Engel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Engel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ekim 2018 Perşembe

Sonuçlar Allah'tansa nedenler neden var?

"Sebepler neden var?" diye kendime sorduğumda (ah, evet, bazen böyle şeyler de soruyorum kendime) öncelikle şöyle bir cevap alıyorum: Biz sebeplerle yaratılışa muhtacız. Evet. Körkütük muhtacız hem de. Çünkü 'yoktan yaratılışı' anlayacak bir kapasiteye sahip değiliz. Elbette kainatın böyle bir yaratılışa ihtiyaç duyduğunu seziyoruz. İzlerini görüyoruz. Anların, yüzlerin, seslerin, hatta parmak izlerimizin sahip olduğunu 'orijinallik' meselenin bir yoktan yaratılışa dayandığını hissettiriyor.

Daha önce olmayan şeylerin varolduklarına şahitiz. Daha önce akla gelmeyen fikirlerin geldiğine şahitiz. Daha önce kurulmamış cümlelerin kurulduğuna şahitiz. Bu yeni varlıklar, fikirler, cümleler 'yapıtaşları olarak' daha önce varolan şeyleri kullanıyor olsalar da, son aldıkları biçimde eşssizler. Orijinaller. Başka bir yerden kopyalanmış değiller. Bu da kulağımıza onların 'yoktan yaratıldığını' fısıldıyor.

Evet. Benden önce çok sayıda Ahmed varoldu. Doğru. Kabul. Fakat tıpkı ben gibi bir Ahmed daha varolmadı. Ben olduğum Ahmed olmada orijinalim. Benzerimden alıntılanmış değilim. Bu bir yoktan yaratılış habercisi. Beni 'ben' yapan şeylerin en azından bir kısmı 'daha önce varolmamışların' âleminden geldi. Geldi ki, beni, 'daha önce varolmamış bir Ahmed' yaptı. Bunun başka açıklaması yok. Ancak onun detaylarına inebilecek bir aklımız da yok. Yok. Çünkü yokluğun bilgisi bizde yok.

Yokluğun bilgisi bizim de yok olduğumuz zamanın bilgisidir. Bu bilgi bizim gaybımızdır. Cenab-ı Hak, ezelî-ebedî olarak, bizim yokluğumuzun bilgisine sahiptir. Ancak biz kendi yokluğumuza dayanan bir bilgiye akıl erdiremeyiz. Ki erdiremiyoruz da. Big-bang gibi teorilerle eşiğine kadar gelsek de o eşikten içeriye adım atamıyoruz. 'Nasıllığına' kafa yoramıyoruz. 'Keyfiyetini' tefekkür edemiyoruz. 'İçeriğine' inemiyoruz. Bunları yapamamamız da doğal. Çünkü orası bir tür 'uluhiyet' bölgesi.

Fakat Allah'ı da bilmemiz lazım. Bu, mürşidimin tabiriyle, şiddet-i zuhurundan bilinemeyen Zât-ı Zülcelal'i anlamak için berzahlara, ara âlemlere, geçiş süreçlerine ihtiyacımız var. Aklımız bu kadarını kaldırabiliyor. Tıpkı, edebî bir eseri okumaya başlamadan önce, her çocuğun hece talimi yapması gibi bir talimden geçmeliyiz. "Aaaa-liii tooo-puuu aaaat!" Cümle aslında böyle değil. Daha kısa. Biliyoruz. Fakat o kısaya varmadan önce dolaşılması gereken uzun pratikler var. Bence, sebepler de işte aynen böyle, kısayı öğrenmeden önce dolaşmamız gereken uzun yolları gösteriyorlar. Evet, biz, Onu bilebilmek için Onun tarafından lütfedilmiş pratiklere muhtacız.

