İmkan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İmkan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2024 Cuma

Marvel neden ahirete değil de paralel evrenlere inanıyor?

"Bir evren vardır. Çünkü onu gözlemleyecek bir tanrısal varlık da vardır. (...) Bir diğer deyişle: Ağaçlar avluda varolmayı (kimse bakmadığında da) sürdürür. Çünkü tanrının kendisi bir kuantum gözlemcisi olarak dalga fonksiyonunu yıkmak üzere her zaman oradadır."
Michio Kaku, Paralel Dünyalar'dan.


Bu sıralar Marvel'ın en çok telkinine çalıştığı mesele 'paralel evrenler.' Hemen hemen her filmlerinde, hatta sözde 'evrim'den dahi daha vurgulu şekilde, bu paralel evrenler mevzuu işleniyor. Peki bunu neden yapıyorlar? Bahanelerden komik olanı, kurmacalarının, akl u mantıkla açıklanamaz şekilde çeşitlenmesi. Yani her yeni Marvel yapımında, aynı serinin filmlerinde bile, o kadar birbirine uyumsuz şeyler yaşanıyor ki, bu garipliklerin içinden çıkabilmek ancak 'sonsuz sayıda paralel evren' itikadına sahip olmakla mümkün görünüyor. Böylece şaşkınlığa düşmüş seyirciye şöyle diyebiliyorlar: "O geçen sefer yaşananlar başka bir evrende yaşanmıştı. Şimdi anlattığımız ise bambaşka birisinde. O yüzden onunla bunu tartmaya, karşılaştırmaya, barıştırmaya çalışma. Bırak, sal kendini, sal aklını, sal mantığı. Tutarsızlıkları irdelemeden, düşünmeden, kaşımadan izle. Yoksa, mazaallah, delirebilirsin."

Daha ciddi olanıysa bir parça kuantum fiziğiyle ilgili. Nasıl? Michio Kaku'nun Paralel Dünyalar eserinden alıntılar yaparak kavramaya çalışalım. O bir yerde diyor ki:

"Einstein'ın denklemleri, zamanın başlangıcındaki herhangi bir mantıklı Omega değerinin bugün neredeyse sıfır olması gerektiğini ortaya koyar. Büyük Patlama'dan bu kadar milyar yıl sonra Omega'nın halen 1'e böylesine yakın olması ancak bir mucize sonucu olabilir. Buna kozmolojide 'ince ayar problemi' deniliyor. Tanrı ya da bir tür yaratıcı, Omega'yı, bugün neredeyse 0,1 olan değerine olağanüstü yakın bir şekilde 'seçmek' zorundaydı. Bu da Omega'nın bugün 0,1 ile 10 arasında olması için Büyük Patlama'dan bir saniye sonra 1,00000000000000 olması gerektiği anlamına gelir. Bir diğer deyişle, zamanın başlangıcında Omega'nın değeri, kavranması çok zor olsa da, yüz trilyonda bir içerisinde 1 rakamına denk gelecek şekilde 'seçilmeliydi.'"

Şu 'seçilme' işi avucunuzda dursun, sıkıca tutun, şimdi 'çoklu dünyalar kuramı'nın kimileri için nasıl bir kaçış yolu oluşturduğuna bakalım:

"Zaman paradoksunu çözmenin ikinci yolu da, zaman, sakince iki nehre ya da kola çatallanarak, iki ayrı evren oluşturursa mümkündür. Bir diğer deyişle, zamanda geriye gitseydiniz ve doğmanızdan önce ebeveynlerinizi öldürseydiniz, genetik olarak ebeveynlerinizle aynı olan ve sizin hiç doğmayacak olduğunuz alternatif bir evrendeki insanları öldürmüş olurdunuz. Ancak orijinal evreninizdeki ebeveynleriniz bundan etkilenmeyecektir. Bu ikinci hipoteze 'çoklu dünyalar kuramı' adı verilir ve bu olası tüm kuantum dünyalarının varolabildiği düşüncesidir. (...) Böylece bu paradoks belki de kuantum kuramındaki en derin soruna gider: Bir kedi aynı zamanda hem ölü hem de diri nasıl olabilir? Bu soruyu yanıtlamak için fizikçiler iki hiç olmayacak çözümü gözönünde bulundurmaya zorlanmıştır: Ya hepimizi tepeden izleyen bir kozmik bilinç (tanrı) ya da sonsuz sayıda kuantum evreni vardır."

