şifa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şifa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2022 Cuma

Kervanı kaybetmenin çaresi yolu bilmektir

"O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü, kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemâl-ı bâkiye mâlik bir Zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan, sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın azabıyla çekiyor." 3. Lem'a'dan.

Diyelim ki bir basket maçını izliyorum. Şöyle bol sayılı olanlardan birisini. (Onlar hep bol sayılıdır gerçi.) Önümdeki deftere tek tek not alıyorum kimin-kaç sayı attığını. Nedense lazım bana. Aaaa. Eyvah. Cık, cık, cık. Elektrikler kesilmesin mi! Ne yaparım? "Elektrikler geldiğinde maç istatistiklerini incelerim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten maç o istatistiklere ulaşmak için izlenmektedir. Asıl gaye budur. İzlemek vesiledir. Arada bağlantı kopsa ne zarar! Neticede yine bilgiye ulaşılacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. Gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız vesvesem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse izleyememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde seyir değildir. Yitirilen yalnız şahitliktir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan istatistiğe değil maça bakandır. Onun lezzetine tutunandır. Evet. Hedefin varlığından haberdar olmayanlar için seyri kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki gayemiz böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Diyelim ki birbirimizi takip ederek bir yere gidiyoruz. Kaç araç? Üç araç. Beş araç. On araç. Her neyse. Yol kalabalık. Vasıta çok. Şeritler vızır vızır. Şoförlüğüm kötü. (Aslında şoförlüğüm hiç yok.) İnsan da aciz. Ve trafikte arkadaşlarımı kaybettim. Eyvah. Ne yaparım? "Buluşmak için sözleştiğimiz yere giderim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten yola menzile varmak için çıkılmıştır. Asıl gaye budur. Takip vesiledir. Arada dostu kaybetsek ne zarar! Neticede yine buluşulacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. O halde gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız paniklemem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse takipleşememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde vuslat değildir. Yitirilen yalnız ülfettir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan yola değil arkadaşa bakandır. Onun varlığına tutunandır. Evet. Menzilin varlığından haberdar olmayanlar için arkadaşını kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki yolculuk böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Mürşidim, 3. Lem'a'sında, Kasas sûresinin 88. ayetini tefsir ediyor. Kısa bir meali şöyledir: "Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm sadece Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz." Ayetin aslını okuduğunuzda bir ikiye bölünmüşlük hissedersiniz. (Ben hep hissediyorum.) "Küllü şey'in halikün illa vechehu..." Duraksamak zorunda bırakılır âdemoğlu sanki burada. Biraz bekletilir. Akıp gidemez. (Harflerin mecbur ettiği bir 'es'tir sanki.) Ve şöyle devam eder: "Lehül hükmü ve ileyhi turcaun." Manasına baktığınızda yine bir yutkunma kaçınılmazdır. Herşey yokolup gidici! Ona bakan yüzü hariçte kalarak. Kolay kaldırılacak bir bilgi mi bu? Bir değil yüz kere yutkunsan, yüz ara versen, nefes alsan, dinlensen, hakediyor.

Bediüzzaman, daha tefsirinin başında, "O azîm âyetin meâlini bu iki cümle ifade ediyor!" diyerek nakşî ruesasının bir hâtme-i mahsusuna dikkat çeker: "Ya Bâki, ente'l-Bâki. Ya Bâki, ente'l-Bâki!" Neden bir değil iki? Neden aynı cümlenin iki kere tekrarı? Bir ziyadelik yok mu bu işte? Acaba dalgınlık mıdır? Yok. Asla. Değildir. Sakın aldanmayın. Zira ayeti aynı ifadenin iki farklı karşılığıyla tefsir eder devamında. (Yani 1. Nükte'de.) Tekrarının hikmetsiz olmadığını öğrenirsiniz böylece. Nasıl ayette bir ikiye bölünmüşlük vardır; ayete meal olarak okunan hâtmenin de 'aynılığı içinde yaptığı' iki farklı iş vardır. Mevzuyu özetle kavramak isteyenlere mürşidimin ilgili makamlarda kullandığı şu kelimeleri önerebilirim. Birincisi 'kesik'tir. İkincisi 'merhem'dir. Nasıl vücuddaki bir iltihap önce deşilir, akıtılır, sonra üzerine şifalı merhem sürülür. Ayet-i kerimenin ikili yapısında da böyle bir durum vardır. Önce hikmetli bir kesik atar. Sonra merhemini çalar.

