Celal Şengör etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Celal Şengör etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2023 Cumartesi

Celal Şengör neden ölmek istemiyor?

“Sevgili dostlarım, kusura bakmayın, Azerbaycan’a gelemedim. Çünkü zatürre oldum. Doktor da '15 gün yatağında kalacaksın!’ dedi. Ben de yatağımdayım zaten. Öksürüp duruyorum. İnşallah çabuk geçer. Mayıs ayında Azerbaycan’a gelebilirim. Gelmeyi çok istiyorum. Çamur volkanlarını görmeyi istiyorum. Görüşmek üzere...”

Geçtiğimiz Nisan ayında rahatsızlanan Celal Şengör'ün mezkûr sözleri medyada-sosyalmedyada epey gündem olmuştu. Pek merak ettiği çamur volkanlarını daha sonra görmüş müdür bilmiyorum. Fakat, Hüda'nın bahşıyla, arzu ettiği şekilde sıhhate kavuşturulduğunu biliyorum. (Kendisi Hüda'dan bilmese bile şifa ancak 'inşaallah'la olmuştur.) Yanlış anlaşılmasın. İşin magazin tarafıyla da ilgileniyor değilim. Fakir, her zaman olduğu gibi, tefekkür ekmeğimin derdindeyim. Fakat, laf lafı açıyor, bilimadamı da bilimadamını çağrıştırıyor, makamı gelmişken bir başkasından daha alıntı yapmak şart oldu. Japon asıllı fizikçi Michio Kaku 'Paralel Dünyalar' isimli kitabında diyor ki:

"Büyük Patlama mükemmel simetriye sahiptiyse ya da yoktan varolduysa şekillenmek için eşit miktarda 'madde' ve 'karşıt madde' olmasını beklememiz gerekir. Öyleyse biz neden varız? Rus fizikçi Andrei Sakharov'un bu sorunun yanıtına ilişkin önerisi orijinal Büyük Patlama'nın hiç de mükemmel bir simetri taşımadığı yönünde. Yaratılış anında madde ve karşıt madde arasında ufak bir miktar simetri kırılması olmuştu. Böylelikle madde 'karşıt maddeye baskın gelerek' çevremizde gördüğümüz evreni olanaklı kıldı. Eğer evren 'yoktan' varolduysa o zaman muhtemelen hiçlik tam olarak boş değildi de az bir miktar simetri kırılması taşıyordu. Ki günümüzde maddenin karşıt madde üzerindeki hafif egemenliğine olanak sağladı. Bu simetri kırılmasının kökeni halen anlaşılabilmiş değildir."

İşte 'Rahmetim gazabımı geçmiştir' sırrına buradan bir parça yaklaşabiliyorum arkadaşım. Hatta kainata baktığımda da, 'Allahu a'lem' kaydıyla diyeyim, cemalin celale galip oluşu dikkatimi çekiyor. Evet. Uyanmamdan gözümü kapamama kadar geçen zamanı mekan mekan, olay olay, nesne nesne hatırıma getirmeye çalışıyorum. Hüsün açıkça baskın görünüyor. Varolmayı güzel buluyorum başta. Hayatı güzel buluyorum. Zaten birkaç sıhhat-i fikrini yitirmişin dışında kimse intiharı istemiyor. Kimse yokluğu istemiyor. Hatta, hayatın yaşanırken tamamen anlamsız, tadılırken hâzâ acı, sonucu itibariyle ise kaskatı hiçlik olduğunu savunan ateistler bile ölmek dilemiyorlar. Varlığın kaostan ibaret olduğunu savunan Celal Şengör de, ne gariptir, ölmeyi dilemiyor. Bir saniye. Yahut da şöyle düzeltmeli biraz evvel söylediğimi: Algım cemali seçmeye daha yatkın görünüyor. Onu daha iyi tanıyorum. Hiç celalî hâdiseler yaşamıyor değilim. Varlar tabii. Lakin oranları o kadar düşük kalıyor ki. Kıyaslayınca apaçık görüyorum.

Tıpkı mürşidimin Muhakemat'ta söylediği gibi:

"Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir. Şöyle görünüyor ki: Âlemin herbir nev'ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavâid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nevide olan hüsn-ü intizamına keşşaftır. Demek cemi' fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır. Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahitleri tezkiye eden nazar-ı hikmetle istikrâ-i tâmmdır. Fakat bazan intizam görülmüyor. Çünkü dairesi ufk-u nazardan daha geniş; tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Binaenaleyh, umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş'et eden istikrâ-i tâmmın tasdikiyle sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemâldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise, tebeîye ve mağlûbe ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de, muvakkattir."