İşaratü'l-İ'caz'da Fatiha'yı tefsir ederken 'hakaik-ı nisbiye' diye tabir ettiği birşey var Bediüzzaman'ın. Yazıyı uzatmak pahasına bir miktar alıntı yapacağım: "Hakaik-i nisbiye denilen şeyler kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vâhid in'ikâs etmiştir. Hakaik-i nisbiye büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür." Şimdi, bencileyin bu metni anlamak için, şöyle bir örneğe uzanalım:

Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Hiç bulut yok. Tamamen masmavi gökyüzü. Ben gelip size sorsam: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?" Nasıl cevap verirsiniz? Kafanızda nasıl bir derinlik oluşur? Bir de aynı soruyu şöyle bir tabloda size yönelttiğimi düşünün: Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Havada aşağıdan uçan küçük kuşlar var. Daha yukarılarında uçan kartallar var. Daha yukarılarında bulutlar var. Daha da yukarıdan bir uçak geçiyor. Ay da bir parça görünür olsun. Ve ben size yine soruyorum: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?"

Gökyüzü her iki halde de derin. Her iki halinde de aynı derecede yüksek. Fakat siz, pek maşaallah ve ne yazık ki, insansınız. Bilmek için nisbetlere muhtaçsınız. Gökyüzünün hakaik-ı hakikiyesi binlerce kilometre ise de (bu rakamı salladım) sizin onu farkedebilmeniz mümkün değil. Çünkü açık hava kıyaslama imkanı vermiyor. Semada başka bir detay bulunmadığı için bir nisbet bağı kurarak ölçünüzü ortaya koyamıyorsunuz. Yeterince açamadıysak bir tanesinde daha şansımızı deneyelim:

Ömrünüzde metre diye birşey görmemişsiniz, bilmemişsiniz, duymamışsınız. Ve dünyadada hiçbir yükseklik yok. Herşey düz bir zemin üzerinde. Dağ yok. Tepe yok. Çukur yok. Ve ben karşınıza dikilmiş soruyorum: "Boyum ne kadar?" Herhalde bu soruya cevabınız şöyle olurdu: "Neye göre ne kadar?" Çünkü boy bilgisini üzerine bina etmek için de bazı temel ölçüleri kabul etmek gerek. Metre böyle bir kabuldür. Eğer beni birkaç insanla daha yanyana görseniz ve onlara nisbetle boyumu söyleseniz bu bir kabuldür. Üşenmeyip karışla ölçseniz bu dahi bir kabuldür. Her şekilde, nisbet edilecek bir temel 'birim'i belirlemediğiniz sürece, ölçümü tamamlayamazsınız. İnsanın ölçme yeteneği baz alacağı birimlere muhtaçtır.

Baz alacağı birimler çeşitlendikçe de ölçümleri çeşitlenir. Metreyle başka, karışla başka, adımla başka, kulaçla başka, parmakla daha da başkadır. Hakikatte o şeyin boyu olduğu şey kadar olsa da, ki zaten öyledir, nisbî olarak bu sayı fazlalaşır. Hatta diyebiliriz ki: Nisbet ettiğiniz şey kadar o şeyin boyu vardır.

Esas konumuza geri dönelim: Herşeyin yoklukta eşit olduğu bir düzlemde insan yoktan yaratılışı nasıl ölçebilir? Bir dağın yokluğu ile bir insanın yokluğu arasında yokluk açısından bir farklılık var mıdır? Şeyler birbirlerinden farklı derece de mi yok olurlar? Bence herşey hiçlikte eşittir ve "Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir!" (Lokman sûresi, 28) gibi ayetler bu 'yokluk eşitliğine' dikkat çekerler. Yokluktan çıkarılmada bir-bin farkı yoktur. Çünkü baz alınacak bir 'varlık tabanı' yoktur. Nisbet imkansızdır. Tek açıklama sonsuzluktur. Sonsuz bir kudreti olmayan birisi tek bir zerreyi bile yokluktan varlığa çıkaramaz. Çünkü tek bir zerre yokluğa çıkışta herşeyle eşittir.