Sözü uzatıyorum. Seni de sıkıyorum. O yüzden hızla esasa dönüp yazıyı bitireyim arkadaşım: Ayetin ikinci parçasında da (yani merhem bahsinde) iki türlü teselli seziyorum ben. Birincisi şurasında gizli: "Hüküm sadece Ona aittir." İkincisi şurasında parlıyor: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Hani başlarken iki temsil zikretmiştim ya. Hadi onlara dönelim yeniden. Ve hatırlayalım: Maçı takip eden beklemediği kesintiye karşı teselliyi nerede buluyordu? 'Nihaî bilgiye ulaşabileceği ümidinde' değil mi? Yani maçın hükümlerini sonradan-başkasından öğrenebilirdi. O halde izleyemediğine yanmasına gerek yoktu. Hiçbirşeyi kaçırmış sayılmazdı. Zaten hepsi hıfzediliyordu. Şahit olamamak artık 'mutlak şekilde kaybetmek' anlamına gelmezdi.

İşte dünya da avuçlarımızdan böyle kayıyor. 'Ânı yaşamak!' diye birşeyden bahsediyorlar ya, inanma, yalandır. İnsan anı yaşayamaz. Ancak kaçırır. Çünkü sınırlıdır. Çünkü acizdir. Çünkü mahluktur. Herşey avuçlarından çekilir gider. Tutamaz. Tutunamaz. Ne kadar severse o kadar ayrılır. Üstelik dikenleri ellerinden çok kalbini kanatır. Yakar. Yandırır. Bu nedenle "Hüküm sadece Ona aittir!" tesellisine çok muhtaçtır. Yükünü omuzlarından gemiye bırakmayı başarır böylece. Sonuçların sahibi elbette sürecin de sahibidir. Süreci bilmeyen sonucu belirleyemez. Allah Teala hükmü sahiplendiği an sürecin şahitlik yükünü de hafifletir üzerimizde. Ayrılıklar mutlaklıktan kurtulur. Madem 'unutması mümkün olmayan'ın hıfzındadır tüm detaylar, o zaman hep varlar; hem yazılmışlar hem kalmışlar; hiç unutulmamışlar, yazık olmamışlardır.

Peki yol arkadaşlarını kaybeden seyyah teselliyi nerede buluyordu? 'Menzilin bilgisine zaten sahip olmasında' değil mi? Evet. Çünkü menzili bilen yolun şahitlik yükünden kurtulmuş oluyordu. Gideceği yerde buluşacak olduktan sonra aradaki ayrılıklara aldırmıyordu. Gözden kaçırmalara yanmıyordu. Firak aralarına darılmıyordu. Bunlar geçici şeylerdi. Kaybolmak değildi. Ziyan edilmek değildi. Yazıklanmaya gerek yoktu. Umudu her zaman koynundaydı. Buluşacak olanların ayrılığı arızîydi. Aslolan vuslattı. Arkadaşlarının gideceği yere gidebildikten sonra neden takipteki sıkıntılarına aldırsındı ki. Başının çaresine bakardı. 

İşte dünya da gözümüzden böyle siliniyor. O kadar çok sevdiğimiz var ki! Hepsini sonsuzca takibe ne onların ömürleri ne bizim ömrümüz yetiyor. Trafik de yoğun. Araç da çok. Hızlar korkunç. Subhanallah! Peki ne olacak? Yol boyunca bu sancılarla mı uğraşılacak? Yok. Hayır. Gerek yok. Hiç gerek yok. Cenab-ı Hak müjdesini buyuruyor işte: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Yani tekrar buluşacaksınız. Menzilinizin konumu belli. Takipleşmek şart değil. Her firâka bin telaş etmeye neden yok. Gözünüzden yiten de oraya gidiyor siz de. Herkesin yolunun ucu o meydana çıkıyor. O halde var mı küçük hasretler için dövünmeye? Öyle yapmak yerine kazasız-belasız yolu tamamlamaya dikkat etmek daha doğru olmaz mı? Akşam yuvasına dönecek kuş sabah yavrusunu kaybettiğine üzülür mü? Huzura döndürüldükten sonra huzursuzluğa hiç lüzum var mı?