Parmağıma batan diken sayısı gözümü okşayan çiçek sayısından çok düşük. Üstelik güzelliğin sûretlerinden yalnızca birisi çiçek. Sayısız başlıktan birisi. Onun da sayısız altbaşlığı var. Gözümü kenara koyup kulağımla bakıyorum bu defa âleme. Gökgürültüsünden başka korkutanım nerede? Güneşin sesi neden gelmiyor? Beni neden delirtmiyor, çıldırtmıyor, hayattan soğutmuyor? Hepsinden aşkın olarak varın varlıkta kalması da cemalin celale baskın oluşunu haber vermiyor mu? Aslolan sanki cemal de celal arada bir kendini gösterip gidiyor sadece. Böylece güzellik de görülebilir oluyor. Karanlık ne kadar az da olsa ışığın lazımıdır. Zıtlar birbirinin ihtiyacıdır. Algı kıyasla ayakta durur. Sıcak soğukla bilinir.

Kıyamete kadar böyle sürüp gidecek. O geldiğinde herşeyin dengesini ademden yana değiştirecek. Fakat, dikkat, kıyamet de sonsöz değil. Hilkatin diyeceği daha çok şey var. Göz görmemiş, kulak işitmemiş, kalb-i beşere hutûr etmemiş... Ahiret gelip kıyametle oluşan ademî hali hayra tebdil edecek. Nihayet varlık kazanacak. Varlar ebediyyen varolacaklar. Âdemler bir daha adem yüzü görmeyecekler. Çünkü Yaratan ademe değil vücuda taraftar. Çünkü Onun rahmeti gazabını geçti. İlahlığın şan u keremi böyle iktiza etti. Varlıktaki tasarrufundan tanıyorsun zaten Onu. Varın vardaki ısrarından tanıyorsun.

Süleyman Hayri Bolay, Batı Aklına Karşı Türkiye'de, Henri Poincare'den şöyle bir alıntı yapıyor: "Tabiat güzel olmasaydı bilinmek zahmetine değmeyecekti." Bunu böyle demekle Poincare'nin maksudunun da şu olduğunu zikrediyor: "Bilimadamı tabiatı güzel bulduğu için inceler..." Ona elbette hakveriyorum. Zira merakın kamçısı her zaman ilgidir. İlgiyse, açık bir ihtiyaçtan doğmadığında, gizli bir iştiyaktan kaynaklanır. Her cazibenin arkasında 'Cümle Çekim Güçlerinin Sahibi'nin imzası vardır. Fakat biz bu ilginin merkezini de çoğu zaman karıştırıyoruz. Onlar, 'Güzeller Güzelini' bildirmek için elçilerken, Güzeller Güzelini bırakıp elçilere âşık oluyoruz. Böylece işaretlerdeki güzellik de tuzak haline geliyor. İmkandan imkansızlığa dönüşüyor. Han safâsına meftun yolcu menzilinden mahrum bırakılır.

Eğer celal cemale baskın olsaydı, eşyayı araştırmaz, ondan kaçardık. Manzarasına gözlerimizi kapardık. (Nasıl ki korktuğumuzda yapıyoruz.) Seslerine kulaklarımızı tıkardık. (Nasıl ki ürktüğümüzde yapıyoruz.) Dokunuşlarından tenimizi sakınırdık. (Nasıl ki incindiğimizde yapıyoruz.) Değil derince tefekkürü, küçükçe hatırlaması dahi, hicrana boğardı yüreğimizi. (Nasıl ki sancılarımızı hatırlamak istemiyoruz.) Yani ki arkadaşım, bugün bize vazgeçilmez gelen varlık, hayattan vazgeçmemizin en mücbir sebebi olurdu. Fakat Onun rahmeti gazabını geçti. Kendisini bize kahrıyla değil keremiyle bildirmek diledi. Varlar varlıkta kalmalarını Ona borçlu oldukları gibi varlıktan memnun olmalarını da Ona borçludurlar. Öyle ki, varlığından memnun olmayaydı âdem, ademden pek bir farkı kalmayacaktı. Yaşamanın yollarında Hakîm-i Rahîmini aramayacaktı. Duracaktı Donacaktı. Zira korkacaktı.

Bilim denilen hiçbirşey vücuda gelemeyecekti. Merak diye birşey hiç tadılmayacaktı. Seyir diye bir zevk varolmayacaktı. Beşer bilmenin yollarına asla koyulamayacaktı. Korku hepsini yutacaktı çünkü. Akıl hepsinden kaçacaktı. Evet. Evet. Evet. "Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edersiniz?" diye sorulduğunda gayrı bunu da anımsa arkadaşım. Yoksa, aman, cehennemin volkanlarını da görürsün. Buradaki volkanları 'Şengör'mek mümkün olabilir de oradakileri şen görebilmek muhal içre muhaldir.

