15 Ocak 2015 Perşembe

Kibir, bir işgal hareketidir

Azapların en büyüğü, geç kalmaktır, keşkedir. Ehl-i cehennem de, bence, en çok bundan yanacaklar. En fenası o. Mantıksız acıya katlanmak daha zordur. Doğruyu yaparken çekilecek acılara, ödenecek bedellere katlanmak bile haz verir. Ama hatanın bedelini ödemek? Ve yanarken körkütük hatalı olduğunu bilmek? Kur'an'da şuna benzer ifadeler geçiyor: "O günahkarların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, 'Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık...' diyecekleri zamanı bir görsen!"

Bir evlat için en acı şey; babasını, ancak onun baba olduğu yaşlara gelince anlamasıdır. Bu yönüyle babama karşı yeniden ilgiliyim. Oğlu gibi değil, onu tanımaya çalışan yaşıtı gibi. Vefatının üzerinden geçen yıllar, Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu, bu ilgimi azaltmadı, arttırdı. Babam benden uzaklaşırken cismanî anlamda, kalbim sanki bu mesafeyle orantılı bir şekilde ona yaklaşmamı sağladı.

İnsan tuhaf şey. İçinin bir mantığı var ki, ayrıdır, bazen dışına takla attırıyor. Neşeyi mutlak bir unutkanlık toprağı altına atabiliyor, ama acıyı sıradanlaştırarak ancak bir derece örtebiliyor. Ben babamı unutmadım. Unutmaktan da Allah'a sığınıyorum. Aklımdan geçmediği bir gün bile yok. Kötü bir evlat değildim, ama keşkesi olmayan evlat yoktur. Keşkesi yoksa o evlat, iyi bir evlat değildir. Üstelik 'keşke' sanıldığı gibi kötü birşey de değildir. Keşkesi olmayanın tevbesi olur mu?

Peki, babamı neden bu kadar özledim? Çok mu hayatımın her yerinde bir insandı? Tam aksine, babam hayatımın her yerini bana bırakan bir insandı. Onun varlık hali (bir davranış şekli olarak da değil, tam olarak varlık şekli) tevazu idi. Daha az yer işgal etmek üzerine kurgulamıştı herşeyini. Bir gün boyunca, eğer zorunda bırakmazsanız, konuşmadan günü bitirebilirdi.

Annem yüzünün asıklığından şikayet ederdi çokça; fakat neden bilmiyorum, bana asık gelmezdi. Bir memnuniyetsizlik gibi değildi o sanki. Bir derinlikti. "Benim burada ne işim var?" der gibi bakıyordu hayata. Kalabalıktan sıkılıyordu. Çok konuşmaktan sıkılıyordu. Yabancılardan sıkılıyordu. Misafirlikten sıkılıyordu. İlgiden sıkılıyordu. Kendine kalmaktan öte ve çalışmaktan başka bir isteği yok gibiydi. Hayvanları çok severdi. Çok şefkatliydi onlara karşı. Zaten işi de hayvanlara bakmaktı, bir nevi çobanlıktı. Hiçbir zaman ev sahibi olamadı. Üzerine düzgün birşey giyemedi. Ama bunu istemiyordu da, sanki hiç hevesi yoktu.

Bir tartışma olduğunda tarafları susturamazsa çekip gidişi, bence aynı naifliğin sesiydi. İnciniyordu. Duyarsızlıkla suçlayabilirsiniz böyle bir ilgisizliği, ama öyle değildi. Bu dünyanın karmaşası, tartışması, kavgası, telaşı, herşeyini o kadar yadırgıyordu ki; hayata adapte olamıyordu galiba. Belki böylesi bir insanın yalnız yaşaması en doğrusuydu, ama o iyi ki baba olmuş. Böylece ben babamı tanımış oldum. Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da şöyle bir halet-i ruhiye tasvirinde bulunur:

"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum."

Bence bu tasvir tam bir kibir tasviridir. Bediüzzaman da ehl-i şirkin varlıkla ilişkisini 'tecavüz' kelimesiyle çok anar. Özünde zaten kibir, 'ene' adına bir işgal hareketidir. Enenin kalınlaşıp sahibini yutmasından sonra öteki olanlara da dilini ve dişini değdirmesini biz kibir ile okuruz. Varlık hiyerarşisi 'ben' merkezine girdiğinde davranışlar da kibir kokar. Mütekebbire göre varlık 'kendisi ve diğerleri'nden ibarettir. Bir süre sonra diğerleri de yok olur.

"(...) güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır..."

Babamın varlığı ise, aksine, varlığa yönelik bir çekingenlik, bir 'daha az varolma' isteğiydi. Tevazusu böyle bir tevazuydu. Bilmiyorum, başkaları da onu öyle mi görürdü? Hatta şimdi beş evladının diğer dördü onu anlatsa nasıl anlatırlar? Fakat ben otuzumu aştığım şu yaşlarda babamı daha çok anlıyorum. Daha çok anlamak daha çok keşke demek, daha çok can yanması.

Halbuki birkaç defadan fazla bana nasihat de etmemiştir. O cümleleri de kafamda döner durur, kısa şeylerdir. Mesela hırsla odun taşıdığım bir gün şöyle demişti: "Oğlum, çok çok taşıma, ormanı çok götüren değil, sık götüren bitirmiş." Bir keresinde de kavga etmememi salık verirken şöyle demişti: "Her yaramaz adama bir tokat atsan, eve geldiğinde kolunu kaldıramazsın."

Konuştuğunda kelimeleri karıştıran, yürürken sağına soluna hiç bakmayan, selam verildiğinde tebessüm edip sonra yüzü hemen tekrar eski haline dönen, yirmilerimde bile koşup elinden alışveriş poşetini kaptığımda vermemekte direnen, yük olmaktan hoşlanmayan, vefatına kadar bir adım gerisinde yürümekten mutlu olduğum, giderken böylesi pekçok güzelliği beraberinde götüren babam, ben senden razı idim, inşaallah Rabbim de razı olur. Çünkü varlığın bir tevazu idi. İncitmeden yaşadın. Allah da seni incitmesin. Bunları söylerken mübalağa yapmıyorum. Abdestini almış cuma ezanını beklerken vefat etmişti. Birkaç gün sonra rüyamda bana şöyle dedi: "Oğlum, niye bu kadar üzülüyorsun, bak ben iyiyim. Bu kadar üzülme." Beni kimse bunun rüya olduğuna inandıramaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...