19 Kasım 2016 Cumartesi

Ahirzaman Samirileri...

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavunluk arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-i Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa aleyhisselamın davetini duyduğunda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü redde salt bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkarda, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama/bastırma' anlamları saklıdır. Firavun, Hz. Musa aleyhisselamın mucizelerini açıkça görmüş, bu konuda ehl-i ihtisas sayılacak sâhirler de 'onun yaptıklarının sihir olmadığını' tasdik etmişlerdir. Peki, Firavun'u böylesi delillere rağmen hakikate direnir kılan nedir? Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp, onu 'hakikati görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Red ve inkârın aynı olmadığını kullanımlarımızdan da anlayabiliriz: Mahkemeler davaları usule uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlıklarını inkar etmezler. Evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama varlıkları inkar edilmez. Bir misafirlikte tarafınıza yapılan ikramı reddebilirsiniz, ama "Bana hiç ikram yapılmadı!" diye inkâr etmezsiniz. Bunlar farklı şeylerdir. İkincisi birincisinin yerine kullanıldığında söylenen şey 'yalan' olur. Biraz da bundan cesaret alarak diyebilirim ki: Firavun'un şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu ise Kızıldeniz'de garkolurken söylediklerinden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi çeşitli anlamlara sahipse de, kelimenin kökeni 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa aleyhisselamın dinini topyekün reddetmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa aleyhisselamın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Fakat dinini bükmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi." Belki bu ayetlerden bir işarî mana olarak şunu anlayabiliriz: "Onların görmediğini gördüm" demekle kastedilen "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği yanlarını (veya farklı şekilde) anladım..." demek olabilir.

"Elçinin izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım!" ifadesini ise, değerli bulduğu eskinin bilgisinin içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını, yani vahiyle malumatını karıştırıp birlikte sunduğunu ve bu sayede tahrifinin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoşgeldiğini, bir işarî mana olarak, anlayabiliriz. (Allahu'l-alem.) Bu açıdan diyebiliriz ki: Samiri vahyin hakikatini inkar ediyor değil. Ama keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) de, vahyi ikincil derecede bırakacak şekilde, kullanıyor. Ondan alıp şuna katıyor.

Bugünlerde Ignace Goldziher'in (1850-1921) Klasik Arap Literatürü'nü okurken hissettiklerim de buna yakın. Ne açıdan? Şu açıdan: Müsteşriklerin (ve onların öğrencileri olan İslam modernistlerinin) din üzerinde yaptıkları şey de buna benzer. Goldziher, kitabında, İslam tarihine dair verdiği doğru bilgilerin arasında kendi yorum ve çarpıtmalarını katarak 'bir avuç ondan alıp şuna atmayı' başarıyla uyguluyor. Mesela, Mekkî ve Medenî ayetler arasındaki üslûp farkını ele alışı şöyle Goldziher'in: "Bir bütün olarak ele alındığında, Kur'an'ın dili ve üslûbunun aynı biçimde olmadığı doğrudur. İlk vahiyler, gerçek ve yüce ilhamların bir ifadesi olup, kelimenin tam anlamıyla şiirseldir. (...) Bununla birlikte Medenî sûrelerde Muhammed'in peygamberlik coşkusu gitgide azalmakta, hatta nesir düzeyine inmektedir."

İslam tarihi hakkında tarafsız(!) bilgiler içerdiğini düşündüğümüz kitapta ne demeye getirmektedir Goldziher? Kur'an'ın Mekkî ve Medenî sûrelerindeki üslûp değişiminin 'hikmetten' değil 'bıkkınlıktan' kaynaklandığının iması değil midir bu? Dolayısıyla bu ima ikinci bir imayı içinde saklamaktadır: Kur'an, hâşâ, Allah'ın kelamı değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şiirsel metinleridir. Zaman geçtikçe de, hâşâ, ilk günlerdeki kalitesi kalmamış, şiirsellikten nesire bir düşüş olmuştur. Çünkü müellifi, her insan gibi, yorulmuştur. Peki, Bediüzzaman nasıl izah eder bu üslûp değişimini:

"Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekkiye sûreleriyle, Medine sûreleri belâğat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâğatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile ifade ve tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir, târif, tenkir ve hazf, zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâğatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar."

İşte Goldziher gibi müsteşriklerin İslam modernistlerinin beyinlerine attıkları toprak böyle birşeydir. Onların nefislerine bu işi tatlı gösteren de, tıpkı Samiri'de olduğu gibi, doğruların yanlışlarla karışık bir şekilde ortaya konulmasıdır. Ehl-i bid'a'yı ehl-i küfürden daha tehlikeli bir hale getiren yanları da budur. Budur ki, Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri'yi şöyle demeye mecbur etmiştir:

"Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...