3. Lem'a'yı düşünürken kalbime lütfedilenlerden bazıları bunlar oldu arkadaşım. Seni de haberdar etmek istedim. Gönlüne hoş geldiyse sarıl. Gelmediyse bırak. Başka bazıları daha var. Belki onları da yazacağım. Yazamasam da üzülmüyorum eskisi gibi. Ne de olsa onları da menzilimde bulacağım. Yeter ki yüzleri Ona baksın. Ona bakan yüzlerle meşgul olsun. Yüzleri Ona baktırsın. Gövde gözü takip eder. Yüzün nereye bakıyorsa oraya yürüyorsun. Yürüyüşünde bozukluk varsa yüzüne dikkat et derim arkadaşım, vesselam.

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Namaz nasıl 'dürüst' kılınır?

Elmalılı Hamdi Yazır merhumun Fâtır sûresinin 18. ayeti gibi daha birçok ayet sadedinde kullandığı bir ifade var arkadaşım. Mutlaka denk gelmişsindir. Kimileri 'Namazı hakkıyla kılarlar...' diyor. Kimileri 'Namazı erkânına uygun kılarlar...' diyor. Kimileriyse 'Dosdoğru kılarlar...' diye açıklıyor. Ama o şöyle demiş: 'Namazı dürüst kılarlar.' Ne var ki bunda deme sakın. Mübarek hocanın seçimi beni pek etkiliyor. 

Bunu bir pişmanlık gibi yazayım da belki Cenab-ı Hak şifasını verir arkadaşım. Nedir? Namazlardaki eksikliğimdir. Kılmayışım değildir. Onları 'kendimin' kılamayışımdır. Bununla ne demek istiyorum? Onu da açayım: Arkadaşım, inkâra gerek yok, ben sanki bu namazları başkası için kılıyorum. Öyle yalap şalap. Öyle sathî. Öyle hûşûsuz. İnsan derdi için böyle davranmaz. Davranamaz. Tabirimi mazur gör. Çünkü en iyi bununla anlayacaksın. Yaptığım 'türkü söyleyerek aramaya' benziyor. Evet. İtiraf etmeliyim bunu. Bu işi beceremiyorum. Şeklen oluyor gibi. Lakin içindeki ilgisizliğim üzüyor. Böyle olmasının bir yalancı uzaklıktan kaynaklandığını hissediyorum. Farkediyorum. Gurbet sadece mekanî birşey değil ki. Bu şekli de var. Lakin hangi ayakla varacağım? Hangi yoldan varacağım? Nasıl aşılır bu mesafe? Onu tam kestiremiyorum. 

Hiç mi terakki olmadı peki? Açılan bazı daneler var. Hamdolsun. Bazı tohumlar filizlerini gösterdiler. Sözgelimi: Son birkaç yılda gördüğüm itikadî savrulmalar beni "İhdinas sıratal müstakîm!" sahibi etti. "Beni istikametli yola hidayet et!" Oraya geldiğimde hakikaten kendimden bahsettiğimi kavradım artık. Bahsettiğimin kendim olduğunu kavradım. Dürüstleştim. Korktum çünkü. Onlar gibi olmaktan korktum. Bu korku sayesinde Fatiha'dan bir ayet sahibi oldum. Hâşâ. Ne diyorum ben? Şüphesiz öyle olmadı. Fatiha'dan bir ayet bana sahip oldu. Anlatılanın hikâyem olduğunu farkettirildi. Böylece tam da ağzımdan alınan bir cümlenin, lütf-i Yezdan ile, yine ağzıma konulduğuna uyandım. Demeye muhtaç olduğum birşeyin dedirildiğini derkettim. Derken dürüstüm artık. Ağzımın söylediğine kalbimde ilgisizlik kalmadı.

Bir başkası da Musa aleyhisselamın duasıdır. "Vereceğin her hayra muhtacım!" dediğinde o şanlı Nebî sanki benden bahsediyor. Ben de yanında hissediyorum kendimi. Çünkü o benim cümlem. Çünkü o bizim müşterek duamız. Çünkü o bir sırr-ı insaniyete dokunmuş. Çünkü ona Rahman u Rahim şifasını böyle öğretmiş. Ne mutlu ona. Ne mutlu bize. İşte biz de tam öyleyiz. O yerdeyiz. Âdem aleyhisselamın varlığından kıyamete kıpırdamadan orada duruyoruz. Ama derûnumuzdaki bu sızıyı nasıl dillendireceğimizi de bilemiyoruz. Musa aleyhisselam beyanı ağzımızdan alıyor. Yerimize diyor. Sana birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Bence cümle peygamberler bunu yapıyor. En çok da Aleyhissalatuvesselam.