15 Şubat 2023 Çarşamba

Bizim depremlerimizin merkez üssü insandır

İnsan ilgi ister. Daha doğrusu varoluşunun, varlıkta kalışının ve varlığının arttırılmasının elinde olmadığını kalbinin derinlerinde hisseder. Buna tepkisi iki şekilde olur: 1) İlgiyi 'muhtaciyeti' açısından kavrar. Aczini görür. Fakrını idrak eder. Allah'ın merkezinde olduğu bir iletişim alanı açılır önünde. Bu alan Rahmet penceresinden kendisini de karşı merkezde tutmaktadır. Aczini bilmek öncelikle kendine şefkat etmektir. Yaratıcı olarak Allah merkezde olduğu gibi yaratılanlar içinde de insan merkezdedir. Hatta insanlar içinde herbir fert Ehadiyetin tecelli merkezidir. Odaktadır. Sorumlulukları vardır. Muhataptır. Bunlardan kaçamaz. Bunları unutamaz. 2) İlgiyi 'hakediş' yönünden tutmaya çalışır. Burası yüzeydir. Sözde gücünü düşünür. Sözde zekasına itimat eder. Bunların kendisini hiyerarşide yükselttiğini zanneder. Kibre sarılır. Kendisini şefkatin alanından dışarıya iter. Yalnız kibrin şöyle bir kem getirisi de vardır: Menfaat açısından herşeyin merkezinde görürken kendisini, sorumluluk açısından kaçabildiği kadar kaçar merkezden. İki merkezli bu yapı kaçış argümanlarını da üretir. Ve ister ki hep gündemde onlar olsun.

Bunu ilk olarak Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sünde okuduğumu hatırlıyorum. (Daha sonra bilim-din ilişkisi üzerine yazılmış başka eserlerde de rastladım.) Hristiyanlığın, aydınlanma çağında, ateizm karşısında hızla alan kaybetmesinin bir sebebinin de 'Aristo gökbilimi' olduğunu söylüyorlardı. Evet. Hristiyanlık, Aristo gökbiliminde dünyanın madde olarak da merkezî bir konumda tarif edilmesini avantajlı görmüş, onu din adına nass gibi sahiplenmiş, özümsemiş, yeni gökbilim karşı konulmaz kanıtlarıyla çıkageldiğinde de ister istemez ağır darbeler almıştı. Güneşin dünyanın değil dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyenlere direnişi de bundandı. Bu Yunan kozmoğrafyasının düpedüz yanlışlanmasıydı.

Ancak İslam aynı husustan dolayı bir sarsıntı geçirmemişti. 'Nasıl başardığı' konusu araştırıldığında şu sonuca varılıyordu: İslam hiçbir bilim anlayışını nassların yerine koyacak kadar sahiplenmiyordu. Onları bir tevil/tefsir olarak kulağına yakın tutuyordu. Âlimleri de eserlerinde bu tarz bilgilere yer veriyorlardı. Lakin ayetlerin/hadislerin 'metinlerinin ne söylediği' ile 'nasıl tevile/tefsire tâbi tutuldukları' apayrı meselelerdi. Bu nedenle, zamanın bilimine dair bir bilgi yanlışlandığında, İslam bu bilgi yanlışını kolaylıkla arkasında bırakabiliyordu. Nitekim, Aristo gökbiliminin 'dünyanın merkeziyeti' üzerine kurulu düzeni yanlışlandığında, müslümanlar bundan hiçbir sarsıntı geçirmediler. Çünkü insanın önemini dünyanın maddi merkeziyetine değil manevi merkeziyeti üzerine bina etmişlerdi. Manevi değeri sarsılmadığı sürece de maddi düzene dair söylenen şeylerin değişimi hiçbirşeyi değiştirmiyordu. İnsan hep odaktaydı.

Yazma Üzerine Sohbetler'de rastladığım satırlara şaşırmadım bu yüzden. David Naimon şöyle soruyordu sonlara doğru: "(...) Bilimkurguyu edebiyat olarak kabul etmeye direnmenin nedeni, kısmen, bu tür eserlerde insan olmayanın yüceltilmesi, insanlığın zeka veya başka açılardan merkezdeki yerinden edilmesi olabilir mi?" Ursula K. Le Guin'in cevabıysa şöyleydi: "Çok haklısın, bu konuda gerçek bir direnç var. Bilime gösterilen direncin çoğunun arkasında da bu yatıyor. Çünkü bilim (sadece Kopernik değil, bilimin büyük kısmı) bizi merkezdeki yerimizden uzaklaştırıyor. Çünkü merkezde değiliz. Yeryüzünün hayal edilmeyecek ölçüde yaşlı olduğunu öğrendiğinde bir nevi tahtından indirilmiş gibi hissediyorsun. Birçok insan buna tahammül edemiyor. Bundan nefret ediyor. Kendilerini yabancılaşmış hissediyorlar.(...)" 

