Karamsarlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Karamsarlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2019 Cuma

"Büyük görünme küçülürsün!"

Mürşidimin, Lemeat isimli eserinde, "Büyük görünme küçülürsün!" başlıklı bir metni var. Çok da uzun olmadığı için bu yazıya onu alıntılayarak başlayacağım: "Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük."

Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.

Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"

Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.

İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.

Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.

Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.

İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.

Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.

Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Karamsarlık neden tehlikeli?

Şundan eminim: Ümitsizlik kabalaştırır. Çaresizlik insanı olduğundan daha kötü kılar. Kem yanlarını ortaya çıkarır. (Zaten aşikâr olanları da besler.) İyimserler için kaos bir felakettir. Seçilmemesi gereken şıktır. Kötünün kötüsüdür. En kötüdür. Karanlıktır. Karamsarlar içinse kaos bir merdivendir. Ardından ışığın beklendiği (ama bir dogma gibi beklendiği) iradeli bir karartmadır.

Bence bu da bir tür nihilizmdir. Fakat yarımca bir nihilizmdir. Karamsarlar, herşeyi hiçleştirmeye elbette vardırlar, ancak bunu hiçliği sahiden göze alarak, yani 'sonuçtan gerçekten bir hiç umarak' yapmazlar. Ardından bir varlık bekleyerek, yani varlığı yıkımdan umarak, yaparlar. (Pardon. Düzeltme: Yıkarlar.) Bu yönleri onları mürşidimin tabiriyle 'sofestailerden bile daha ahmak' yapar. Zira 'yapabilecekken yıkmak' bir aptallıktır. Bu şekliyle seçilen yolun 'salt bir aptallık olarak' kabul edilebilir bir yanı vardır. Fakat 'yıkmaktan yapmayı ummak' öncekiyle kıyas kabul etmeyecek şekilde katmerli bir aptallıktır. Kabul edilebilir yanı yoktur. Mürşidime göre saadet-i hayat için inkâr-ı uluhiyet yolunu tercih etmek tam da budur.

The Colony filmini izleyenler Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti hatırlayacaklardır. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca insan hayal bile edemeyeceğin kötülükler yapabilir." Film de zaten böylesi bir sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluğun gerilim yüklü öyküsünü anlatır. Karamsarlıkları hayatta kalma hırslarıyla birleşince onları hayvanlardan aşağı düşürmüştür. Kem yanlarını ortaya çıkarmıştır.

Ben, şimdilerde, Kur'an'da 'ölü kardeşinin etini yemek' olarak tarif edilen gıybetin de sinesinde böylesi bir ümitsizlik hastalığını sakladığını düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Gıybet bir yıkım hamlesidir. Yüzü yıkmaya bakar. Yaralamaya çağırır. İçinizde çoktan yıkılmış birşeyin gıybetini edersiniz. Muhatabınızın gözünde de yıkılsın istediğiniz şeyin gıybetini edersiniz. Gıybet bu yönüyle öncesiyle ve sonrasıyla saldırıdır. Zarar görmesi istenen şeyin gıybeti yapılır.

Bu bana şunu da düşündürüyor: Birisinin gıybetini ettiğimizde aslında bir yönüyle ondan ümidimizi kesmiş oluyoruz. Yani onun (veya kendimizin) bir kemliği hakkında verdiğimiz 'değişmezlik hükmü' bizi 'gıybetini edebilir' kılıyor. Islahın mümkün olduğunu düşünmediğimiz yerde bir dedikodu fırtınasıdır başlıyor. Böyle yapmakla, ya kendimizi ıslah edemediğimiz için bizden daha iyi olanı seviyemize indirmeyi deniyoruz, yahut da muhatabımızın kem bir huyunun ıslah-ı gayr-ı kabil olduğunu düşündüğümüz için gıybet ederek zararından korunmaya çalışıyoruz.