Mürşidim "Hem öyle bekà gibi bir hacet-i amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile 'Oh, evet, yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz!' diyorlar..." gibi şeyler söylediğinde önceleri meramını tam tadamıyordum arkadaşım. Şimdi ona da bir parça uyandırıldım. Herhalde buralarda onun fem-i mübarekinden çıkan duaların nasıl 'canımız/fıtratımız içre' olduğundan bahis buyruluyor. Nasıl "Hah, işte, bu lazımdı bize yahu!" diye hislenişimiz anlatılıyor. Yani, evet, Aleyhissalatuvesselamın duaları da, yine mucizesi olarak, 'tam isabet' çıkıyorlar. Onların balına dilini değdiren kendi derdinden tatlandırıldığını farkediyor. Özüne lazımın öğretildiğini idrak ediyor. Ne dilemişse sinemizdeki yaraya dokunmuş. Hangisine dokunmuşsa şifası duaya dönüşmüş. Bu yüzden münacâtını işiten kaybını bulmuş gibi sarılıp ağlaşıyor. Arkadaşım, şaşma bu işe, o kayıp bizden bahsediyor. O kaybettiğimizi dahi unuttuğumuz Yârdan bahsediyor. "O Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur..." yıldızından nur topluyor.

Hani bazen bir kitabın satırları arasında kendimizi buluruz ya. "Yazar tam da benden bahsediyor!" diye heyecanlanırız. Hisleniriz. Kulak kesiliriz. Aleyhissalatuvesselamın duaları da kalp kulağı açıklar için öyle. Derdini unutmamış dertliler için öyle. Yaralarını inkâr etmemiş yaralılar için öyle. Bundaki muvaffakiyeti de elbette onun bir mucizesi. Ümmî Peygamberin elbette Kur'an'ı bir mucizesi ama kalbimiz avuçlarında yazılıymış gibi okuyup okuyup bize söylemesi de. Dua dua bizi bize haber vermesi de. Ben bu dediğimi de mucizelerinden anıyorum. Bediüzzaman'ın da bu hususa dikkat çekmek için tekrar tekrar niyazlarına atıf yaptığını düşünüyorum. Allahu'l-a'lem. Hem yine diyor ki mürşidim devamında:

"Hem bak, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakane, öyle tazarrukârâne saadet-i bakiye istiyor ki, bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor." Burayla birlikte de yazının en başına geri döneceğim arkadaşım. Hem de bu vesileyle Bediüzzaman'ı neden bu kadar çok sevdiğimi bir yönüyle daha tasvire çalışacağım. Şöyle bir yerden başlayayım: Namazı ta çocukluğumda öğrendim. Elhamdülillah. Fakat şimdi düşünüyorum da onu hep bir görev gibi ders aldım. İhtiyaç gibi görmedim. Görev aksatılır. Ama ihtiyaç aksatılmaz. İnsanlar nefes almayı asla ihmal etmezler mesela. Ben de o yıllarda namazımda bir türlü devamlı olamadım. Elbette namaza dair alınan her eğitimin arkasında ihtiyaç dersi de vardı. Fakat bağlarını hakikaten görmek Risale-i Nur'la birlikte oldu. Mezkûr açlık da bununla duyuldu işte. 

Yani, Allah hepsinin emeğinden razı olsun, namazı "Şartları şunlar, farzları bunlar, önce şunlar yapılacak, sonra bunlar yerine getirilecek..." şeklinde öğrenmiştim. Ama mesela Fatiha'yı okurken kendimden bahsettiğimi düşünmüyordum. Risale-i Nur'u okuduktan sonraysa aklımdan çıkaramıyorum. Tahiyyat'ı okurken bir ritüeli yerine getiriyormuş gibi hissederdim. Şimdiyse ucu miraca bağlanmış bir insaniyet sırrının parçası olduğuna eminim. Hikâyemin parçası olduğuna kaniyim. Eskisinden dürüstüm. 

