20 Ocak 2015 Salı

Aşk da mahvediciydi

Bazen öyle ortada kalıyor insan. İçinde bir yazma isteği oluyor, ama hakkında yazacak birşey bulamıyor. Hakkında yazılacak şeyler, eğer bizzat sizin bir yaranıza tekabül etmiyorsa, yani onu deşmek sizde tuhaf bir tatmin yaratmıyorsa (hem can acısı, hem iyileştirici tatmin) o zaman yazmanın da, okumanın da bir anlamı yokmuş gibi.

Dışınızdaki dünyada büyük büyük şeyler yaşanıyor olabilir. Koca koca adamlar her gün onlardan bahsediyor olabilir. Ama sizde bunu anlamlı ve kıymetli kılacak şey yaralarınızdır. Eğer karadeliğin dolmasına benzer bir içhuzuru yaşatmıyorsa, daha çok şey hakkında daha çok şey yazmanın da bir anlamı yok. İnsan başkaları için, başkaları 'hoş bulacak' diye yaşamaz ki. Başkalarının beğenisiyle yaşanan bir tatmin, çabuk terkeden bir tatmindir. Başkası hep 'başkasıdır' çünkü. Gidicidir. Aşk bile olsa, öyledir. Tıpkı ömrü boyunca okurlarının beğenisiyle ayakta durmaya çalışmış Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'de dediği gibi:

"Aşk da mahvediciydi. Güzel olan, doğru olan ne varsa gidiyordu." (...) "Hiçbir şey yeterince yavaş değildi. Hiçbir şeyin ömrü yeterince uzun değildi." Yahut Pazartesi ya da Salı'da dediği gibi: "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu."

Lezzet-i ruhaniye dediğimiz şey ise, tıpkı ruhun kendisi gibi, daha kalıcı bir mutluluk. Zeval-i lezzeti elem olmayan türden. Eylemsel değil, doğrusal bir lezzet. Doğru şeyi yapmış olmanın mutluluğu, kalabalığın desteğini almış olmanın veya kalabalıkla yapmış olmanın 'mış gibi' mutluluğu değil. Allah'ın rızası da salt bir beğeni değildir bu yönüyle. Daha derin birşeydir. Yaratılmışlığın yaralarının tedavisiyle ilgilidir.

"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

İkisi genelde karıştırılır. Kalabalığın desteği doğru şeyi yapmak anlamına gelmez her zaman. Ama doğru şeyi yapmak bugün veya yarın kalabalığın sizin yanınızda olacağını garanti eder. Bugün olmayabilir bu, dediğim gibi. Yakın bir yarında da gerçekleşmeyebilir.

Nice peygamber gelmiştir ki, ümmetleri olmamıştır. Davalarında bir yanlış olduğundan veya bir üslûp hatasından mıdır bu, haşa? Hayır, kalabalıkların eylemden öte doğruyu farketmesi zaman aldığından. Bugün Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamı destekleyen herkes aslında onları da desteklemiş oluyor. Peygamberler insanlığı klanlara, aşiretlere, kavimlere bölmek için gönderilmediler. Aynı zamanda gönderilen peygamberler vardır (Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi) ama birbirleriyle savaşan peygamberler yoktur. Allah'ın varlıkta muradı hiçbir zaman bölmek, parçalamak, savaştırmak olmadı. O bir bütünlüğün/tevhidin kalıbında yarattı mahlukatı. Mahlukat bu tefrikayı kendi sınırlılığından icad etti.

"Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız."

İnsan önce yaratılıyor sonra da farkları ve düşmanlıkları yaratılıyor değil. İnsanın yaratılışındaki sınırdır ki, varlığı kendinden ötede ve farklı algılamaya mahkum. Elinde iki seçenek var: Ya o farklılığı bir bilgi kaynağı kılıp tevhide bir kapı açacak. Yeni bir marifet devşirecek ondan. Yahut da öteki olanı 'kendinin olmamakla' veya 'kendinden olmamakla' yaftalayıp ondan kaçacak. Her ne ile karşılaşsanız yeni, tepkiniz iki şekilde olur: Ya merak ile ona yönelirsiniz, ya korku ile ondan çekinirsiniz. Birisi kuvve-i akliyeye bakar, ötekisi kuvve-i gadabiyeye.

Birşeyler yazmaya niyetlenmek, içinde bunun arzusunu da duymak, birşeyleri tanıma isteği... Kolayca tanıma isteği... Tanınma isteği... Allah ırkımızı böyle kabile kabile, renk renk kıldığı gibi kelimelerimizi de, dillerimizi de, düşüncelerimizi de birbirinden ayırmış. O dillerin içinde de manaları birbirinden ayrı parçalar olarak bırakmış zihinlerimize. Allah bizden o kelimeleri ayrı ayrı bırakmamızı istemiyor, o kelimelerden düşmanlık üretmemizi de.

O kelimeler vasıtasıyla ve yine birleştirerek kolayca tanımamızı diliyor birbirimizi. (Yazıyla da olur bu. Yazmak birleştiricidir.) Yalnız birbirimizi mi? Kendimizi de. Fakat nereden başlayacağız düşünmeye? Düşünmenin en zor yanı, eşiği, ilk adımıdır. Nasıl başlayacağına karar veremeyenlerin vazgeçtikleriyle doludur çöpsepetleri. İşte bu noktada da vahiy devreye giriyor. Allah bize nereden başlayacağımızı öğretiyor bir nevi. Her bir ayet bir yıldız. Bir pusula. Bir merkez. Bediüzzaman ayet ve yıldız, Kur'an ve sema arasında benzerlik ilgisi çok kurar.

"Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir."

Benim fikrim sönüktü. Kalbime yazmak isteği koymuş idin ama ne hakkında yazacağıma karar veremezdim. Düşünmek istiyordum, ama neyi/ne kadar düşüneceğime karar veremezdim. Ne zaman ki, Kur'an'ın yüzü bana açıldı, o zaman konuşmaya değer şeyler olduğunu anladım. Yola çıkacak, ilk adımı atacak altıbinden fazla cümlem var artık. Eş'arîce bir bakış bu söylediğim. Allah'ın kendisini de 'kolayca tanımamızı' murad ettiğini kastediyor. Çünkü eğer Maturidîce bir nazarla aklımıza bırakılsaydık, İbn Tufeyl'in Hayy b. Yakzan'ı gibi pek azımız Allah'ı bulabilirdik. Pekçoğumuz, o kalabalık içinde kaybolacaktık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...