1 Kasım 2016 Salı

Taşıyamadığın mülk senin değildir

Yazılarımı takip edenler farketmiştir: Bir süredir ubudiyetin bütünle, enaniyetin parçayla ilgisi olduğu üzerine kafa yoruyorum. Hatta mürşidimin "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." ve devamındaki ifadelerle bu sırrın altını çizdiği düşünüyorum. İyi haber şu: Bugünlerde bu tefekkürümü biraz daha ilerlettim. Ubudiyet dediğimiz şeylerin aslında bütünün (ki bu bütünü en üst seviyede 'tevhid' ifade eder) anlamına 'hatırlatan' veya 'ona dair olan' şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Namazımız, orucumuz, zekatımız, haccımız, selamlaşmamız vs... En küçüğüne kadar ibadet diye yaptığımız herşey aslında yaşadığımız parçalığın içinde bütünlüğün anlamını içeriyor. Yüzümüzü, aklımızı, kalbimizi ve hatta tümümüzü bütüne çeviriyor. Daha öz bir ifadeyle: İbadetlerin her biri kendimizden daha aşkın birşey için yaptığımız şeyler. Ve biz bu aşkınlığı evvelen niyette yaşarız.

Niyetin eyleme kattığı ilk şey onu yalnızlıktan kurtarmasıdır. Bir kanunun/bütünlüğün parçası haline getirmesidir. Bir mü'min "Niyet ettim Allah rızası için..." deyip (veya içinden geçirip) birşey yaptığında eylemini aynı cümleyi söyleyenlerin eylemlerine bağlar. Necip Fazıl merhumun tabiriyle bu bir 'Sonsuzluk Kervanı'dır. Şunu fiziksel anlamda ifade etmenin tastamam bir yolu yok. Ama manevî dünyada kesinlikle bağlanıyoruz. Mürşidimin ifadesiyle imanın bir 'intisap/bağlanış' oluşu böyle bir sırrı saklıyor. Yani birşeyi bir anlam veya niyetle yaptığınızda o anlamda/niyette bir kardeşlik halkasına dahil oluyorsunuz. Aranızda yüzyıllar olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Halkanın bazı bireylerinin zayıf, diğer başkalarının güçlü, daha başkalarının ise daha da güçlü olması bütünlüğün kemali içinde önemini kaybediyor. Çünkü bütünün konuşulduğu yerde parçaların önemi kalmıyor. Bugün hızlı tren diye birşey varsa raylı sistemi ilk kez hayal eden insanın bunda bir payı vardır. Ve bu teknolojiye emek veren herkesin mezkûr silsileden bir hakkı vardır. Ancak hiçbirisinin küçük adımları/emekleri bütünlüğün sahibi olamaz.

"Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki; sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor. İkinci vecih itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs'ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir—tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami' geniş bir âyine olsun."

Enaniyetimiz bizi parçaların hâkimi kılmıyor, ama öyle sanmamıza sebep oluyor. Bir parçayı bütünden ayırabildiğimiz sanıyoruz onunla. Farazî bir hat çekiyoruz. Ve bütün (sanki) onun ötesinde kalıyor. Neden lazım bu? Akıl için lazım bu. Akıl parçalayıcıdır. Anlamak için parçalamaya ihtiyaç duyar. (Her bilimdalı yükü arttıkça alt dallara bölünür.) Varlığın bütünlüğünü parçalamadan tartabileceğinden çok büyüktür. Ziya Paşa'nın "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez" dediği gibidir. Fakat Allah bize dağların yüklenmeye çekindiği bir 'emanet' vermiş. Biz, bir parçayı bütünden kopararak(!) emanet alabiliriz.

Yani bir parçaya sahip olduğumuz sanarak onu laboratuvarımız haline getirebiliyoruz. Bu sahici bir sahiplik değil. Çünkü hakiki sahip mülkünün yükünü tastamam omzuna alandır. Taşıyamadığın şey senin değildir. Biz sahip olduğumuzun yükünü omzumuza almıyoruz. Bin tane örnek verilebilir buna. Biz şunu deneyelim: İnsan kendi bedenine sahip olduğunu düşünür. Ancak bedenindeki işlerin kaçta kaçına aklıyla, iradesiyle, farkındalığıyla, ilmiyle dahildir? Binde bir bile değildir bildiği. Beslenmedeki rolümüze dikkat çeker Bediüzzaman bu noktada. Ağzımıza bir lokmayı atarız. Ancak ne o lokmanın sindiriliş sürecini yönetiriz ne de bedene dağıtılışına muttali oluruz. Sadece ağzımıza koyarız, o kadar...

Peki, tam da burada, yani ubudiyet cihetinde, Bediüzzaman acz ve fakrımıza neden vurgu yaptı? Ben bunu biraz şöyle anlıyorum: Acz ve fakr, parça olarak ayrı bir şuur sahibi olan ve anlamak için kardeşlerini de parçalamaya meyyal olan insanın yüzünü tekrar bütüne çeviren iki ihtarcı ayakbağıdır. Biz bir bütünün parçası olduğumuzu ve bütünün anlamına hizmet etmedikçe bir hiç olduğumuzu en çok aczimiz ve fakrımızla anlarız. Parçanın parça olduğunu idraki aczini ve fakrını hissetmesiyle olur. Kendisinde bir güç olmadığını farkeden ve buna rağmen birçok şeye ihtiyaç duyduğunu anlayan parça bütüne koşar. Şeytandan vesvese gelen kul Allah'a sığınır. Açlık çeken Rezzak'ı arar. Merhamete ihtiyaç duyan Rahman'ı soruşturur. Aczimiz ve fakrımız ile ubudiyet cihetimiz arasındaki bağ sanıyorum biraz da bununla ilgili. el-Esmaü'l-Hüsna bütünün anlam kodlarıdır. Parçanın parçalığında boğulmaması, 'bir öpmekte batmaması' için bütüne bakmaya ihtiyacı var. Ve bizi bütüne en çok baktıran yaralarımızdır. Hasretini çektiklerimizdir. Yokluklarında eksik kalmasaydık bizden fazlası olduğunu hiç düşünmeyecektik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...