Evet, biraz dağıttığımı görerek, ama bundan kaçınamayarak, şuraya geleceğim: Biz Allah'ı yoktan yaratışıyla tanımakta zorlanırız. Çünkü yoktan yaratılışı anlayabilecek melekelere sahip değiliz. Çünkü sınırlıyız. Çünkü mahlukuz. Çünkü yokluk aynı zamanda bizim de yok olduğumuz bir düzlemi ifade ediyor. İnsan olmadığı yerin bilgisine de sahip olamaz. Ancak, o Rahman u Rahim, lütfediyor. Bize 'onu bilebilmenin' yollarını açıyor. Nasıl? Zâhirde sebepleri kullanarak. Neden-sonuç ilişkisini yoktan yaratılışın üzerine bir perde gibi asarak. Bu bağlar sayesinde biz bir 'nisbet imkanına' ulaşıyor ve bu yolla Allah'a dair marifetler geliştirebiliyoruz.

Yoksa bitmiştik. İşte, biz böylece Allah'ın kudretini, ilmini, iradesini ve bütün sıfatlarını/isimlerini 'aklımızın bir derece kavradığı şu yatay düzlemde' bir yere koyabiliyoruz. Kendimizce bir tanıma kavuşturabiliyor, anlayabiliyor, anlatabiliyoruz. Elmanın yaratılışının 'yoktanlığını' değil de ağaç, toprak, bahar, güneş, yağmur vs... bir dizilim içinde tefekkür edebiliyoruz. Bu da Allah'ı tanıyabilmek için bize bir imkan sağlıyor. İşte, baştaki heceleme yapan çocuk gibi, "eeeel-maaaa, aaaa-ğaaaç, toooop-raaak..." diyoruz. Aslında o cümle daha kısa ama bizim talime ihtiyacımız var.

Bir de meselenin şöyle bir yanı var: Eğer sebepler olmasa biz Allah'ın yaratışının azametini de anlayamazdık. Yoktan yaratılışı kuşatamadığımız için onda Allah'ın haşmetini görmemiz mümkün olmazdı. Veya görsek bile tek şekilde görürdük. Fakat şimdi büyük büyük döngülerde, kocaman kocaman değişimlerde, devasa devasa sistemlerde, bir kere değil bin kere, aklımızın ulaştığı her farklı şekilde Allah'ın büyüklüğünü görüyoruz. Yani: Hemen "Sorumlusu Mehmettir!" diyen bir cümle yerine uzun/muhteşem bir kurgu içinde bizi "Sorumlusu Mehmettir!" demeye götüren bir romanı (hem de ne roman) okuyoruz. Ve en sonunda diyoruz: "Vay be, ne kitap yazmış, ne yazarmış ama!" Evet arkadaşlar, bazen yazarlar, bu tür cümleleri kurdurabilmek için sizi yüzlerce sayfa ile oyalarlar. O oyalama hikmetlidir. Bence kainatta sebeplerle olan ilişkimize ve sebeplerin Allah'ı anlamadaki imkanlarına da böyle bakabilmeliyiz. Ve şükretmeliyiz. Onlar engel değil imkan.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Esma engel olur mu?

Bu tam yazı gibi olmayacak. Daha çok ders notu gibi. Hatta o da değil. Daha silik birşey. Bir okumadan aklımda kalanları koyacak bir yer arıyorum. O bakınma, bakınmalar, işte bu yazıdır. Şöyle bir yerden konuşmaya başlayalım: Cenab-ı Hakkın şuunatına dair olan tefekkürümü, kimi zaman, esmasına dair olan tefekkürümden daha fazla önemsiyorum. Şuunat, daha evvel de bir yazıda belirttiğim gibi, Cenab-ı Hak ile daha bir Ehadiyet zemininde, daha bir sen-ben'li (tabirim mazur görülsün) tefekkür üretebildiğimiz bir zemin. Esma bana öyle gelmiyor. Esmada bir resmiyet var. Esmada Vahidiyet var. Araya hâlâ eşya giriyor. En azından düşüncesi.

Süreci şöyle özetleyeyim: Eşyaya bakıyorum. Eserden fail buluyorum. Sonra o faile eserdeki fiilini anlatır bir isim koyuyorum. Onu kendi âlemimde (bu sürecin şahidi olarak) Allah'a ait kılıyor ve yoluma devam ediyorum. Veya önceden ismi biliyor ve izlerini kainatta arıyorum. Bulduğumu o isim namına işaretleyip geçiyorum. Bir delil daha elde etmiş oluyorum. Allah beni affetsin. Bir yönüyle sanki mekanikleşiyorum.

