Kaybolmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaybolmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2016 Cumartesi

Mükemmeli aramak kaybolmaktır

"Herşey yokolup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." (Kasas sûresi, 88. ayet.)

Mükemmelin ne olduğunu bilmeyiz. Yaklaştıkça bir serap gibi uzaklaşır bizden. Arayı açar. Bir kızıl elmadır. Mükemmeli aramak kaybolmaktır. Yazma yolculuğumda beni en çok zorlayan şeylerden birisi buydu. Metinlerimin mükemmele ulaşabileceklerini ve ancak ulaştıkları zaman yayınlanmaya değer olduklarını düşünmek, hem yazma süreci boyunca, hem de yazdıktan bir süre sonra ümitsizliğe düşmeme sebep oluyordu. Bu ümitsizlik iki nedendendi.

Birincisi: Metinlerimin olgunlaşması için gereken zaman sonsuzluk gibi uzuyordu. Her 'tamam'ın bir 'daha'sı vardı. (Dahalar bitmiyordu.) Bizzat kendimin ifadelerimden tastamam razı olması mümkün değil gibiydi. Çünkü yazarken ben de değişiyordum. (İnsan her anda başka bir insan değil midir?) Ahmed'den Ahmed'e geçiyordum. Halet-i ruhiyem ile beraber standartlarım ve telakkilerim de kuş gibi daldan dala konuyordu. Ve sonraki Ahmed önceki Ahmed'in cümlelerinden pek de razı değildi.

İkincisi: Yayınlamakla da çilem bitmiyordu. Sona geldiğimi sanmamdan bir süre sonra yeniden 'daha'ların içine yuvarlanıyordum. (Dahalar bitmiyordu.) Metinlerimle bağımı bir türlü koparamıyordum. Eski yazılarım gözümde eskimiyordu. "Şu cümle değiştirilse daha güzel olmaz mıydı? Şurada 've' değil de 'veya' konmalı değil miydi? Şu satırda nokta yerine ünlem işareti koymak gerekmez miydi? Hem şurada... Hem şurada... Hem şurada..." Yeter daaa!

Şimdi bunları dert gibi söyleyince komik duruyor. Belki bazınız içten içe gülüyorsunuz da. Hakkınız var. Gülün bakalım. Tatmayan bu zehri bilemez. Halet-i ruhiyemi ancak şöyle anlatabilirim: Yazılar hiç bitmiyordu. Hiç arkamda kalmıyordu. Hiç kafamdan çıkmıyordu. Başkası için yazması çok kolay yarım sayfalık bir metin bile benim için eziyet oluyordu. Onun 'tamam' olup olmadığından emin olamıyordum. Neden? Tamam 'mükemmel' olduğunda teşhis edilmezdir. Her tamamın bir devamı vardır. Tekrar tekrar bakmaktan, tekrar tekrar oynamaktan, tekrar tekrar düzeltmekten yorulana ve hatta bazen arzu ile başladığım o şeyden nefret edip tiksinene kadar üzerinde gezinmeye devam ediyordum. Bu da üretkenliğimi katlediyordu.

Sonra bir gün mürşidimin bir cümlesine tekrar rastladım. Bana kendi halet-i ruhiyemi anlatıyor gibi geldi. Diyordu ki orada: "Kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider..." Hem yine başka bir yerde bu manayı tamamlar gibi diyordu ki: "Kemâlini kemâlsizlikte (...) bil." Ben bunların ikisini de üzerime alındım. Çünkü işimi güçleştiren mükemmellik arayışının aslında kendimi beğenmişlikten kaynaklandığını farkettim. Metnimin mükemmel olabileceğini düşünmem, bunun peşinde koşmam, aslında bir yazar olarak kendimi mükemmel bulmamdandı. (Veya öyle görünmek istiyordum.) İçimdeki kibir eserimde kusur istemiyordu. Eserimdeki kusur içimdeki kibri mutsuz kılıyordu. Halbuki kusur insanın imzasıydı. Onsuz olamazdım. Demek ki, ben, kendimi 'kendimden öte birşeymiş gibi' beğenmekle belamı bulmuştum. Omzuma taşıyamayacağım bir yük almaktandı tüm çektiklerim.