En nihayet alıntıladığım cümleye bağlarsam: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sünnetiyle bize gelen herşeyin ağlanarak 'Âmin!' denilecek sadâlar içerdiğine iman ettim. Ve onun bu duaları ederkenki halet-i ruhiyesinde de hissem olduğunun farkına vardım. Öyle ya: Allah'ın bütün günahlarını affettiği bir ismet sahibi kendi nefsi için neden bu kadar dertlensin? Elbette onun derdi nefsi değildi. Ama o yalnız kendisi de değildi. O aslında herbirimizdi. Hepimizdi. Herşeydi. Nurundan yaratılan âlemin yangınlarını kendisinde hissediyordu. Kıldığında namazını arkasında saf tutmuş bütün varlığın ibadetini Rabbine sunuyordu. Ben de şimdi bir vakit namazı kendimin kılmaya çalışıyorum. Dürüstçe bir namaz kılmaya çabalıyorum. Fakat kendim bile kendine inanamıyorum. Halimize bakıp gel de ağlama arkadaşım.

14 Haziran 2019 Cuma

"Büyük görünme küçülürsün!"

Mürşidimin, Lemeat isimli eserinde, "Büyük görünme küçülürsün!" başlıklı bir metni var. Çok da uzun olmadığı için bu yazıya onu alıntılayarak başlayacağım: "Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük."

Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.

Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"

Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.

İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.

Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.

Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.

İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.

Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.

Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Kışın soğuğu nasıl cehennemden olur?

Sıcak (öğle vakti) şiddetlendiği zaman, onu namazla serinletin. Muhakkak ki, sıcaklığın şiddeti, cehennemin nefes almasından ileri gelir. Öyle ki, cehennem ateşi Rabbine ‘Ya Rabbi! Bir kısmım bir kısmımı yedi’ diyerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine Allah, nefesin biri kışta, biri de yazda olmak üzere (yılda) iki nefes almasına izin verdi. İşte sizin gördüğünüz en şiddetli sıcak ve en şiddetli zemherir/soğuk bundan (bu iki nefesten meydana gelmekte)dır.” (Buharî, Mevakît, 9; Müslim, Mesacid, 185, 186, 187)

Mürşidimden 'sırr-ı iktiran' diye duyduğum şeyin bunu da öğrettiğini düşünüyorum: Yaraya ve dermana kaderin taalluku birdir. Bazen yaraya derman verilir. Bazen dermana yara verilir. Ama her şekilde hem 'yara'nın hem 'derman'ın varlığı lazımdır. Gereklidir. Bu nedenle dermana yeterince ihtiyaç hissetmeyince dert sahibi kılınırız biz. Tıpkı derde giriftar olduğumuz vakit dermana kavuşturulduğumuz gibi. Sağlıklı bir marifet gelişimi için ikisinin de varlığına aynı derecede açlık duyarız. Örneğin: Allah'ın eş-Şafî ismini anlamamız yalnız 'sıhhat' ile olamaz. Öncesinde veya sonrasında hastalık olan bir sıhhatle bu ismin tecellisini kavrarız. Lezzetini alırız. Değişimi tadarız. Zıttına dair yaşanmışlığımız şeyler hakkındaki bilgimizi de edinilmiş kılar. Yani insan herşeyi kıyaslamakla öğrenir.

Evet. İnsan aslında sağlığı veya hastalığı değil 'değişimi' tadar. Sürekli sıhhat halinde sıhhatin varlığını ölçemez. Sürekli hastalık halinde hastalığın niceliğini sezemez. Ancak hastalık-sağlık döngüselliği içinde gelgitlerden bir ölçüm yapabilir. Değişimi farkedebilir. Ve bu değişimlere birer isim takar. Değişmeyenlerin ismi yoktur. İyiliğin bilgisi işte bu yönüyle kötülüğün bilgisine de muhtaçtır. Arkadaşım, "Allah günahları neden yaratıyor?" diye soracak olursan, belki cevabı burada vardır.

Allahu'l-a'lem kaydıysa söyleyelim. Ben bazen böyle düşünürüm: Eğer beşer, şu dünyada bir imtihan sürecine girmeden cennet ve cehenneme pay edilseydi, ne cennetlikler cenneti ne de cehennemlikler cehennemi hakkıyla takdir ederlerdi. Ancak iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, hayrın ve şerrin karıştığı şu âlemdeki karışık tecrübemizdir ki, bizi, şu kavramların birbirinden ayrıldığı âlemleri hakkıyla takdir edebilir kıldı. Evet. Cennete (inşaallah) gidersek oranın kıymetini biliriz. Çünkü bu dünyada zıttını bir nebze tattık. Evet. Cehenneme (hafazanallah) gidersek oranın dehşetini kavrarız. Ki bu dünyada onun da bir ölçüde zıttını tattık. Bu zıtlarına kıyaslayarak oralarda yaşadıklarımızın kötülüğünü/iyiliğini bilebiliriz. Bu tecrübeyle bir marifete erişebiliriz. Allahu'l-a'lem.