Hem gıybet de iftiradan tam bu noktada ayrılıyor. Dikkatinizi çekmiştir: İnsan gıybet ettiği kadar iftira etmez. (Genelde böyledir bu.) Çünkü iftiranın doğru olduğuna inanmaz. İçi kendisini yadırgar. Eğer vicdanı tastamam çürümemişse, müfterinin kalbi, kendi iftirasının hiç geçmeyen sancısı yüzünden sızım sızım sızlayacaktır.

Lakin gıybette böyle olmuyor. Çünkü içimizde bir yerlerde söylediklerimizin doğru olduğunu düşünüyoruz. İyi birşeye hizmet ettiğimizi sanıyoruz. Kem kelamımızın hakikat olduğu veya ona hizmet ettiği düşüncesi bizi 'konuşabilir' kılıyor. (Yahut da biz öyle olabileceğini düşlüyoruz.) Bu neden böyle oluyor? Bence biraz şundan: İnsan, fıtraten kötülüğe karşı koymak istiyor, hem de bulabildiği her araçla bunu yapmak istiyor. Dil de bunlardan birisi.

Gıybet edilen husus eğer şahit olunan bir kötülükse (ki genelde böyledir) nefis buradan bir cerbeze üretebiliyor. Savunma güdüsüyle makulleştirebiliyor. Bazen de gıybeti edilen şeyin kemali bize içimizdeki zararı (uğrayacağımız zararı) hatırlattığı için acımızı gıybetiyle bastırıyoruz. Onu seviyemize indirmek, bizim gibi kusurlu birisi yapmak, yaralarımızı normalleştiriyor. Katlanılabilir kılıyor. (Acılar genelleştikçe sızlanmalar azalır.) Ve, nasıl oluyorsa oluyor, iftira için sızlayan yerlerimiz gıybet için sızlamaz oluyor. Bunu yaratılış hikmetine ters bulmuyor. Hemen aşıyor.

İşte, ben, müteaddit tecrübemle, bu yanlış eyleyişin bir çeşit ümitsizlikten beslendiği kanaatine sahip oldum. Hatta buradan yola çıkarak her günahın da bir çeşit 'ümit kesme' ile alakadar olabileceğini düşündüm. Öyle ya! O insanın, ardından andığımız kötü özelliklerinden başka birşey olabileceğine dair yitirdiğimiz umut, altına çektiğimiz çizgi, verdiğimiz değişmez hüküm, sahip olduğumuz kesin yargı, şer tayini, ardından söyleneceklerin 'dinen haksız dahi olsa' kendince bir hakikate oturmasını sağlar. İçimizde bir yerde, yine bir çeşit korunma güdüsünden beslenen, meşruiyet alanı oluşturur.

Siz de kendi hayatınızda bir tecrübe edin: Gıybet ettiğiniz insanların 'dilinize doladığınız özelliklerinin değişeceğine' veya 'tastamam öyle olmadıklarına' dair bir ümidiniz var mı? Bence, dikkatle baktığınızda, o insanlardan gıybet ettiğiniz yönleriyle ümidinizi kestiğinizi göreceksiniz. Yani: Değişmesini veya aslında sizin söylediğinizden başka birşey olmasını ummadığınız için bu kadar rahat gıybetini edebiliyorsunuz. Onda tevehhüm ettiğiniz zarardan korunmak için saldırıyorsunuz. İftira olduğunu düşünseydiniz böyle kolay konuşmazdınız. Etinin yenmeyeceğini düşünseydiniz ısırmazdınız. İşte burası benim ümitsizlik ile gıybet arasında kurduğum neden-sonuç ilişkisinin mihenk noktası.

Şimdi soralım: "Rahmetimden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, sadece kendisiyle olan ilişkimizde değil, diğer bireylerle olan ilişkimizde de bu sırrı gözetmemizi istiyor olamaz mı? Yani gıybet gibi daha birçok günah, bizim kesilen ümitlerimizin neticesi olarak beslenen, büyüyen, yeşeren kem yanlarımızın meyvesi olarak bizi bulamaz mı? Mesela: Hırsızlık, Allah'ın rezzakiyetinden ümit kesmenin; isyan, Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin; cinayet, Allah'ın adaletinden ümit kesmenin vs... Her bir günah böylesi bir kesik ümidin sancısı olarak sinemizde yer tutamaz mı?