Yani, ya oluşlardan en hikmetlisini seçen birisi olmalı, yahut da ihtimallerin tamamı istisnasız vücud bulmalı. Ancak ihtimallerin tamamı varolurken de kimse kimsenin kuyruğuna basmamalı. Evet. İşte, konuyla ilgili başka bir alıntı daha geliyor, ama bu sözler Michio Kaku'ya değil Andrei Linde'ye aittir:

"Bir insan olarak benim için gözlemcilerin yokluğunda evrenin burada olduğunu iddia edebilmek anlaşılır değildir. Evren ve biz biraradayız. Evrenin herhangi bir gözlemci olmadan varolduğunu söylediğin an, ben, bundan herhangi bir mantık çıkartamam. Bilinci görmezden gelen 'tutarlı herşeyin kuramını' hayal edemem. Kayıt cihazı gözlemcinin görevini yerine getiremez. Çünkü kayıt cihazında yazılı olanları kim okuyacak? Birşeyin olduğunu görmemiz ve birbirimize söylememiz için bir evrene, bir kayıt cihazına ve bizlere gereksinim vardır. Gözlemcinin yokluğunda evrenimiz ölüdür."

Michio Kaku'nun Andrei Linde'nin bu sözlerine parantez içi katkısı da ilginçtir:

"Fiziğe bilinci katmaktan hoşlanmayan kimi insanlar kameranın bir elektronun yapacağı gözlemi yapabileceğini iddia eder. Böylelikle dalga fonksiyonları bilinçli varlıklara başvurmadan da çökebilir. Ancak o zaman kameranın varolup olmadığını kim söyleyecek? İlk kamerayı 'gözlemlemesi' ve dalga fonksiyonunu güçten düşürmesi için bir başka kamera gerekecek. O halde, ilk kamerayı gözlemlemesi için ikinci bir kameraya, ikinci kamerayı gözlemlemesi için üçüncü bir kameraya ihtiyaç vardır. Derken bu böyle sonsuza kadar gidecektir. Demek ki dalga fonksiyonlarının nasıl çöktüğüne ilişkin soru kameralarla çözülemez. (...) Wheeler, Ay'a, bir gökadaya ya da bir atoma baktığımızda özlerinin içlerinde sakladıkları bilgide olduğunu iddia eder. Ancak bu bilgi evren kendisini gözlemlediğinde açığa çıkıp varolur. Evrenin tarihini temsil eden döngüsel bir diyagram çizer. Evren başlangıcında gözlemlendiği için varolma durumuna geçmiştir. Bu, evrenin 'verisi (bit)' gözlemlendiğinde 'varlığın (it)' meydana geldiği anlamına gelir. O buna 'katılımcı evren' adını verir. Tıpkı evrene uyum sağlayışımız gibi, evrenin de bize uyum sağladığı, varlığımızın evreni mümkün kıldığı düşüncesidir."

Bir tür 'Levlake levlak...' sırrından mı bahsediyoruz? Belki de. Fakat durmayalım. Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg'in şu ifadeleri de manidardır:

"İnsanlar olarak evrenle özel bir ilişkiye sahip olduğumuza, insan yaşamının ilk üç dakikaya dayanan kazalar zincirinin aşağı yukarı 'gülünç' bir çıktısı olmadığına, aksine bir şekilde ta en başında dahil edilmiş olduğumuza inanmak neredeyse karşı konulmaz birşey."