Mürşidim, cennet ve cehennem hakkında, bir yerde diyor ki: "Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar..." Böyle bakmayı başarınca herşey daha da netleşiyor gibi geliyor bana. Burada karışığız. Ama durulacağımız yere doğru akıyoruz. Zıtların ayrıldığı bir yer olacak. İşte bu ayrımdan sonrasına biz 'cennet' ve 'cehennem' diyoruz. Mutluluklarımız veya kederlerimiz ise bu dünyadaki izleri...

Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'yazın şiddet-i hararetinin cehennemden olduğunu ifade etmesi' ve yine 'dünyanın merkezindeki sıcak dokunun cehennemle ilişkisine dair' gelen haberler bize coğrafik/astronomik bilgilerden aşkın olarak birşey söylüyorlar: Biz bir turnusoluz. Neyin ne olduğunu gösterir bir ayracız. İnsana sıkıntı veren her ne varsa onlar bu karışıklığın karanlık tarafındandır. İnsana mutluluk veren her ne varsa da onlar bu karışıklığın aydınlık yanındandır. Şu nehir karışık akmaktadır. Karışıklığın biteceği bir ayrılık da olacaktır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi iyinin, güzelin, hayrın olduğu tarafa ayrılanlardan eylesin. Âmin.

19 Haziran 2018 Salı

Ölüm korkusunu yenmenin bir yolu var mı?

"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır." Blind filminden.

Sen de hissetmişsindir arkadaşım. Beklentinin hayatla bir ilgisi var. Birşeyleri (özellikle güzel şeyleri) beklerken hayat daha 'yaşanılır' oluyor. Beklenecek kalmadığında ise insan bunalıyor. Sıkılıyor. Daralıyor. Duvarlar üzerine üzerine gelmeye başlıyor. Bugünlerde bu ilgiyi anlamaya çalışıyorum. Ve şöyle bir aydınlığa ulaştırılıyorum: Biz hayatın 'bir tür ilgi eseri olduğunu' seziyoruz aslında. Evet. Cenab-ı Hakkın bize bir 'alaka-i münezzehe' veya 'ilgi-i mukaddese' ile varlık lütfettiğini seziyoruz. (Varlığımızla ilgilenmeseydi bizi yaratmazdı.) Bu sezgi 'varlığımızı borçlu olduğumuz şeye' bir açlık doğuruyor. Bu açlık da 'ilginin devam ettiğini hissettirecek' tezahürlere tutkun dolaşıyor. Kalbimizde dolaşıyor. Zihnimizde dolaşıyor. Gözlerimizde dolaşıyor. Kulaklarımızda dolaşıyor. Bu dolaşmanın ayak izleri olarak 'beklentiyi' tanıyoruz. Evet. Beklenti 'bizimle ilgilenilsin' isteğimizdir. 

Pedagojinin kurucularından kabul edilen Françoise Dolto (1908-1988) 'Ölümü Nasıl Anlatmalı' kitabında asıl korkulanın 'ölüm' değil 'iletişimsizlik' olduğunu söyler. Yani, ona göre, insan 'bu hayatın son bulmasından' değil, 'etkileşimlerinin tekrar varolamamasından' korkmaktadır. Bu korkuyu aştığı zamanlarda ölüm korkusunu da aşar. Nitekim inançlı bireylerde ölüm 'ilgisizlik alanı' olarak görülmediğinden dolayı bu korku büyük ölçüde aşılmış olur. Hatta böylesi bireylere göre ölüm, hayatın ötesi değil, bir parçasıdır. Dolto, daha seküler bireylerde, bu tür bir tedaviyi 'söz' üzerinden uygulamayı dener. Sözler söylendikleri zamanlardan çok sonra bile varolmayı başarıyorlarsa ve hatta 'başka dillere tercüme edilmeleri' dahi onların manasını öldüremiyorsa, pekâlâ bedenin dağılması da hayatın varlığını etkilemeyebilir. Bu çeşit bir ölüm ancak manaya nisbeten lafzın değişmesi gibidir.

