Oy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2022 Pazar

Benim oyumla dağdaki kocakarının imanı bir mi?

Muhterem kârilerim, ahirzaman 'tevazunun yol olduğu' değil, 'enaniyetin kol olduğu' zamandır. Bu nedenle âdeminde/havvasında sık sık Aysun Kayacı halleri görülür. Haydi o kadar basite indirgemeyelim. "Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi?" demez elbette. O kadar da açık etmez. Ama dudaklarını hiç kıpırdatmadan şöyle diyebilir: "Şimdi benim imanımla kocakarının imanı bir mi?" 

Tabii canım. Kolay mı öyle! Sen o kadar evrimin(!) son halkası ol. Doğrusal tarih anlayışına binip medeniyetin zirvesine kurul. Ay'a çık. Füze at. Topu tut. Twitter'dan twitle. Facebook'tan canlı yayına gir. İnstagram'da balık dudaklı hikâyeler paylaş. Sonra bunlardan haberdar dahi olmayan kocakarı takma dişleriyle gelsin seni geçsin. Yakışır mı? Olabilir mi? Cık, cık, cık. Neler neler başarmaktadır ahirzaman kişisi. Neler neler okumaktadır. Neler neler yemektedir. Nereleri nereleri gezmektedir. Hatta bir tarafını hiç kaldırmadan gözü dünyayı dolaşmaktadır. Bütün bunları başarmışken, şimdi... Ya hiç olur mu öyle şey. Hiç. Yaaa!

Aman muhterem kârilerim. Sakın ağzınızdan "Hadis var!" falan diye birşey kaçırmayın. Hâdise çıkar sonra. Bunlar 'hadis' kelimesini duydular mı peşine 'e'yi yapıştırmadan duramazlar. Ortalığı yıkarlar. Kafalarına uymuyorsa ne münasebet efendim. Olamaz öyle birşey. Bir çukur psikolojisidir yaptıkları. "Çıkamıyorsan cennetin orasıdır." Yahut da şöyle: "Nefis evimiz. Enaniyet babamız." O nedenle ulemanın da hasbelkader ağzından kaçırdığı 'kocakarı imanı' övgülerini sindiremezler. Ne demektir canım o öyle? O kadar okuduktan sonra? Şu kadar bildikten sonra? Bu kadar akademik ünvandan sonra? Boru mudur bütün bunlar? Değildir.

Bediüzzaman bir yerde der ki: "Neticenin kayyûmu imandır." Ve ekler: "Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür." Bu elbette Aysungillere, estağfirullah, ahirzaman âdemlerine/havvalarına ters gelir. Onlar bilgiyle iman arasındaki ilişkinin sadece 'birisinin diğerini inşa ettiği' zemin olduğunu sanırlar. (Yani doneleri danone kadar beyazdır.) İmanlı olmakla delilleri farketmenin ilgisi olabileceğine inanmazlar. 'Bitarafane muhakeme' tuzağına düşmüşlerdir çünkü. Nötr bir duruşla herşeyin çözüleceğine kanaat getirmişlerdir. Yine mürşidimin söylediği hiç hatırlarına gelmez: 

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." 

Hem mürşidime göre 'ibadetlerini yerine getirmek dahi' insanın kainat algısını değiştirir: 

"Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemâl-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Zaten ahirzaman sapmasının bir nedeni de gözlemcinin kendisinin de üzerinde tasarrufta bulunulan birşey olduğunu görmezden gelmesidir:

"Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

Buradan felsefecilerin bilimadamlarını çok hırpaladıkları bir mevzuya sıra gelir: "Gözlem kuram yüklüdür." Bilim adamının analizleri acaba inançlarından ne kadar etkilenmektedir? Yorumlarının ne kadarı 'arzuya fikir sûreti giydirme'dir? Bu etkilenir olma halinden ne derece kurtulabilirler? Eğer mutlak bir şekilde kurtulmak mümkün değilse, o zaman ilimle-bilimle yapılan şey, herkesin iman ettiği şeyi aramasından ibaret değil midir? Ki genelde de süreç böyle işler. Önce tahayyül seviyesinde "Bu böyle olabilir!" diye başlayan umut-umuş, eğer sarfedilen mesai maksûda götürürse, itikada dönüşür. İlk atom bombasının öncesinde 'patlayabileceğine' duyulan iman vardır.

