Hz. Ebu Bekir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Ebu Bekir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2016 Salı

Bir günde hain olunmaz

Miraç hâdisesinin ardından yaşanan bir hâdise daha var ki, sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.) efendimin kemalini değil, mü'minin kemalinin kaynağını da bize ders veriyor. Evet, sıddıkiyet 'kendi kaynaklarından beslenmekten' gelir. Hz. Ebu Ebekir (r.a.) efendim, miracın yaşandığına inanmak için "Bunu o mu söylüyor?" diye sormakla yetinmişti sadece. Bu soruya verilen olumlu cevap miraca inanması için yetmişti. Ayrıca bir delil aramamıştı inanmak için.

Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."

Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.

Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.

Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.

Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."

Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.

Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.

Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.

15 Ekim 2013 Salı

Kim daha fakir?

Hayret ettiğim bir sahnedir: Tebük gazvesi öncesinde, sahabeyi yardıma çağırdığında Allah Resulü; Hz. Ömer'in (r.a.) durumu, Hz. Ebu Bekir'den (r.a.) daha müsaittir. Ve Hz. Ömer efendim, bu durumu, kardeşini hayırda geçebilmek için bir fırsat olarak kullanmayı düşünür. Mal varlığının yarısını eve bırakır, gerisini Allah Resulüne teslim eder. Allah Resulü sorar:

"Evde ne bıraktın ya Ömer?"

"Bir bu kadarını da evde bıraktım" diye cevap verir. Daha sonra Hz. Ebu Bekir, bağışıyla gelir. O da aynı sorunun muhatabı olduğunda cevabı şöyledir: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım." Ve kaynaklar bize anlatır ki; hayır yarışında Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceğini, Hz. Ömer, o olaydan sonra anladığını ifade eder.

Ama bir dakika, Hz. Ömer neden böyle bir yargıya ulaşır? Getirdiği mal, Hz. Ebu Bekir'in getirdiğinden daha az olduğu için mi? Gelir seviyesi asla Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceği için mi? Hayır, belki Tebük'te yaptığı bağış bile Hz. Ebu Bekir'in getirdiği miktardan fazladır. Belki Hz. Osman ve Abdurrahman bin Avf Hazretleri gibi nicelerinin yaptığı bağışlar da Hz. Ömer'inkinden kat kat fazladır. İşin hakikati böyle bir nicelik/kemiyet ayrımından kaynaklanmıyor olmalıdır. Peki sırrı nedir?

Kanaatimce; aslında Hz. Ömer, Resulullahın hakikat çeşmesi kelamından Allah'ın rızasının hangi soruda saklı olduğunu anlamıştır. Allah'ın rızası "Ne kadar getirdin?" sorusunda değil; "Evde ne bıraktın?" sorusunda saklıdır. Eğer rıza bu soruda saklıysa; evinde, Allah ve Resulünden öte birşey bırakmayanlar, niteliksel olarak niceliği hep bastıracak; belki getirdiği yarım hurma ile başkasının yüz devesini geçmeyi başaracaklardır.

Bu hadiseyi her hatırlayışım bana "Asıl zengin kim?" veya "Hakikatte fakir olan hangimiz?" sorusunu sordurur. Zenginliği, mal varlığının çokluğu ile tarif edişimiz, fakirliği de 'elinde daha az mülk olan' olarak çıkarır karşımıza. Sözlüklerde bile anlamı böyledir fakirliğin bizde. Fakat Allah, sahip olduklarımızın tamamına kıyasla vazgeçebildiklerimizi ölçüp ona göre cömertliğimizi değerlendiriyorsa; rakama dayalı bütün nicelik kıyaslamalarımız tersyüz değil midir? O zaman hakikatte fakir/zengin olan kimdir?

"Hakikatte fakir kimdir?" ve "Fakirliğin Kur'anca tarifi nasıldır?" sorusunun cevabını Bediüzzaman'ın önce Nurun İlk Kapısı'nda, daha sonra 5, 10, 21 ve 23. sözlerde kullandığı bir misalde bulurum ben. Serçe kuşu misalinde...