Dolto'nun bu noktada verdiği örneklerden birisi de kaybettiğimizin yakınlarımızın bizim için devam eden varlığıdır. Onun hatırasıyla kurduğumuz ilişkinin de, Dolton'a göre, ölümün 'iletişimsizlik' olmadığını gösterir bir işareti vardır: "Yaşayan kişi belki bunun farkında değil ama iletişim daima vardır. Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde görevini layıkıyla yerine getirmişse, bu iletişim devam etmekle kalmaz, aynı zamanda yaşayan kişiye yaşama bağlanma gücü de verir. Bu güç, ölen kişinin nerede olduğunu bilmeden, ama bizim de bir gün gideceğimiz bir yere hareket ettiğinin farkında olarak yaşarken onu sevme mutluluğu ve sevgiyle onu düşünme keyfinin sonucudur."

Bu bahis bana mürşidimin metinlerinde sıklıkla kullandığı 'haps-i münferit' ifadesini hatırlattı. Bir buklecik alıntılamış olayım: "Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok. Birinci yol: O kabir ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek. Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."

Söz Basım baskısında ise 'haps-i münferit' ifadesi bir dipnot yardımıyla şu hadis kaynaklarına dayandırılıyor: "bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392."

Buradan şuraya geçelim: Hapis nedir? Hapis, bence, sevdiklerinizden iletişiminizin kesildiği yerdir. Burada çekilen acı 'yokluksallığın' değil 'beklentisizliğin' acısıdır. İnsan, Allah korusun, müebbet bir hapis cezası aldığında ölüm korkusundan dolayı acı çekmez, fakat iletişimsizlik korkusuyla büyük bir acı yaşar. Ben, Bediüzzaman'ın, ölüm ile haps-i münferit ifadesi arasında kurduğu bağın tıpkı Dolto'nun kurduğu türden bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hatta, bir adım ilerisinde, mürşidim de ölüm korkusunu 'iletişimin varlığıyla' tedavi ediyor:

"Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla'da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.

Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.
"

Dolto da mezkûr kitabında diyor: "Bir iletişim şeklinin eksikliği yenilerinin keşfiyle altedilir." Körler bu eksikliklerinin yarasını diğer duyularındaki inkişafla kapatırlar. Kollarını kaybedenler ayaklarını el gibi kullanmaya başlarlar. Bu aslında Allah'ın bize sunduğu bir şifa şeklidir. Yalnız bir saniye... Yeri gelmişken 'anlatmayı kolaylaştıracak' hatıralarımdan birisine uzanmak istiyorum.

Babasını 'ilişkileri gerilimliyken' kaybeden birisine taziye ziyaretinde bulunmuştum bir keresinde. Dönüp dolaşıp acılı bir şekilde bu durumu dilegetiriyordu. Oradan çıkamıyordu. Ben de en nihayet ona dedim ki: "Öyle şeyler söylüyorsun ki gören de babanla ilişkin sonsuza dek kesildi sanır. Sen şimdi bir Fatiha okusan, onun adına bir hayır işlesen, bir dua etsen, baban bundan haberdar olur. Allah onu haberdar eder. 'Küsken vefat etti. Tamam. İlelebed küs kalacaksınız!' diye birşey yok ki arkadaşım. Müslümanız. Ölüme 'mutlak iletişimsizlik' diye inanmayız. Kur'an ve sünnet bize bu türden bir haberleşmenin kesilmediğini söylüyor."

O arkadaşım, bu diyaloğun gerçekleşmesinden yıllar sonra, taziyeler içinde özellikle söylediklerimin kendisine çok yardımcı olduğunu söyledi. Dediğine göre bu sözlerim 'tam isabet'ti. Düğümünü çözmüştü. Acısını almıştı. Ben şimdi bütün bu tefekkürlerimi biraraya getirip şöyle düşünüyorum: Mezarlık ziyaretleri, ölüler adına işlenen hayırlar, indirilen hatimler, mevlidler... Aslında hepsi aynı yöne doğru çıkıyor.

Bunlar sadece yakınlarımıza değil bize de yapılmış iyilikler. Cenab-ı Hak bize 'ölülerimizle iletişimimizi kesmememizi' öğütlüyor. Çünkü onlarla iletişimi kestiğimizde ölüm tasavvurumuzu da 'haps-i münferit' şeklinde inşa etmiş oluyoruz. "Biz kimseyle ilgilenmiyoruz. O halde kimse de bizimle ilgilenmeyecek! Yokolacağız!" diyoruz. Fakat Kur'an'la ve sünnetle bize ulaşan duaların ölülerimize bakan yüzleri de var. Her tilavetimiz sevabını ölmüşlerimize de bağışlayarak son buluyor. Bize su ikram edene dahi "Ölmüşlerinin canına değsin!" diye dua ediyoruz. Mü'min bir şekilde her gün oraya bir/birçok mektup yolluyor. Belki maziyle böyle sıkı bir ilişki içinde bizi yaşatan dinimiz bizdeki 'iletişimsizlik' veya 'ilgilenilmeme' korkularını da tedavi ediyor. Bize de bu ağızdan bir şifa suyu içiriyor. Ne dersiniz? Olamaz mı? Ben artık bunu muhtemel bir hikmet olarak görüyorum.