Elhamdülillah. Ulemamız kocakarı imanının övülmesindeki sırrı tam kavramışlardır. Onlar, bilginin bir tür laik alanda algılandığı çağımızda yaşanacaklardan, sanki birebir kendileri yaşıyorlarmış gibi, korkmuşlardır. Evet. Kabul edelim. Bugünün dinî öğrenimi 'yaşamak' amacından uzaklaşmaktadır. Mahsulümüz ne yazık ki sıkıntılıdır. Hatta, aksine, 'entelektüel tatmin' gibi dünyevî amaçların aracı olmuştur bilgi. Hal böyle olunca da, 'kayyum iman' aradan çıkmış, 'kime hizmet edeceğini şaşırmış done' avare dolaşmaktadır ortalıkta. Maalesef, oryantalistlerin kuyruğuna takılmaya meyyal çokları oryantalistleşmiş, dinlerine taraftarlıklarını yitirmekte gavurlara benzemişlerdir.

'Oryantalist' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Öyle oryantalistler vardır ki, İslam ilahiyatına dair vukûfiyetlerinde, bizim ilahiyat profesörlerini ceplerinden çıkarırlar. Fakat kalplerinde 'kayyum iman' olmadığından dolayı doneler ışık saçmaz. Bir nur yakamaz. Kur'an hafızı dahi çıkar belki içlerinden, ama, 'La ilahe illallah!" demeyi dağdaki mü'min çoban kadar başaramaz. Evet. Biz de aynı eşiğe geldik işte. Şimdi Aysunluğumuzu yapabiliriz. Söyleyebiliriz: Dağdaki çobanın kelime-i tevhidi Oxford'daki oryantalistinkiyle bir değildir. Hak ikisini bir saymaz. Çünkü mü'min çoban imanıyla, imandan gelen taraftarlığıyla, söyler. Oryantalistin ise, haydi nefreti olmasa bile, taraftarlığı yoktur. Tarafsız(!) bir bilimadamıdır. 'Bitarafane muhakeme' ne kadar mümkünse tabii.

Peki bizim ulemamız kocakarı imanını överken neyden korkuyorlar? 

Allah Allah. Bunu sahiden biz mi soruyoruz? Hocalık ilmine sahip nicelerinin ayaklarının kaydığını gördüğümüz bu asırda? "Ben oldum!" diyenlerin cesetlerini saymaktan yıldığımız bu zamanda? Bilmek (daha doğrusu bildiğini sanmak) imtihanını veremeyenlerin cehl-i mürekkep intiharını hergün gördüğümüz bu uçurumda? Doğrusu, kârilerim, en az bizim sormamız gerekirdi. Ama işte gözlemci kendinin de gözlendiğini unutuyor. Doğrunun mihengini etkilerden azâde saydığı kendisi sanıyor. Doğruyu arayanın da doğruluğunu kollaması gerektiğini hesap etmiyor. Maşaallah ulemamıza ki onlar hesap etmişler. Yüzbin ilim içinde yükselirken dahi kocakarı imanındaki taraftarlığın kadr u kıymetini unutmamışlar. Kendi oylarını dağdaki çobanın oyundan, estağfurullah, kendi imanlarını bir kocakarının imanından daha korunmuş saymamışlar.