Ben şimdilerde böyle düşünüyorum ve mürşidimin "Yeis mani-i her kemaldir!" sözünü bu düzlemde anlıyorum. İnsanın gönlündeki iyi şeyler de kendi türünden yağmurlarla sulanıyor veya sulanmalı. Vücudî güzellikleri ümit toprağında taşımalı. Hayatın lezzetleri güzel düşüncelerle, güzel düşünceler ise güzel görmelerle beslenmeli. Sonuçta hem umut hem umutsuzluk içimizde birşeyleri yeşertiyor. Yokluk yokluğu, karanlık karanlığı, kötülük kötülüğü yetiştiriyor. Varın yokluğu yokluğun varlığını doğuruyor. Gündelik yaşamda da en iyi beslenen kazanıyor. (Allahu'l-alem.) İyisi mi iyi yanlarımızı iyilikle besleyelim. Yani şöyle yapalım: İyi olsun diye iyi diyelim.

29 Eylül 2017 Cuma

Meleklerine iyi bak!

"- İki kurt var. Biri karanlık. Öteki aydınlık. Kavga etseler hangisi kazanır? - Hangisini beslersen." Tomorrowland filminden.

Bir psikolog hanımdan yıllar önce dinlediğim birşeydir. (Yılı, yeri, makamı hatırımda, ama ismi hatırımda kalmamış.) Anımsadığım kadarıyla nakledeceğim. İntihara teşebbüs eden fakat bunu neden yaptığını tam olarak hatırlamayan bir hastası üzerinden demişti ki: Gündelik yaşamda söylediğimiz sözlere dikkat etmeliyiz. Dışarıya doğru söylediğimiz herşey bir açıdan kendimize de söylediklerimizdir. Hiçbir sözümüz sadece dışımızı etkilemez. İnsanın her şikayeti, yorumu, okuması, çıkarımı vs. kendi içine de bir nasihat olarak gider. "Bu hayat yaşanmaz artık!" diye dışarıya dönük olarak ettiğimiz her isyan, sadece bir isyan değil, aynı zamanda bilinçaltımıza kendimizden bir mesajdır. Dinamik aklımızdan statik şuurumuza gönderilmiş bir mektuptur. Hayattan şikayet etmeyi huy haline getirmiş insanlarda, üst bilincin kapanacağı herhangi bir şokta, alt bilinç daha önce depoladığı hazır mesajları iradeye yollamaya başlar. Kem sesleri serbest kalır. İrade de fısıldananları yapar.

Anladığım kadarıyla hastasının sorunu da böyle birşeydi. Küçük küçük birçok şeyden şikayet ediyordu. Bu huyunu kabul ediyordu. Fakat bunlardan hiçbirisi, kendi gözünde dahi, intihara götürecek nedenler değildi.

Yıllar sonra mürşidimin şu ifadelerine rastladığımda hemen bu işittiklerim hatırıma geldi: "Eğer iyi temâşâ etsen göreceksin ki, feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder."

Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli kitabında da, Gabor Mate, hastaları üzerinde yaptığı araştırmaları aktarırken diyordu ki: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Kitabı okuyanların hemen farkedeceği üzere, Mate, hastanın dünyasına girilmeden, salt ilaç üzerine kurgulanmış bir tedavinin yeterli başarıya ulaşamayacağını düşünenlerden birisi. Ona göre hastalıklar sebep değil sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

"Cenab-ı Hakkın ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusu karşısında diyor ki mürşidim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

"Sabır musibetin ilk anındadır..." buyuruyor Aleyhissalatuvesselam da. Hakikaten o ilk anlarda bir turnusolluk var. İçerinin asl-ı rengi o şok anlarında tasannusuz/yapmacıksız bir şekilde dışarıya vuruyor. Sanıyorum, hem o hanım psikolog, hem Gabor Mate, hem mürşidim aynı noktaya farklı açılardan parmak basıyorlar. Bizim, o şok anlarında doğru çizgide kalabilmek için, sadece dışımıza değil, içimize de olumlu mesajlar vermemiz gerek. Peki bunu nasıl başaracağız? Bunu ancak bizi yaratanın öğrettiği kelimat-ı mübareke ile başarabiliriz.