3 Nisan 2017 Pazartesi

Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir

Madem yazılarımda 'yaraların yazdırıcılığına' ve 'yazıların iyileştiriciliğine' sıklıkla değiniyorum, o halde, bütün bu yara-yazı meselelerini dünyamda tetikleyen ayet hakkında da birşeyler söyleyebilmeliyim: "Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)" Fussilet sûresinde geçen bu şeker-bal ifadelerde özellikle ilgimi çeken bölümse Kur'an'ın 'huden ve şifaun' yani 'hidayet ve şifa' olarak anlatıldığı kısım.

Ben, bu kısımda, 'hidayet' ile 'şifa'nın kardeş kılınmasında büyük hikmetler görüyorum. Nasıl? Belki şöyle: Şu ayet, hidayetin, ötemizde birşey veya sadece 'entelektüel bir meşgale' olmadığını, yaralarımızla da ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Yani; biz Kur'an'a dair hangi marifete erişsek, o bizim bir yaramıza şifa olur. Kenarda kalmaz. Salt bir malumat olmaz. Devasını hissederiz. Rahatlarız. Ferahlarız. Göğsümüz genişler. Kur'an'la ilgili bilişler böyle bilişlerdir. Onlar insanın yaralarına dokunmayan bilişler gibi değildir. Talebesi de öyle bilip talip olmalıdır. Kendi yaralarına deva arayanlarla konuşur Kur'an. Şifa arayanlara hidayet gösterir. Ve hidayeti elde eden de tesirini yaralarında hisseder.

Bu meselenin birinci tarafı. İkincisi: Kur'an'ın hidayeti, bir yere giden çok yollardan en kısası değildir, tek yoldur. Sağladığı avantaj, salt yolu kısaltmasıyla değil, gideceği yere götüren tek yol olmasıyladır. Yani; Kur'an'ın kalbimize lütfettiği bilgi, doğruya giden yolların çok olduğu bir düzlemde, onların kolay bir alternatifi gibi değildir. Kur'an, doğruya giden başka yolun olmadığı bir düzlemde, hakikate giden tek yoldur. Bu, ondan gayrısını yaralı, onu ise şifalı kılar. Alternatifi marazdır. Nakşolduğu gönüller hep sızılıdır. O, kimin gönlüne misafir olmuşsa, ona şifa vermiştir. Onsuz bulunacak sağlık yoktur.

İstanbul'dan Sivas'a gitmenin çok yolları olabilir. Bunlardan birisi, belki en kısası, bize hidayet gibi gelebilir. (Kısalık/kolaylık da bir hidayettir.) Ama Kur'an'la gelen hidayet böyle değildir. Kur'an'la gelen marifet ondan gayrı yolların çıkmaz olduğu yerde Sivas'ı gösterir bize. Kendisini hidayetin yanında şifa ile de anması böyle bir dersi içeriyor olabilir. Allahu'l-alem.

En nihayet bu bahiste şunu söyleyebilirim: Bu ayet-i kerime, bize, hidayetin şifayla ve hakikatin yarayla ilgisini anlatıyor. Benim, yaralar üzerinde bu kadar durmam ve yaralarıyla uğraşanların yazılarını methetmem de bu yüzden. Onlar kalplerine dokunan bir işle meşgul oluyorlar. Kur'an'ı muhatabıymış gibi okuyabilmenin sırrı da bu. Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir. Kur'an'ın gırtlaktan aşağıya indiğinin delili budur. Hidayetin sana misafir olduğunu şifasından anlarsın. Rahatlarsın. Ferahlarsın. Göğsün genişler. Bu bilgi "Filancalar öyle söylüyor..." bilgisi değildir. Hidayet böyle birşey değildir. Yaranın farkındaysan sesini işitirsin. Yoksa kulaklarına bir ağırlık iner.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...