Bilim gerçekten insanı/dünyayı merkeziyetinden uzaklaştırıyor mu? Bunun cevabını 'Goldilocks Bölgesi' tanımlamasının izahını yaparken Michio Kaku detaylıca veriyor. Evet. Dünya, Aristo gökbiliminin dediği gibi, güneşin bile etrafında döndüğü bir merkeziyette değil. Fakat bu 'varoluş şartları açısından' çok çok özel ayarlanmış merkezlerde, koşullarda, şekillerde yaratıldığını inkâr etmeyi gerektirmez. Zira bilim de birçok açıdan insanın-dünyanın varoluşunun bir 'tam yerine denk gelme' şeklinde mümkün olduğunu-olabileceğini kabul ediyor. Yani ne insan ne de dünya 'özellikle kastedilmiş olma' merkeziyetinden uzaklaşamıyorlar. Hakkaniyetli bilim adamları bunu reddedemiyor. Michio Kaku da bu gruba dahil.

Tevafuk, Le Guin'in satırlarıyla tanışmamın neredeyse bir-iki saat arkasından, Bediüzzaman'ın 24. Söz'ünü okumaya başladım. Orada, 12. Asıl'da, bilim felsefesinin konularından da sayılan bu mevzuun irdelendiğini gördüm. Başlarken diyor ki mesela: "Nazar-ı Nübüvvet, tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır." Yani onlar, mevzuu zaten 'insandan uzaklaştırma' üzerine, 'kesret' üzerine çalıştıkları için, sonuçta da böyle birşey elde ediyorlar. Olan hiçbirşeyin kendileriyle ilgisi yokmuş gibi düşünüyorlar. Halbuki müslümanlar farklı bir odaklanmayla, Yaratıcının kendilerinden beklentilerini merkeze koyan bir anlayışla, âlemi temaşa ettikleri için çıkardıkları sonuçlar tastamam merkezî oluyor. Birisi depreme baktığında "Fay hatları kırılmış işte!" derken, diğeri "Allah bununla bana ne söyledi?" diye düşünüyor. Daha Nurcuca bir tabirle 'mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' nesnede farklı merkeziyetler inşa ediyor. Bazıları şişeye bizzat bakıyor bazıları da şişede yansıyan sûretine... "Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat'iyesi Kur'ân'ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez."

Bu odaklanma farklılığının getirileri neler? İşte metnin devamında söylenenler: "Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usulü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte, onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat, hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?"

Sonra 'dünyanın konumu' meselesi geliyor gündeme. Sekülerler için dünya şöyle birşey: "Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk..." Anlamı bu kadar sığ. Bu kadar yüzey. Bu kadar teknik bir detaydan ibaret. Merkeziyetten bu denli uzaklaşmıştır dünya onlarda. İnsan önemsizleşmiştir. Ama İslam'ın yaklaşımı öyle mi: "Semere-i âlem olan insan en câmi', en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi... (...) İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor."

Ve son darbe:

"İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur'ân'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür."

Yani, bilim-din arasında Celal Şengörîlerin teşhis ettikleri çatışma, nokta-i nazar farklılığından ibarettir. Âlem ona hangi sorularla yaklaştığınıza göre size cevap verir. Kur'an'ın ifadesiyle, ayetler indikçe, kâfirlerin dalaleti artar, mü'minlerin de imanı. Aynı nesneye bakan bir fizikçinin alacağı ile kimyacının aldığı dahi bir değildir. Bilim adamları arasında bile, merkeziyetler açısından, 'farklı cevaplar alma' kanunu câri iken müslümanın aldığı cevapların hayattan ötelenmesi elbette kabul edilemez. Bu deprem konusunda da böyledir. Müslüman depreme imanının gereği olan sorular sorar. Kendisine Kur'an'da/sünnette öğretilmiş suallerle yaklaşır. Ve deprem, Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi, Rabbisinin emriyle konuşur. Bu konuşmayı hayattan ötelemenin amacı insana yaratılışın tam da merkezinde olduğunu unutturmaktır. Konuşulanı anlayan konuşmanın ortasındadır. Muhataptır. Yüzeydeki hiçbir izah derinlerdeki bu mesajı yokedemez.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...