İbadetler sırasında söylediğimiz herşey, yaptığımız her hareket, tekrar ile kendimize hatırlattığımız bir anlam dünyasına karşılık geliyor kanaatimce. Hayatta kalmalarıyla ancak hayata tutunabileceğimiz manalara cansuyu döküyoruz onlarla. Namazda, her halden hale geçişte tekrar ettiğimiz 'Allahu Ekber'lerin, hayattaki halden hale geçişlerimizde "Nasıl bir sorunla karşılarsan karşılaş, merhametli sahibin Allah, ondan daha büyüktür!" çağrışımı taşıdığı ve hatta aşıladığını söyleyemez miyiz? Yine 'Elhamdülillah'ların, 'Subhanallah'ların, 'Bismillah'ların da bu anlamda 'bizden bize mektuplar' şeklinde okunabileceği düşünemez miyiz? Evet, elbette, ibadetlerle öncelikle rıza-i ilahîyi kazanmaya çalışıyoruz. İhlası da burada zaten. Fakat diğer taraftan, gündelik yaşamda verdiğimiz yanlış mesajlar nedeniyle sürekli yara alan fıtratımızın, bu ibadetler sırasında aldıkları doğru mesajlarla kendisini tazelediği de bir gerçek.

Ben şimdi hem Kur'an'da ve sünnette zikrullaha yapılan vurgunun ve hem de tasavvuf mesleğinin ayrıca ona verdiği önemin böylesi bir 'ağaç yeşertici' mana taşıdığını düşünüyorum. İçimizdeki iyi şeylerin de yaşatılmaya ihtiyacı var. Melekler ekmekle doymaz. Latifelerin rızkı kelimat-ı mübarekedir. Onlarda saklı olan anlamdır. Hem tekrarlarında ve hem de tefekkürlerinde bizim ayaklarımızı yerden kesen sır budur. Mürşidim bu sadedde der:

"Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever."

İşte, biz onları terkettiğimizde, yanlış mesajların birikmiş sonuçlarıyla hastalıklar olarak yeniden karşılaşıyoruz. Hastalıklardan da yine 'O manaları diriltmen lazım' dersi alıyoruz. Bedenimiz kendisini ortaya koyarak bizi ruhumuza kulak vermeye çağırıyor. Demek içimizdeki saksıları da bir şekilde sulamamız lazım. İçimizdeki çiçeklere de bakmamız lazım. Bakmadığımızda şu güzel çiçekler yavaş yavaş ölüyor. Belki de intihar bahçevanın bostandaki ölülere bakıp varlığını amaçsız hissetmesidir? En nihayet şu noktaya varıyorum. 'Kendine iyi bak!' dediğimiz kadar demeliyiz: 'Meleklerine iyi bak!'

2 Haziran 2017 Cuma

Belki de sandığımız kadar aptal değilizdir?

Gülümseyerek ve kendisine dualar ederek hatırlarım. Çıraklığını yaptığım dönemde, amcam rahmetli, birşeye çok hayret ederdi: Konuştuğumda beni zeki bulurdu. İnsanların içinde takındığım tutum az-çok aklı başında bir gencin tavrı idi. Ahlakımı severdi. İnsanlardan iyiliğimi işitirdi. 'Yeğenim' deyince keyiflenirdi. Üstelik okul notlarım da durumun çok kötü olmadığını gösteriyordu. Bunlar hep iyiye işaretlerdi. Benden geleceğim adına ümitlenirdi. Fakat hakkında çok ümitvar olduğu bu çocuk, yahut da yeniyetme diyelim, inşaat işleri yaparken düpedüz aptala dönüşüyordu. Elbette, dediğini anlamaz değildi, söylenileni yerine getiriyordu. İtaatkârdı, kaytarmazdı, yapılması gerekeni gayretle yapardı. Fakat kendi oğullarının kolayca kavradığı, biraz daha yetkinlik/derinlik isteyen işlerde, kaç tekrar ile gösterilirse gösterilsin, gelişme gösteremiyordu.

Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.

Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.

Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.

Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.

Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.

Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.

Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'

Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.

Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.

Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.

Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."

Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.

Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.

Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."

Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.

Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.

Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Neler oluyor şu mesture bacılara?

"Bir kısım insanlar, müminlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun onlardan!' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i İmran sûresi, 173)

Kafanızı mümkün olduğunca az şişirmeye çalışarak anlatacağım derdimi. (Beni düşününce, biraz zor birşey vadettiğim anlaşılır.) Şöyle bir noktadan başlayayım konuşmaya: Bediüzzaman'ın, akaid-i imaniyeden ve namazdan sonra metinlerinde en çok neye temas ettiğini soracak olsanız, duraksamadan: "Ümit!" diye cevap veririm. Hutbe-i Şamiye'de "Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş..." deyişinden tutun, Divan-ı Harb-i Örfî'de "Yeis, mâni-i herkemâldir..." demesine; sonra Lemaat'ta "Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi..." diyerek başlayan kısımdan tutun Hakikat Çekirdekleri'nde "İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir..." demesine kadar, Risale-i Nur'da örtülü/açık pek çok şekilde ümit aşılanır, yeis/ümitsizlik kötülenir.

Bediüzzaman, "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i Kur'anisini, hem ümit kesmemek hem de ümit kestirmemek olarak anlamıştır kanaatimce. Bunlardan en beğendiğimi; okurken, sanki Üstadın ağzından değil, kendi ciğerimden gökyüzüne savuruyormuşum gibi hissettiğimi ise Münazarat'ta bulurum ben.

O eserde, Kürt aşiretleri içinde muhavere ederken, birisi itirazkârane der: "İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Bediüzzaman'ın bu itiraza cevabı işte benim kalbimi de kendisine âşık eden meziyeti saklar içinde: "Neden dünya herkese terakki (yükselme/gelişme/ilerleme) dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî (düşüş/alçalma/gerileme) dünyası olsun?" Biraz cüretkâr konuşayım: Aslında bu cevabın altında bir 'hüsnüzan' da vardır. Allah hakkında bir hüsnüzan. Bu kelimeyi kullanmam ne kadar doğru, bilemiyorum ama; hadis-i kudsîde beyan edilen "Ben kulumun zannı üzereyim" ifadesi ile bir cesaret buluyorum istimaline: Evet, Bediüzzaman'ın bu cümlesinde yalnız ümit değil, bir adım evvelinde, marifetiyle orantılı 'Allah'a dair bir hüsnüzan' da vardır.

Öyle ya, bütün güzel isimlerin sahibi olan Allah, müminleri bu dünyaya 'kaybetmeleri' için mi getirmiştir sadece? Hep acı çeksinler, hep ezilsinler, hep zulme uğrasınlar, hep güçsüz olsunlar diye mi dünyaya atmıştır? 'Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun'dur? Bu cevapla Bediüzzaman aslında kevn ile vahyin uyumu da koyar ortaya. Kevnin, kainatın, kanunların, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, bilimin sahibi, aynı zamanda vahyin de sahibidir. Elbette vahye tutunanlara kevnin içinde tuzaklar kurmamış; iki kitap arasındaki çelişkilerle, başarısız olmalarını kaçınılmaz hale getirecek bir kainat yaratmamıştır. Sorun kevnin ve vahyin uyumsuzluğunda değil, müminin vahye ve kevne uyumsuzluğundadır. Başarısızlık, kalpteki imanın hayata yüklediği, mecbur ettiği bir kader değildir.