Risale-i Nur'u ilk tanıdığım dönemlerde bu esma tefekkürü aklımı başımdan alırdı. Hiç görmediğim bir dünya, hiç tadına bakmadığım bir sofraydı. Öyle hırsla yerdim ki! 99 esma yetmemeye başladı. Kur'an'ın beyanıyla bütün güzel isimler Allah'ın olduğuna göre, ben de sahibime Ahmedce güzel isimler bulabilirdim. Bir tane bulmuştum hatta: "Bilmekle bitmeyecek olan." Ben şu 'bilmenin ebediyeti' dediğim şeyden öyle bir lezzet alıyorum ki tarif edilmez. Cennette ebedî kalmaktan daha çok lezzet veriyordu. Belki zaten cennetteki edebiyetin müjdecisi bu oluyordu. Öyle ya! Bilinecek olan sonsuzsa bilecekleri de sonsuz olmalıdır. Yahut da mürşidimin dediği gibi: "Bakinin ayine-i zişuuru baki olmak lazım gelir."

Şimdilerde ise esma tefekkürüm bir engel sanki. Allah'ı daha fazla bilmeme engel oluyor. 'Hâşâ' diyeyim. Çünkü gerekir buraya. Horgörmeyin beni. Niyetim kötü değil. Bediüzzaman da 33. Söz'de esmadan öte marifet yolları olduğunu öğretmiyor mu? Mesela: Sıfat. Mesela: Şuunat. Neden herkes esmadan bahsediyor da sıfat ve şuunat pek öyle medar-ı bahs olmuyor? Bunu soruyorum kendime. Belki tehlikesinden. Evet, ifade edilirken tereddüde sevk edecek, Bediüzzaman'ı bile 'tabir edemediğimiz' demeye mecbur edecek bir dile gelmezlik sözkonusu. Kabul. Ama yine de vazgeçmemiz gerekir mi? Güzel bir koridor açmış mürşidim bence. Yürünesi bir koridor. Kaçınmamak gerek. Mesela şu yerde:

"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye' tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudât mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesrûriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."

Bu metinde benim ilk dikkatimi çeken şey, yukarıda da sen-ben'li demekle dokunmaya çalıştığım, şuunatın insandaki duygulara bakan tarafıdır. Ne demek bu? Şu demek: Esma tefekkürü daha aklî bir zeminde, daha matematiksel bir 'bak-keşfet-ilan et' marifeti içerirken, şuunat tefekkürü daha kalbe/duygulara yakın 'bil-zannet-ümit et' marifeti içeriyor. Hatta çoğu zaman, duygusal bağlamda yaşadıklarımıza bir ismi ile teselli bulduğumuzda, aslında kastettiğimiz şey Allah'ın şuunatı oluyor. Yani o ismin arkasında görünen şuunatı. ("Ben kulumun zannı üzereyim" hadis-i kudsîsini de anımsayalım burada.)

"Allah kulunu darda bırakmaz!" dediğimizde bunun eşyaya bakan yönünü el-Bâsıt (bolluk veren) ismi karşılıyorsa, Hak Tealaya bakan yönünü de 'darda bırakmanın Allah'ın şanına yakışmadığı' veya 'darda kalana yardım etmenin Allah'ın şanından oluşu' karşılıyor. Buna, bir adım ötesinde, şöyle de diyebiliriz: Darda kalmışa yardım etmekte Allah'ın bir 'lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye'si var.

