Mirac etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mirac etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2015 Çarşamba

Akıl tek başına yeterince akıllı değildir

Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'na dair notlarımı konuşmaya devam edelim. Metin abi, mirac okumalarımızda 'manevî asansör' ifadesini sık kullandı. Tabii bu kullanım ister istemez hatırıma Ene Risalesi'nin ahirini getirdi. Okuyanlar hatırlarlar, Ene Risalesi üç yol (Fatiha'nın ahirindeki üç yol: mağdub, dallin ve sırat-ı müstakim ehilleri.) analiziyle biter.

Bu yollardan birisi yeraltından gider ki, müellif-i muhteremin ifadesiyle; "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir." Diğeri, yeryüzünü kateder. O da "(...) esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir." Üçüncüsü Bediüzzaman'ın da 'asansör' ifadesiyle zikrettiği havadan bir yolculuktur. "Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir." Mürşidim bu yolun da aslını şöyle tarif eder: "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir."

Üç yolda da kendisine emn u eman sağlayan Kur'an'dan ikram edilmiş aletler ve vasıtalardır. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, üç yolun üçünde de vahye yüzünün dönük olması ve vahiysiz o yolların hiçbirinde kurtuluş görmemesi daha derin anlaşılır. Fakat ben bugün o konuya dair konuşmayacağım. Asansör meselesine geri döneceğim.

Ders sırasında twitter paylaşımları yaparken 'manevî asansör' ifadesinin Ene Risalesi'nin ahirini hatırlattığını da yazmıştım bir dinleyici notu olarak. Bir sonraki hafta Metin abi, o not hakkında ağzımdaki şekeri bala çeviren birşey söyledi: "Ben de öyle düşünüyorum. Dikkatini çekti mi bilmem, zaten Mirac Risalesi de 31. Söz'dür. Yani Ene Risalesi'ni de içeren 30. Söz'den hemen sonra..." Ahmet'in kafasında nasıl flaşlar patladı bilemezsiniz. Gerçi Metin abinin Risale metinlerindeki sıralamaların nazm-ı maani eksenli bir nizamının olduğunu daha önce de anlattığı hatırlıyordum. Fakat bu sefer ki, aklı kapı açıp ihtiyarı elden almayan cinsten birşey değildi benim için. Aklıma da kapı açtı, ihtiyarımı da elimden aldı. 30. Söz'ün asansörünün 31. Söz'ün miracıyla bir ilgisi olduğuna artık yakînim var. (Bu arada Metin abinin inşaallah Risale metinlerinin sıralamasındaki mezkûr nazm-ı maaniye dikkat çeken bir makalesini de okuruz. Bu 'farkındalıklar' küçük paylaşımlar olarak hafızalarda kalmamalı yalnız.)

Benim 'Parçalarda boğulmak..." başlıklı yazı serimi okuyanlar bilirler. "Hayır küllî, şer cüzidir..." ifadesinden itibaren mürşidimden mülhem iddiam şudur ki: Biz, şer dediğimiz herşeyde aslında parçada boğuluyoruz. Bütüne çıkamıyoruz. Bütüne çıkıldıkça ancak varlığın hayır ciheti görünüyor. Parçada kalındıkça nazar körleşiyor.

"Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler..." buyuran Lokman sûresi de aslında buna dikkatimizi çeker. Kafir, nazarı 'yerlere ve göklere' kadar çıktığında Allah'ın varlığını ve kudretini kabul etmekten kaçamaz. Fakat kendince küçük gördüğü muamelatta ve fiillerde (mesela yine Kur'an'ın ifadesiyle 'çürümüş kemikleri kimin dirilteceği' hususunda) Allah'a ortaklar/yardımcılar veya imkansızlıklar şart koşabilir. Şirk zaten budur. Allah'ı inkar değildir. Allah'ın herşeyi idare ettiğinin inkarıdır.

