10 Ocak 2015 Cumartesi

"Çünkü o, o idi. Ben de ben."

Alberto Manguel, Kelimeler Şehri'nde naklediyor: Montaigne, Denemeler'de, genç yaşta ölen dostu Étienne de La Boétie'yi anlattığı kısımda, okurun diliyle kendisine sorduğu; "Peki, onu neden bu kadar çok seviyordun?" sorusunu şöyle cevaplar: "Bunu ifade edemem sanıyorum." Fakat kitabın 1592 yılındaki baskısında şöyle bir ilave yapar bu cümleye: "Bunu ifade edemem sanıyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim size: Çünkü o, o idi." Daha sonraki dönemde ise farklı bir kalemle tashih nüshasına bir cümle daha ilave eder. "Çünkü o, o idi. Ben de ben..."

Montaigne, basit bir cevabı vermekte neden zorlandı? Neden bu kadar sene bekledi? Veya neden arkadaşının iyi huylarından birkaçını sayarak en kolayı tercih etmedi? Öyle ya, bana sorulsaydı bu, o kadar sene beklemeye de gerek duymaz, "Hoşsohbetti, hazırcevaptı, neşeliydi, yardımseverdi, çalışkandı, dürüsttü, karagün dostuydu vs." gibi pekçok şeyi saymış olurdum herhangi bir arkadaşım hakkında. Ve muhatabıma da bu cevaplardan herhangi birisi (hepsine de gerek yoktu) yeterli gelirdi. Montaigne neden böylesi kolay bir yolu tercih etmedi? Neden bekledi? Neden doğru cümleyi aradı onca sene? Ve "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." derken neyi buldu?

Bediüzzaman, İçtihad Risalesi'nde, "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor..." diye başladığı bölümde, bir nüansı ıskaladığımızın altını çiziyor musırrane: Hikmet ve illet ayrımı. Kendi cümlelerinden okuyalım:

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir."

Yani ne yapıyor şu zamanın nazarı: Birşeyin asıl yapılış nedeniyle, o yapılışla gelen sonuçları/faydaları birbirinden ayıramıyor. Yahut o faydaların üzerinde o kadar duruyor ki, asıl yapılış nedenini ıskalayacak bir noktaya geliyor. Bu sonuç endekslilik, yani fayda mülahazası, yapılan içtihadın hedefini de yerinden oynattığı için onu arzî hale getiriyor, semavî olmuyor. Peki, arzî hale gelmek ne demek? Ben bu kısmı, biraz Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abilerin "Kendi semanı gördün mü?"[1] başlıklı (Düşe Kalka Muhabbet'in 20. bölümü) programından hareketle anlıyorum: Herşeyin seması, aslında onun manası. Manasının âlemi. Ve herşeyin bir seması var, tıpkı Sözler'de Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır." Ve aslında sanıldığı gibi mana maddeden değil, madde manadan yaratılır: "Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir..." ve "Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor. İşte, şu kainat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevî ve ilmî mehasinin tereşşuhatıdır."

Yani bu ne demek? Maddi dediğimiz manevî olandan sızıyor/yaratılıyor; manevî olan maddi olandan değil. Halbuki Sadık Yalsızuçanlar'ın da bir söyleşide[2] (Kahve Bahane programı) söylediği gibi modern medeniyette işler böyle yürümüyor. Önce eserler ortaya çıkıyor, sonra bunların polemiği yapılıyor. Maddeye manayı insan katıyor.

İşte, kanaatimce, sonra polemiğini yapmak arzîliktir. Mananın evvel olduğunu düşünmek semavîliktir. Hikmeti konuşmak da 'sonra olacaklara' baktığı için bir nevi arzîliktir. İllet ise vücuddan öncesine baktığı için semavîliği temsil eder. Yüzümüzü Kur'an'a dönelim şimdi. Hatırlayalım: Allah, 'gökleri ve yeri yaratan' olarak anılır Kur'an-ı Kerim'de. Önce gökleri, sonra yeri. Hatta bu tekrar be tekrar anıştaki sırdan dolayı Bediüzzaman Hazretleri Ayetü'l-Kübra isimli eserine şöyle başlar:

"Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır."

Bizde şöhreti çok olan İhlas Risalesi'dir. Ama okuduğumda karnıma yumruk yemişim gibi hissettiren ihlas tarifini ben İşaratü'l-İ'caz'da bulurum: "İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."

Ebubekir Sifil Hoca da bu asrın en büyük tehlikelerinden birisinin 'teslimiyetin yitirilmesi' olduğunu söylüyor. Yani insanlar ellerine geçen hadislere/ayetlere NASA'dan gelen bilgiler kadar güvenmiyorlar artık. Ötekini sınamaya ihtiyaç duymadıkları halde, bunu mutlaka sınamaya ihtiyaç gösteriyorlar. Eğer bilim de doğrularsa kalpleri mutmain oluyor imana ve takvaya dair şeyleri. Bence bu teslimiyetin yitimi; aslında illetin yitimi, ihlasın yitimi, emredildiği için yapılması'nın yitimi, maddeden önce gelen mananın yitimi. En başa döneceğim yine: Montaigne sevgisini açıklarken "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." demişti. Hangimiz bugün "Neden namaz kılıyorsun?" veya "Neden oruç tutuyorsun?" veya "Neden örtünüyorsun?" gibi sorulara böyle bir özgüvenle cevap verebiliriz: "Çünkü o Allah'tır, bense kul." Bence, cebimizde çok hikmet var, fakat neredeyse illet kaybolacak aralarında.






[1] İzlemek isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=_ot4VStWzsk
[2] İzlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=nF42ckA24uU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...