Ancak elbette 'çoklu evren kuramına' sığınarak bu karşı konulmazlıktan kaçmaya çalışanlar da vardır:

"Rees'e göre, antropik ilke, çoklu evren için en etkili savunmalardan birisidir. Tıpkı, Goldilocks bölgelerinin varlığının Dünya için Güneş Sistemi'nin dışındaki gezegenler anlamı taşıması gibi, evren için olan anlamı da paralel evrenlerdir. Rees 'Eğer koca bir yığın giysi varsa içlerinden uyan bir takım bulmaya şaşırmazsınız. Herbiri ayrı sayı dizileri tarafından yönetilen birçok evren varsa içlerinde yaşam için uygun olan özel sayı dizisine sahip bir tane de olacaktır. Biz işte ondayız...' yorumunda bulunur. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, evrenimizin bu şekilde olmasının nedeni büyük tasarımdan değil, çoklu evrendeki birçok evrende bulunan ortalamalardan yasasından dolayıdır."


Mürşidim, 33. Söz'ünde, 30. Pencere'de diyor ki:

"Gelelim imkân bahsine. Mütekellimîn demişler ki: 'İmkân, mütesâviyü't-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icad edip teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcibü'l-Vücud vardır ki bunları icad ediyor.' Devir ve teselsülü, on iki burhan, yani arşî ve süllemî gibi namlarla müsemmâ, meşhur on iki delil-i kat'î ile devri iptal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler; silsile-i esbabı kesip Vâcibü'l-Vücudun vücudunu ispat etmişler.

Biz de deriz ki: Esbab, teselsülün berâhiniyle âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has sikkeyi göstermek daha kat'î, daha kolaydır. (...) Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekâsında hadsiz imkânat, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücutça muntazam bir yolu takip ediyor. Herbir sıfatı da, mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekâsında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi böyle bir tahsisle veriliyor. Demek bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir Mucid-i Hakîmin icadıyladır ki, hadsiz yollar içinde hikmetli bir yolda onu sevk eder; muntazam sıfâtı ve ahvâli ona giydiriyor.

Sonra infiraddan çıkarıp, bir terkipli cisme cüz yapar; imkânat ziyadeleşir. Çünkü o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki, neticesiz o vaziyetler içinde, neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki, mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor. Sonra, o cisim dahi diğer bir cisme cüz yaptırılıyor; imkânat daha ziyadeleşir. Çünkü binlerle tarzda bulunabilir. İşte, o binler tarz içinde birtek vaziyet veriliyor, o vaziyetle mühim vazifeler gördürülüyor, ve hâkezâ... Gittikçe daha ziyade kat'î bir Hakîm-i Müdebbirin vücub-u vücudunu gösteriyor, bir Âmir-i Alîmin emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiplerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, mütedahil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor..."


Anlaşılan o ki, kuantum fiziğiyle ateistçe ilgilenenler, kelam ulemasının 'imkan delili' dediği şeyin eşiğinde takılıyorlar. İhtimaller içerisinde en hikmetlisinin vücuda geldiğini söylemek, onları, 'seçici' yani 'el-Mürîd' olan Allah'ı kabule zorluyor. Dalga fonksiyonun kırılmasını başka şekilde açıklamak güç duruyor. Ancak şeytan inatlarının kulağından tutup onları dalalete sevkediyor: "Ya bütün ihtimaller birden varolduysa? Ya biz sadece birisinin içindeysek? Ya ihtimaller sayısınca paralel evrenler varsa?" Böylece seçici bir ilahın yükünden(!) kurtulmuş sayıyorlar kendilerini. Seçmeye gerek yok. Çünkü hepsi var. Peki gidip gören var mı? Yok. Deneyleyen var mı? Cık. Hangi eserine şahit olunuyor? Hiç. Fakat, ateiste vehmi kâfidir, kâfire hayali de yeter. Böylece bâtıl bir itikat sahibi oluyorlar evrene dair. Ve sinemayla yeni nesillerin de zihinlerine aşılamaya çalışıyorlar bu itikatlarını. Eh, öyle, ağaç yaşken eğilir.