Bu bahtiyar tereddüt kadar insanı sırat-ı müstakimde tutan birşey var mı? Veya tersinden söyleyelim muhterem kârilerim: "Bana artık birşey olmaz!" diyen kadar ölmeye müsait başkasını gördünüz mü? O halde artistliğimiz kime? Öyle ya: İmanda esas olan kalbî taraftarlıktır. Bu taraftarlığı korumadıktan sonra bilmek de tuzaklaşır. 'Bitarafanelik' avareliktir. Aslı kaybedenin kazandığı olmaz. İstersen yüzbin kitap okumuş ol. Müslümana lazım olan itikaddaki istikameti koruyamamışsan, hayattaki iltizamı olan takvaya sahip değilsen, 'entelektüel tatminin' seni nereye götürür? (Doğru cevap: Cehenneme.) Evet. Ulemamız kendilerine bu hadisi o sebepten hatırlatmışlar. Nefislerine ayar vermişler. Ucbun tehlikesini gidermişler. Yüzbin tebrikler olsun cümlesine... 


21 Şubat 2019 Perşembe

Seçimler de "Allah bir!" diyor

Arkadaşım, İbrahim aleyhisselam, neden diğer bütün putları kırdı da en büyüğüne dokunmadı? Neden baltasını onun boynuna asarak kavmine "Belki büyükleri yapmıştır!" diye cevap verdi? Öyle ya. Başka tebliğ metodları da kullanabilirdi. Örneğin: Hepsini kırdıktan sonra "Kimin yaptığını kendileri söylesin!" diyebilirdi. Veya, hepsini kırdıktan sonra, "Nasıl şeylere tapıyorsunuz ki bir insanın gücü hepsine yetiyor!" diyebilirdi. Veyahut, en büyüklerini kırdıktan sonra, "Diğerleri neden bir olup abilerini koruyamamışlar?" diye sorabilirdi.

Bunlar gibi nice yolları deneyebilirdi. Fakat öyle yapmadı. Diğerlerini kırdı. Ve işin sonunda baltasını da en büyüklerinin boynuna astı. Suçu üzerine attı. Kavmini bu suçlama eşliğinde bir sorgulamaya davet etti. Dedi: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"

Seçimler yaklaştı ya insanın aklı başka çalışıyor. İşte Ahmed kardeşiniz de sürecin etkisiyle Enbiya sûresinde geçen bu kıssayı farklı bir perspektiften görmeye başladı. Fakat, sakın sakın, daha en baştan bir 'aman' dileyelim! Bu yazıda hiçbir güzide partimizi töhmet altında bırakmaya niyetimiz yok. Bizim derdimiz günceli bir basamak kılıp ayetlerin semasına çıkmak. Sandıktan çıkacakla bir ilgisi yok bu yazının. Oy, parti, siyaset, politik mesaj derdi yok. Başarabilirse, İbrahim aleyhisselamın kıssasından bir parmak daha bal alıp, mübarek ağızlarınıza çalacak. Tevfik ise her zaman Allah'tandır.

Evet. 'Seçimler' diyorduk. Çağrışımlarına geri dönelim. Görüyorsunuz kardeşlerim. Demokratik sistemde devletin gücünü yönetmeye aday birçok siyasi oluşum var. Bu oluşumlar öyle de oluşumlar ki, irili-ufaklı, iyili-kötülü, uzunlu-kısalı, ittifaklı-ittifaksız, çeşit çeşit türleri var. Ancak genel resme baktığımızda şu dikkatimizi çekiyor: İttifak halinde olanların içinde dahi aslan payının kime düşeceği bir gerilim meselesi. Yani güç sahibi olmak öyle birşey ki, ortak kabul etmiyor, kardeşi bile kardeşine küstürüyor. Hatta Bediüzzaman'ın deyişini hatırlarsak: "En ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor."

Şirkin doğasında var bu: Boğuşmak. Yine Enbiya sûresinin, İbrahim aleyhisselamın kıssasıyla bizi buluşturmadan önce, buyurduğu "Eğer, yerle gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yokolurdu!" hakikati hemencecik kendisini gösteriyor. Hatta şunu söyleyebiliriz biraz cür'etle: Demokrasi tam da bunun üstünde duruyor. Birkaç yılda bir gücün sınırlarının belirsizleşmesi, sahipliğe aday kişi ve partilerin yarışına, yarış sırasındaki performansları da gücün ve liderliğin kimde emanet kalacağına karar veriyor. Tabii bir de halkın oyları var. Nihayetinde performans değerlendirmesinin jürisi demokrasilerde halk oluyor. Kimse de kendisine gelebilecek bir oyu başkasına bırakmak istemiyor.

