama bunlarla değil, bir ayetle. Bakara sûresinde geçen bir ayetle. Buyuruyor ki orada Cenab-ı Hakk: “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.”

Ben burada, işte tam da bu ayetin içinde yukarıda konuştuğumuz herşeyin bir özetini görüyorum. Önce nesnelerden birer birer bahsetmek (ayet), farklı farklı özellikleriyle bahsetmek, sonra da onların arasındaki bağlantıya/ilişkiye/dengeye dikkat çekmek (sünnet). Ayetin bize yaptığı tam olarak bu.

Yer yaratılıyor farklı özelliklerle, gök yaratılıyor farklı niteliklerle… Ama nihayetinde ikisi birbiriyle bağlantılı çalışırsa (yağmur ve toprak) oradan hayat varoluyor. İşte bence ayetin bize verdiği özet ders bu arkadaşım: Nesnelerin ayrı ayrı meziyetlerini takdir edip, onların ‘ilah eseri’ olduğunu farkettikten sonra; sakın aralarındaki rabıtayı ve beraberce çalışarak başardıklarını ıskalama! Çünkü asıl tevhid dersini oradan alırsın. Parçaları bir bütünün parçaları olarak görmekten, mana-yı harfî’den. “Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.” Ve böyle bitiyor ayet: “Artık bunu (bu birlikteliği) bile bile Allah’a şirk koşmayın…”

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...