Halbuki, ihtimallerin tamamının, belki sonsuz sayıdasının ayrı ayrı vücudları olduğunu varsaymaktansa, içinde yaşadığımız oluş şeklinin takdir ile yaratıldığını derketmek daha mantıklıdır. Ötekisi varsayımdan öteye gidemez. Ancak berikinin bizi davet ettiği mucizeler hergün şahit olduğumuz şeylerdir. Evrenin başından sonuna devam eden bir düzen vardır. Bu düzen rakamlara sığmayacak kazaların, zar atışların, tesadüflerin sonucu teşekkül edemez. Düzen düzensizlik üzerinde yükselemez. Düzeni vareden ancak düzenliliğin ne olduğunu bilendir. Kainatın tılsımı Ondan kaçınmakla değil Ona kaçmakla açılır. Yine Paralel Dünyalar'dan bir alıntıyla bitirelim yazıyı:

"Stephen Hawking'in eski öğrencisi, Alberta Üniversitesi'nden Don Page, 'Evet, kesinlikle ortada bir amaç olduğunu söyleyebilirim. Amaçların tümünün neler olduğunu bilmiyorum. Ancak içlerinden biri yoldaşlık etmesi için insanı yaratmasıydı. Daha büyük bir amaç, tanrının yaratımının, yine tanrıyı yüceltmesi olabilir...' demişti. Page, tanrının yapıtını, kuantum fiziğinin soyut kuralları arasında bile görür: 'Fizik yasaları bir anlamda tanrının kullanmayı seçtiği dilbilgisi ile karşılaştırılabilir gibi görünür.'"

Tamam, çok uzattık, toparlayalım: Marvel'dan izlerken dikkatli olmakta fayda var arkadaşım. Çünkü onlar sadece birer film değil. Aynı zamanda bâtılın inanmaya mecbur olduğu herzelerin telkincisi. Taşıyıcısı. Öğreticisi. Hazırlayıcısı. Hüda etkilerinde kalmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

4 Ekim 2018 Perşembe

Sonuçlar Allah'tansa nedenler neden var?

"Sebepler neden var?" diye kendime sorduğumda (ah, evet, bazen böyle şeyler de soruyorum kendime) öncelikle şöyle bir cevap alıyorum: Biz sebeplerle yaratılışa muhtacız. Evet. Körkütük muhtacız hem de. Çünkü 'yoktan yaratılışı' anlayacak bir kapasiteye sahip değiliz. Elbette kainatın böyle bir yaratılışa ihtiyaç duyduğunu seziyoruz. İzlerini görüyoruz. Anların, yüzlerin, seslerin, hatta parmak izlerimizin sahip olduğunu 'orijinallik' meselenin bir yoktan yaratılışa dayandığını hissettiriyor.

Daha önce olmayan şeylerin varolduklarına şahitiz. Daha önce akla gelmeyen fikirlerin geldiğine şahitiz. Daha önce kurulmamış cümlelerin kurulduğuna şahitiz. Bu yeni varlıklar, fikirler, cümleler 'yapıtaşları olarak' daha önce varolan şeyleri kullanıyor olsalar da, son aldıkları biçimde eşssizler. Orijinaller. Başka bir yerden kopyalanmış değiller. Bu da kulağımıza onların 'yoktan yaratıldığını' fısıldıyor.

Evet. Benden önce çok sayıda Ahmed varoldu. Doğru. Kabul. Fakat tıpkı ben gibi bir Ahmed daha varolmadı. Ben olduğum Ahmed olmada orijinalim. Benzerimden alıntılanmış değilim. Bu bir yoktan yaratılış habercisi. Beni 'ben' yapan şeylerin en azından bir kısmı 'daha önce varolmamışların' âleminden geldi. Geldi ki, beni, 'daha önce varolmamış bir Ahmed' yaptı. Bunun başka açıklaması yok. Ancak onun detaylarına inebilecek bir aklımız da yok. Yok. Çünkü yokluğun bilgisi bizde yok.

Yokluğun bilgisi bizim de yok olduğumuz zamanın bilgisidir. Bu bilgi bizim gaybımızdır. Cenab-ı Hak, ezelî-ebedî olarak, bizim yokluğumuzun bilgisine sahiptir. Ancak biz kendi yokluğumuza dayanan bir bilgiye akıl erdiremeyiz. Ki erdiremiyoruz da. Big-bang gibi teorilerle eşiğine kadar gelsek de o eşikten içeriye adım atamıyoruz. 'Nasıllığına' kafa yoramıyoruz. 'Keyfiyetini' tefekkür edemiyoruz. 'İçeriğine' inemiyoruz. Bunları yapamamamız da doğal. Çünkü orası bir tür 'uluhiyet' bölgesi.