Yani Cenab-ı Hak, tabir-i caizse, darda kalana yardım etmekten bir lezzet-i münezzehe alıyor. Beşerin lezzeti gibi değil. Ondaki kusurlardan mukaddes ve münezzeh. Zaten bu tenzih ve tesbih kelimeleri yalnızca Allah'ın fiillerinin ve Zat'ının kusurlardan beri olduğunu ilan etmek için değildir. Aynı zamanda Allah'ın fiilerinin ve isimlerinin insanın kendisinde/kendisince algıladığı fiilerinin ve isimlerinin cinsinden olmadığını da unutmamamız içindir. Bilmesi başkadır (Alîm). Yapması başkadır (Halık). Sevmesi başkadır (Vedûd). Bizim arızalarımızdan/sınırlarımızdan münezzehtir. Biz kısıtlıyız. Kendi dünyamızdan ene vasıtasıyla yaptığımız kıyaslamalarla küçük küçük Onu anlamaya çalışıyoruz. Bunun eşya/fiil dairesindeki kıyaslarını esma tefekkürü temsil ediyorsa hissediş boyutunu da şuunat temsil ediyor.

Bir sürü şey söyledim. Fakat aslında yazıya başlarken şuna değinmek istiyordum: Mekke normalde ne ziraat yapılabilecek, ne rahat yaşanabilecek, ne de hayvan beslenebilecek bir yer. İnsanın yaşamak için en son seçeceği yerlerden. Çöle yakın, sıcak, üstelik zemini kayalık da. Ama Allah hidayet güneşini oradan yükseltmiş. Sonra yetim olmak, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'yetim-i Ebu Talib' deyip kafirlerin dalga geçmesinden anlıyoruz, o devirlerde bir zayıflık ve aşağı olma vesilesi, ama Allah nurunun anahtarlarını bir yetim sultanın ellerinden bize ulaştırıyor. Araplar o dönemde belki bedevilikte en ileri milletler. Lakin Roma ve Sasani gibi kadim medeniyetlere meydan okuyacak nizam oradan çıkmış.

Bunun dışında Kur'an'a baktığınızda görüyorsunuz ki: Firavun'un yakınları da Hz. Musa'nın (a.s.) İsrailoğullarından çıkışını şöyle yadırgıyorlar: "Kavimleri bize köle iken bunlara mı iman edeceğiz?" Yine İsrailoğulları Hz. Meryem'in rüçhaniyetini böyle kabullenemiyorlar. "Ama o kadın!" diyorlar. Bunun İslam tarihinde de bir sürü örneği var. Mesela: Bediüzzaman'ın Kürtlerin içinden çıkması da bazı Türkler için imtihan değil mi? Türklere muhabbeti de yine bazı Kürtler için imtihan olmuyor mu?

Eşya tefekküründe bile buna benzer 'dokunuş'lar görebiliyorum ben. İncir çekirdiğinden koca incir ağacının çıkması mesela. Ve buradan Allah'ın şuunatına dair şöyle bir çıkarımda buluyorum: Allah, tabir-i caizse, bizi 'şaşırtmayı' seviyor. Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye... Hangisini seçersek seçelim. Allah'ın kullarına hayret ettirmeyi sevdiğini hissediyoruz buradan. Bu hayret ettirme öyle birşey ki, Rahman isminin de, Kahhar isminin de, diğer bütün isimlerin de tecellilerine tesir ediyor. Bütün esmada izleri okunuyor. Firavun'un boğuluşu ne kadar hayret edilesi ise, Hz. Musa'nın kurtuluşu da o derece hayret edilesi. Herbirinde başka bir ismin hayretli tecellisi.

Hem Aleyhissalatuvesselamın meşhur bir duası da şöyle değil mi: "Allahım hayretimi arttır!" Elbette, kullarına hayret ettirmeyi seven, sanatına daha çok hayret edenleri daha çok sever. Kullarını gülümsetmeyi seven, gülümseyenleri, 'tebessümü sadaka bilenleri' daha çok sever. Yukarıda hani sen-ben'li bir tefekkürden bahsettim ya. İşte kastettiğim böyle birşeydi. Allah'ın şuunatını görüyorsun ve daha fazla sevmesi için neyi/nasıl yapmalı ona bakıyorsun. (Bunu da en çok sünnet-i seniyye öğretiyor.) Kendi kusurlu duygularından Allah'ın münezzeh şuunatına yol buluyorsun. İşte, Allah beni affetsin, esma tefekküründe bu sıcaklığı yakalayamıyorum ben.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...