Hemen burada İbrahim aleyhisselamın kıssasına geri dönelim. Ve kıssanın öncesinde zikredilen ayetle birlikte okumasını yapmaya çalışalım. Baltayı büyük putun boynuna asmak kavmin dikkatini neye çekmek olabilir? İlahlığın şanının ortak kabul etmemek olduğuna, böylesi bir koalisyon tahayyülünde en güçlünün "Yeter ulan sizden çektiğim!" diyerek ötekileri berhava edeceğine ve gücü tekeline almaya çalışacağına işaret olabilir mi? Hatta Bediüzzaman'ın yukarıda yarımca alıntıladığımız tesbiti de İbrahim aleyhisselamın hareket şeklinin içeriğini bize izah ediyor sayılabilir mi? Bakalım:

"Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et."

İşte yaklaşan seçimler üzerinden biz de bu hakikate çıkmaya çalışalım. Gücün sahipliği konusunda partilerin birbirlerine karşı takındıkları tavrı görelim ve aciz, zayıf, yardıma muhtaç insanda cereyan eden bu halin; kudreti, ilmi, iradesi sonsuz 'sözde ilahlar düzleminde' nasıl tezahür edeceğini düşünelim. O zaman ayet-i kerimenin bize söylediği sırra dokunacağız bence: "Eğer, yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu!"

Evet. Yer ve gök yokolurlardı. Çünkü sonsuzlar. Sonsuzluğun sınır tanımamasının gereği olarak birbirlerine işgal etmeye çalışırlar. Tasarruflarında birbirlerine karışırlar. Hem halktan istedikleri ibadet, şükür, dua gibi şeyleri de, tıpkı partilerin oyları paylaşamaması gibi, paylaşamazlar.

Öyle ya. Hangisini hangisi yaratmıştı? Hangisi için hangisine teşekkür edilecekti? Elma için edilecek şükür yağmur tanrısının(!) mıydı yoksa toprak tanrısının(!) mı? Yoksa güneş tanrısının(!) da bu işte bir payı var mıydı? Nihayetinde sözümüz dönüp dolaşıp yine mürşidimin dediğine geliyordu:

"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi?"

Vermez elbette. Büyüklüğünün şanı böyle iktiza ettiği için vermez. Hikmeti bunu gerektirdiği için vermez. Kudreti buna muhtaç olmadığı için vermez. Ve İbrahim aleyhisselam, belki de, bu sırrı kavmine hatırlatmak için baltayı götürüp en büyüklerinin boynuna asmıştı. Rakiplerinin ayağını kaydırmak en çok ona yakışırdı çünkü. En çok o 'ilahlığının şanı olarak edilen' ibadetleri bölüşmek istemezdi. En çok o 'makamında ortak' istemezdi. En çok o 'hükümranlığını paylaşmaya kapalı' olurdu. Durduğu yerin bir hakikati olsaydı tabii.

Arkadaşım, bu gözle bakınca, şu seçim sürecinin hırgürü dahi bize Allah'ın tekliğini, vahdetini, ehadiyetini anlatmıyor mu? Bak ortalıktaki gerilime, kavgaya, strese. Azıcık ilmi, aklı, iradesi, gücü, istenci olan canlılar bile gücün sınırları belirsizleştiğinde sahibi olmak için birbirlerini yiyorlar. İbrahim aleyhisselamın baltayı boynuna astığı put diğerlerini çiğ çiğ yemez miydi? Yiyebilseydi tabii. Ne diyordu Allah'ın halili en nihayet kavmine: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...