Fakat Allah'ı da bilmemiz lazım. Bu, mürşidimin tabiriyle, şiddet-i zuhurundan bilinemeyen Zât-ı Zülcelal'i anlamak için berzahlara, ara âlemlere, geçiş süreçlerine ihtiyacımız var. Aklımız bu kadarını kaldırabiliyor. Tıpkı, edebî bir eseri okumaya başlamadan önce, her çocuğun hece talimi yapması gibi bir talimden geçmeliyiz. "Aaaa-liii tooo-puuu aaaat!" Cümle aslında böyle değil. Daha kısa. Biliyoruz. Fakat o kısaya varmadan önce dolaşılması gereken uzun pratikler var. Bence, sebepler de işte aynen böyle, kısayı öğrenmeden önce dolaşmamız gereken uzun yolları gösteriyorlar. Evet, biz, Onu bilebilmek için Onun tarafından lütfedilmiş pratiklere muhtacız.

İşaratü'l-İ'caz'da Fatiha'yı tefsir ederken 'hakaik-ı nisbiye' diye tabir ettiği birşey var Bediüzzaman'ın. Yazıyı uzatmak pahasına bir miktar alıntı yapacağım: "Hakaik-i nisbiye denilen şeyler kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vâhid in'ikâs etmiştir. Hakaik-i nisbiye büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür." Şimdi, bencileyin bu metni anlamak için, şöyle bir örneğe uzanalım:

Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Hiç bulut yok. Tamamen masmavi gökyüzü. Ben gelip size sorsam: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?" Nasıl cevap verirsiniz? Kafanızda nasıl bir derinlik oluşur? Bir de aynı soruyu şöyle bir tabloda size yönelttiğimi düşünün: Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Havada aşağıdan uçan küçük kuşlar var. Daha yukarılarında uçan kartallar var. Daha yukarılarında bulutlar var. Daha da yukarıdan bir uçak geçiyor. Ay da bir parça görünür olsun. Ve ben size yine soruyorum: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?"

Gökyüzü her iki halde de derin. Her iki halinde de aynı derecede yüksek. Fakat siz, pek maşaallah ve ne yazık ki, insansınız. Bilmek için nisbetlere muhtaçsınız. Gökyüzünün hakaik-ı hakikiyesi binlerce kilometre ise de (bu rakamı salladım) sizin onu farkedebilmeniz mümkün değil. Çünkü açık hava kıyaslama imkanı vermiyor. Semada başka bir detay bulunmadığı için bir nisbet bağı kurarak ölçünüzü ortaya koyamıyorsunuz. Yeterince açamadıysak bir tanesinde daha şansımızı deneyelim:

Ömrünüzde metre diye birşey görmemişsiniz, bilmemişsiniz, duymamışsınız. Ve dünyadada hiçbir yükseklik yok. Herşey düz bir zemin üzerinde. Dağ yok. Tepe yok. Çukur yok. Ve ben karşınıza dikilmiş soruyorum: "Boyum ne kadar?" Herhalde bu soruya cevabınız şöyle olurdu: "Neye göre ne kadar?" Çünkü boy bilgisini üzerine bina etmek için de bazı temel ölçüleri kabul etmek gerek. Metre böyle bir kabuldür. Eğer beni birkaç insanla daha yanyana görseniz ve onlara nisbetle boyumu söyleseniz bu bir kabuldür. Üşenmeyip karışla ölçseniz bu dahi bir kabuldür. Her şekilde, nisbet edilecek bir temel 'birim'i belirlemediğiniz sürece, ölçümü tamamlayamazsınız. İnsanın ölçme yeteneği baz alacağı birimlere muhtaçtır.

Baz alacağı birimler çeşitlendikçe de ölçümleri çeşitlenir. Metreyle başka, karışla başka, adımla başka, kulaçla başka, parmakla daha da başkadır. Hakikatte o şeyin boyu olduğu şey kadar olsa da, ki zaten öyledir, nisbî olarak bu sayı fazlalaşır. Hatta diyebiliriz ki: Nisbet ettiğiniz şey kadar o şeyin boyu vardır.