Buna benzer bir düşüncemi, yıllar önce, "Çürümüş Kalpleri Kim Diriltecek?" isimli yazımda şöyle dile getirmiştim:

"Bazen 'Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?' diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; 'Evet, haksızlık' şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: 'Çürümüş kalpleri kim diriltecek?' Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: 'De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.'"

Kur'an da pek çok ayetinde örtük/açık ümit ekiyor yüreklerimize. Yalnız "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i nuranîsi değil; biraz o gözle baksanız, bütün vahiy ümit çiçeğidir gönüllerimize ekilen. Hatta "Bismillah..." bile, Birinci Söz'deki ifadeleri bu gözle okuduğunuzda görürsünüz ki, bir cesaret/ümit dersidir: "Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der, sert taş ve toprağı deler, geçer. 'Allah namına, Rahmân namına' der; herşey ona musahhar olur." Bu ve benzeri ifadeleri içeren Birinci Söz'ün; yazıldığı dönemin salabeti, harareti hesaba katılırsa, her yanı ümitsizlikle, korkuyla, acizlikle sarılmış mümin kalplerine; "Bismillah deyin, başlayın; karşınızdaki taş olsa deler geçersiniz!" dediği, cesaret ve ümit aşıladığı apaçık anlaşılır: "En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar..."

Sizin de dikkatinizi çeker mi bilmem: Teknolojik her gelişmenin veya atılımın, ülkemize önce 'korkusu' ithal edilir. Örneğin: Nükleer santral yapımı gündeme gelir gelmez, önce muhtemel felaket senaryoları tartışılmaya başlar medyada. Ceptelefonları 'önce' kanser yapar. Hızlı tren 'önce' kazaya çok müsait bir taşıma aracıdır ve Türkiye coğrafyasına uygun değildir. İnternet, 'önce' ahlakımızı bozar. Facebook, twitter vesaire 'önce' kimlik bilgilerinizi sürekli birilerinin çalmaya, sizi dolandırmaya çalıştığı bir platformdur, öcüdür. Takip ederim teknolojiyle ilgili haberleri. İletişim ve ulaşımla ilgili neredeyse her yeni buluşun veya ürünün ülkemize gelişi öncesinde böyle korkutucu haberler duymuşumdur. Belki bu felaket senaryolarının gerçekleşebilme ihtimali, Bediüzzaman'ın, kayığa binmeye korkan dostuna çıkardığı ihtimal hesabından daha da zor ihtimallidir; ama yine de korkulur, korkutulur.

Tek bu da değil: Yine örneğin yeraltından, hatta denizaltından metro veya tüpgeçit yapılacaksa, önce korkuları ekilir yüreklere. "Başarılması zordur, mümkün değildir, kesin kaza olur..." vesaire. Küresel dengelere rağmen mazlumları savunacak bir siyaseti yürütecek olsanız bile korkusu hazırdır: Yalnızlaşmaktasınızdır ve bunun bedeli ülkenin karışması olacaktır. Bu da tutmazsa; üçüncü köprü veya havaalanı inşaatlarına girdiğinizde bir başka korku salınır yüreklerinize: O kadar yeşillik yok olmaktadır ve bu yeşilliklerin yok olması çok büyük bir çevresel felakettir. Bir noktada doğru, bu bir çevresel felakettir, fakat İstanbul şartlarında üçüncü bir köprünün olmayışı nasıl bir felakettir, bu pek masaya yatırılmaz. İlaveten; yokedilmeye mecbur olunan bu alan yerine başka bir bölgenin yeşillendirilmesi tezini bile düşünmeden çöpe atar muhatabınız. O bunu asla telafi edemez. İyi de ağaç bir hayır olduğu kadar müminleri birbirine kavuşturan yol da, köprü de, havaalanı da, tüpgeçit de bir hayır türü değil midir?