'Kemalini kemalsizlikte bil'mekle rahatlamaya başladım. (Özgürlük ancak fıtratın sınırlarını tanıyorsa kayışı koparmıyordu.) Yazdıklarıma, ebediyen kalplerde kalacak şeyler olarak değil de, ebediyen kalplerde kalacak şeylere işaret eden geçici şeyler olarak bakmayı başardım. "Odur" demeyi terkedip "Ona dairdir" demeyi öğrendim. 'O' olsaydım kusursuz olmalıydım. Ama eğer sadece 'ona dair' isem işaret etmem yeterdi. Kusur kaldırırdım. Çünkü aslolan ben değildim. Aslolmayana, asla işaret etmek için, bir an-ı seyyale olsun varolmak yeterdi. İşaret, ettiğiyle varolurdu. Mademki ona dair olmuştum, dair olduğum şey varoldukça, ben de onunla varolurdum. Onun kemalinden kemalsizliğim içinde hissedar olurdum. Yeter ki işaret edeyim.

Hem Yalnız Gezerin Hayalleri'nde Rousseau şöyle demiyor muydu: "Hangi durumda olursak olalım, bizi sürekli mutsuz eden, kendini beğenmişliktir. O susup da aklımız konuştuğunda, kaçınmamız mümkün olmayan tüm mutsuzlukların tesellisini buluruz." Varoluşunun 'mükemmellikte' değil 'nihayetsiz kemalde olana işaret etmekte' olduğunu farkedenler için hangi kusur cinnet sebebi olabilir? Kusur kemal sahibine yakışmaz ancak. Bize yakışır. Haketmediğini düşünenler için acıdır musibetler. Layık olmadığını düşünenler için üzücüdür kemlikler. Sınırlarımız canımızı yakmamalıdır. İşaret edenin işaret ettiği şey gibi olmasına gerek yoktur ki. Görevi göstermektir. Bizzat görünmek değil ki.

Bu düşünce beni rahatlattı. Detaylaşmak huzurdur. Bu kemalsizlik (aslında özümle yüzleşme idi) aniden kemalim oluverdi. O günden beridir daha sık yazıyorum. Mükemmellik aramıyorum. Yazılarımın yükünü gemiye bıraktım. Tekrar tekrar dönmüyorum onlara. Bu artık önemsiz geliyor. Zira 'tamam'ım mükemmellik değil yeterlilik. İşaret edebildiysem, tamam. Ardımdan gelecekler sırtıma basıp yoluna devam edebileceklerse, tamam. O bütünde parça olduysam, tamam. Fazlası olmaya ihtiyaç yok. Çünkü bu benden beklenen değil. Ben kusursuz olana 'dair' olabilmek için gelmişim. Kusursuz olmam şart değil.

Bu arada: Dikkatli okursak, Bediüzzaman'ın mektuplarını 'el-bâki hüve'l-bâki' diye bitirmesinde de böyle bir nasihat görebiliriz. İnsan, biraz da yarına daha fazla kalabilmek için yazmıyor mu? İşte, 'el-bâki hüve'l-bâki' diyor ki bize: Nasıl bir metin yazarsanız yazın, o metinden geriye kalacak olan, ona dair olanlardır. Çünkü "Bâki olan yalnız odur." Beşerî işlerinizde bunu aramayın.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Yusuf'un başına kuyu ördüler

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Fakat öyle sanıyorduk. Unutkanlığımız, aldanışımız oldu. Kaybolmakla derinleşmek arasındaki nüansı ıskaladık. İnsan, kaybolduğu yerlerde, düştüğü tekrarlarla ayılırdı. Bir mütemadi aynılıktı aslında kayboluş. İçinden çıkamayıştı. Fakat kesrette öyle boğulmuştuk ki, tekrar ettiğimizi de farkedemiyorduk. Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Her şiir yazışımızda aklımızdan belki on sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Dünyadaki nimetler ne doyumluktu, ne de tadımlıktı. Hepsi farkedimlikti.

Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Yetmiyor, türlü türlü yollarla muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, dilenci kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı. Zatının acınasılığını unuttu çoktan. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden.

"İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Halbuki aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu onla karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki, farkedimlikler tadımlık olursa zengin oluruz. Ancak hiçbir şey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.

Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. Fakat neyde derinleşecektik? "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı." Kazmayı nereye vuracaktık? Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Ama kalmasıdır. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik, ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu. Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: "Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık.

Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar ortaya çıktı. Bunların tamamı 'Define varmış!' söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?

"Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde her birimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir derinlik oluştu. Etrafın yükseldiğinde kendini bir çukurda, sahte bir derinlikte hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf'u (a.s.) kardeşleri kuyuya atmıştı. Yine öyle oldu. Ama bu sefer Yusuf düşmedi. Kardeşleri etrafına kuyu ördüler.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...