Esas konumuza geri dönelim: Herşeyin yoklukta eşit olduğu bir düzlemde insan yoktan yaratılışı nasıl ölçebilir? Bir dağın yokluğu ile bir insanın yokluğu arasında yokluk açısından bir farklılık var mıdır? Şeyler birbirlerinden farklı derece de mi yok olurlar? Bence herşey hiçlikte eşittir ve "Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir!" (Lokman sûresi, 28) gibi ayetler bu 'yokluk eşitliğine' dikkat çekerler. Yokluktan çıkarılmada bir-bin farkı yoktur. Çünkü baz alınacak bir 'varlık tabanı' yoktur. Nisbet imkansızdır. Tek açıklama sonsuzluktur. Sonsuz bir kudreti olmayan birisi tek bir zerreyi bile yokluktan varlığa çıkaramaz. Çünkü tek bir zerre yokluğa çıkışta herşeyle eşittir.

Evet, biraz dağıttığımı görerek, ama bundan kaçınamayarak, şuraya geleceğim: Biz Allah'ı yoktan yaratışıyla tanımakta zorlanırız. Çünkü yoktan yaratılışı anlayabilecek melekelere sahip değiliz. Çünkü sınırlıyız. Çünkü mahlukuz. Çünkü yokluk aynı zamanda bizim de yok olduğumuz bir düzlemi ifade ediyor. İnsan olmadığı yerin bilgisine de sahip olamaz. Ancak, o Rahman u Rahim, lütfediyor. Bize 'onu bilebilmenin' yollarını açıyor. Nasıl? Zâhirde sebepleri kullanarak. Neden-sonuç ilişkisini yoktan yaratılışın üzerine bir perde gibi asarak. Bu bağlar sayesinde biz bir 'nisbet imkanına' ulaşıyor ve bu yolla Allah'a dair marifetler geliştirebiliyoruz.

Yoksa bitmiştik. İşte, biz böylece Allah'ın kudretini, ilmini, iradesini ve bütün sıfatlarını/isimlerini 'aklımızın bir derece kavradığı şu yatay düzlemde' bir yere koyabiliyoruz. Kendimizce bir tanıma kavuşturabiliyor, anlayabiliyor, anlatabiliyoruz. Elmanın yaratılışının 'yoktanlığını' değil de ağaç, toprak, bahar, güneş, yağmur vs... bir dizilim içinde tefekkür edebiliyoruz. Bu da Allah'ı tanıyabilmek için bize bir imkan sağlıyor. İşte, baştaki heceleme yapan çocuk gibi, "eeeel-maaaa, aaaa-ğaaaç, toooop-raaak..." diyoruz. Aslında o cümle daha kısa ama bizim talime ihtiyacımız var.

Bir de meselenin şöyle bir yanı var: Eğer sebepler olmasa biz Allah'ın yaratışının azametini de anlayamazdık. Yoktan yaratılışı kuşatamadığımız için onda Allah'ın haşmetini görmemiz mümkün olmazdı. Veya görsek bile tek şekilde görürdük. Fakat şimdi büyük büyük döngülerde, kocaman kocaman değişimlerde, devasa devasa sistemlerde, bir kere değil bin kere, aklımızın ulaştığı her farklı şekilde Allah'ın büyüklüğünü görüyoruz. Yani: Hemen "Sorumlusu Mehmettir!" diyen bir cümle yerine uzun/muhteşem bir kurgu içinde bizi "Sorumlusu Mehmettir!" demeye götüren bir romanı (hem de ne roman) okuyoruz. Ve en sonunda diyoruz: "Vay be, ne kitap yazmış, ne yazarmış ama!" Evet arkadaşlar, bazen yazarlar, bu tür cümleleri kurdurabilmek için sizi yüzlerce sayfa ile oyalarlar. O oyalama hikmetlidir. Bence kainatta sebeplerle olan ilişkimize ve sebeplerin Allah'ı anlamadaki imkanlarına da böyle bakabilmeliyiz. Ve şükretmeliyiz. Onlar engel değil imkan.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...