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abi, bir sohbet esnasında iki dalda yaşanan her gelişmenin ister istemez müslümanların yararına olacağını söyledi: 1) Ulaşım 2) İletişim. Öyle ya; Lemaat'ta da haccın ehemmiyetine dikkat çeken Bediüzzaman, zaten onun bir müminler arası iletişim platformu olduğunu söylemiyor muydu? Ulaşımın da aynı şekilde (tıpkı iletişim gibi) birbirimizden haberdar ve daha sıkı bağlara sahip bir müminler duvarı haline gelmemize katkısı yok muydu? Hatta Cemil Ertem, Markar Esayan'la birlikte kaleme aldığı Dünyayı Durduran 60 Gün kitabında double yolların dahi bugün devam etmekte olan barış sürecinin zeminine büyük katkı yaptığına dikkat çekiyordu. Eğer o yollar vasıtasıyla ulaşım ve dolayısıyla etkileşim artmasa, bugün bir barış süreci devam ediyor olamazdı. Belki Bediüzzaman'ın yine Lemaat'ta yer alan; "Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek..." ifadesi de iletişim ve ulaşım imkanlarının bu artışıyla ilgiliydi. Evvel girecek olanlar, zaten etkileşim içinde uygun zamanın gelmesini bekliyor olanlar olacaktı. Mısır, Filistin, Gazze gibi meselelerde özellikle sosyalmedya sayesinde sıkı bir etkileşim içine giren ve başlarındaki iktidarlardan bağımsız bir bütün oluşturabilen halklar bu baharın habercisiydi.

Metin abinin o sözünü hatırlayınca, bu tarz korkuların da ekilmesini boşuna bulmuyorum. Herhalde bizim gördüğümüz kadar onlar da görüyor olacakları. Fakat engel olamıyorlar. Bilgi öyle bir hale geldi ki, elde tutulmaz; hava gibi, su gibi, nur gibi; zaptedilmez. Amerika dün üretilen, bugün Türkiye'de veya Çin'de. Geride kalmak artık güçleşiyor ve sanki dünya bilgi konusunda da homojen bir zemine yürüyor. İletişim ve ulaşımda homojenleşen bir dünyada hakikaten neden dünya bizler için tedenni dünyası olsun? Neden yeis ekilsin yüreklere? Kalbindeki imandan emin olan, önündeki yoldan telaş etmemeli.

Bitirirken bir not: Aslında yazıyı bu notta anlatacağımı kaleme almak için yazdım. Ama yazarken koyacak yer bulamadım. Kısacık değineyim bari: Âlâ dergisi veya mesture ablaların yaşadıkları kimi hadiseler üzerinden bize aşılanan bir korku daha var. O korku da şu: "Müslümanlar eğer gücü, iktidarı ve parayı elde ederlerse, kesin bozulurlar! Ne mestureleri ahlaklı olur, ne iktidarları dindar olur, ne de zenginleri adam olur" tarzında (zalim bir genelleştirme de içeren) bir korku bu.

Bu korku çok sinsi. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi birşey. Fakat aslında yapmak istediği dindarlar ile güç, para ve iktidarın arasına mesafe koymak. Onları bu üçünden kaçmaya ve onların tamamını sekülerlere devretmeye bir temayül oluşturmak. Bir nevi neo-zahidlik. Ezik, parasız, güçsüz, özenilmez müslümanla sorunları yok. (Hatırlarsanız, dizilerde bile evdeki hizmetçinin başının kapalı olması dokunmaz senaristlere, ama evin hanımı tesettürlü olamaz. Hastabakıcı tesettürlü olabilir, ama doktor olamaz.) Bu yüzden, bana öyle geliyor ki; farzdelim, bir mesturenin yaptığı kötü bir işten, bir dergiden veya bir müstakil olaydan tırnaklamalar yapıp; "Bakınız, müslümanlar giderek dindarlıklarını kaybediyorlar!" korkusu ekmek/üretmek, Bediüzzaman'ın suratına cevabını çarptığı korkuyu uyandırmaya çalışmaktır: "Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Hayır efendim, hayır! İmtihan elbette devam ediyor ve hatalarımız da olacak. Bunu biliyoruz. Fakat asla 'karamsar cerbezenin' oyununa gelmeyeceğiz. Bizim cevabımız hazır: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...