Bediüzaman, o sözlerde sırlı bir şekilde saadet-i hayat cihetiyle karşılaştırır iki canlıyı; yani insanı ve serçe kuşunu. Ve insanın, eğer yalnız maddi yönüyle (hayat-ı hayvaniye) ele alınırsa, asla serçe kuşuna yetişemeyeceğini beyan eder. Normal şartlarda, kafamızdaki eski karşılıklarıyla düşünülse; bu kıyaslama şaşırtıcı, hatta tuhaftır. Hayattan bin türlü zevk almaya müsait bir yapıda olan insanın, saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşunu geçemiyor oluşu, hikmetli olmaktan ziyade, laf-ı güzaftır. Hakikat neresindedir bunun? Fakat bir saniye: Acaba saadet-i hayat, yalnız alınan lezzetlerle mi ölçülür?

İşte Bediüzzaman'ın benzetmesinde insanı uyandıran nüans budur: Saadet-i hayatı, yalnız alınan lezzetlerle ölçmek yanlıştır. Daha açık bir ifadeyle; hedoist bir algı, hayatın kuşatıcılığı içindeki saadet kavramını karşılamaya yetmez. Çünkü haz, saadet-i hayatın bir öğesi olsa da (Nurun İlk Kapısı'nda altını daha açık çizdiği gibi) bütününü kuşatamaz. O, bir geniş kavram olarak içinde izzeti, teavünü, ğınayı, merhameti, hatta tecelli eden esma sayısı kadar rengi/cihazatı barındıran bir dairedir. Örneğin; hayattan haz yönüyle neler tadarsa tatsın, eğer izzeti tamam değilse bir insanın, o bir rahatsızlıktır. O saadet, yarımdır. Ve bu yönüyle saadet-i hayatın açlığı, fakrın dairesi kadar geniştir. Peki, kim daha fakirdir?

Elbette ihtiyacı daha çok olan... Fakrın Kur'anî karşılığı aslında ihtiyaç çokluğudur. Kimin ihtiyacı daha çoksa, o daha fakirdir. Bakınız, tarifimizin kökenine tekrar dikkatinizi çekiyorum. Kim daha güçlüyse değil; kim daha çok muhtaçsa, o daha fakirdir. Bu ihtiyaçlarını karşılamaya gücü yetiyor olsun veya olmasın, fakirliğine nakıse getirmez. Bütün ihtiyaçlarını karşılamaya zahiren gücü yetiyor olsa da fakirdir. Zira fakirlik, güçten bağımsız olarak bir muhtaçlık tarifidir.

Bu nokta-yı nazardan meseleye bakılacak olursa, zenginlik tarifimiz de değişir. Elinde daha çok mal olan, güçlü olan değil; daha az şeye muhtaç olan zengin olur böylece. Fakat aslında fakrın karşıtı olan kelime de zenginlik değil, ğınadır. Ğına, karşıladığı mana ile fakrın zıttı olmaya daha müsaittir.

Böyle bir ölçüyle; bir kaya parçası, bir ağaçtan; bir ağaç, bir hayvandan; bir hayvan da, bir insandan daha az fakirdir denilebilir. Çünkü muhtaç oldukları şey sayısı, taş parçasından insana doğru gelinirken giderek artar. Sahip oldukları güç itibariyle bakıldığında tersi gibi görünse de; muhtaç olduğu şey sayısındaki yükseklik, insanı hepsinin yanında fasfakir yapar.

Ve bu fakirliğinden dolayıdır ki; saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemez. Çünkü serçe kuşu daha az şeye muhtaç olmakla ondan daha zengindir. Ve o, daha çok şeye muhtaç olmak cihetiyle (yani saadet-i hayatı tam almak için tatmin etmesi gereken daha çok yönü, sırrı, duygusu, latifesi olmak cihetiyle) asla serçe kuşuna ulaşamaz. Arayışı bir açlık gibi hep omuzunda olur. Hep bir tatminsizlik yaşar. Benliğini doyuramaz. Neticesinde hem insana, hem serçe kuşuna irşad-ı nebevice sorulsa; evinde daha az şey bırakmaya fıtratı müsait olan, serçedir. İnsan değildir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...