İçinden şer ve dalalet çıkan bu nazar boğulması aslında 'parçada boğulmaktır' ve eşyada görünen teavün/yardımlaşma, tesanüd/dayanışma, teanuk/konuşma, tecavüp/cevaplaşma gibi fiilerin hakikati de ancak küllî bir bakışla keşfedilir. Tevhidin en büyük delili de işte bu tarz 'etkileşimden haber veren' fiillerdir. Fakat modern aklın parçalayıcılığı, herşeyi varlık adacıklarına ayırarak böylesi fiilerin okunmasına engel olur. Yine yüzümüzü Ene Risalesi'ne dönelim: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, 'Kendime mâlikim!' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir!' demeye ve itikad etmeye mecburdur." Selahaddin Yusuf, Sirenleri Taşa Tutun'un hemen başlarında yeralan bir yazısında Alan Watts'tan şöyle bir alıntı yapar:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. Ekolojinin inceleme alanına alınması ancak son zamanlarda oldu. Son zamanlardadır ki, türlerin arasındaki ilişkilerin incelenmesine başlanıldı. Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır. Bunu yaparken akıl kendi sınırlarını görüp anlayacaktır. Anlayacaktır ki, akıl bunun için yeterli değildir. Akıl tek başına yeteri kadar akıllı olamaz. Nasıl suyu içtiğiniz zaman soğuk olduğunu anlıyorsanız, bunun gibi içgüdülerden gelen bir duyarlılıkta dünyaya yaklaşılmadıkça bu bağlantıları, bu ilişkileri bilmek olanağı olamaz..."

Aklın tek başına yeterince akıllı olmaması bize yukarıdaki üç yolda Bediüzzaman'ın Kur'an'dan gelen alet ve vesaitlere verdiği önemi hatırlatıyor. Ve de Eş'arîliğin hakikati arayışta vahye biçtiği 'olmazsa olmaz' konumu. 'İçgüdülerden gelen bir duyarlılık' ifadesi de bizdeki fıtratı çağrıştırıyor. Üzerine yaratılmış olduğumuz doğruları yani. Özümüzde olanı. Fakat ben yazımda bu konulara da girmeyeceğim.

Bu parça ve bütün meselesi; parçada kalışın insanda her an bir hüzne/şekvaya neden oluşu ve hakikatin keşfinin ise bütüne bakmakla mümkün olabilmesi meselesinin miracla şöyle de bir ilgisi var bence: Bir insan düşünün ki; parçalarda boğulabilmek tehlikesi adına en çetin sınavları tatmış ve vermiş. Kendi kavminden, kabilesinden, hatta öz amcasından düşmanlık görmüş. Boykotu yaşamış, baskıyı yaşamış, eşi Hz. Hatice annemizi kaybetmiş, ardından amcası Ebu Talib vefat etmiş, ardından Taif'e gitmiş ve orada taşlanmış... Parçada boğulup boğulmamaksa eğer bu dünyadaki sınav, en çetinlerini vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ve hepsini aşmış. Taif'te üzeri kan içinde ettiği o meşhur münacaatta vurguladığı gibi; eğer Onun rızası varsa bütün bunların önemli olmadığını söyleyebilmiş. Yüzü bu denli bütüne dönük. Bütünün sahibine dönük. Her hayrın onun elinde olduğunun farkında.

İşte yüzü böylesine bütüne dönük olanı, bütünden dönmez olanı, Allah'ın, miraca çıkarıp, bir manevî asansörle bütünün bütün parçalarını göstermesi neden garip olsun? Allah parçalarla imtihan ettiği kulunu, onlarda boğulmaz görünce, iman ettiği bütünü görmek şerefine erdirmiş olamaz mı? Ki o zaten görmüş gibi iman ediyordu.

Bütünü görmek beşer için ferahlatıcıdır. Ki parçalarda boğulanların merhemi de her zaman bütündür. Allah Resulünün vefatı hengamesinde acısından dolayı çevresine sert sözler söyleyen Hz. Ömer'i vahyin bütünlüğü ile tedavi eden de Hz. Ebu Bekir efendim değil miydi? Zaten vahiy bizi bütünlüğü hatırlatarak tedavi eder. Allan Watts'ın ideal akılda hayal ettiği şeyi vahiy yapar aslında. Şimdi, istersen yüzünü tekrar Ene Risalesi'nin ahirine çevir. Orada da parçalarda boğulmamayı başarmış bir kula, Allah, asansörünü lütfetmiyor mu? Yerin altıdan veya üzerinden geçmeyi başaran; bu çetin yolculuklarda Kur'an'ın verdiği vesait ve araçları elinden bırakmayan/yola yenilmeyen bir kula asansör lütfetmek... Belki de hakikat-i mirac böyle birşeydir: Yola yenilmeyenin yoldan kurtarılması. (Asansör olarak Kur'an'ı ise bir sonraki yazıda konuşalım, inşaallah.)

12 Haziran 2015 Cuma

Lucy'nin miracına inanır, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) miracına inanmaz

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'nda miracı işledik. Aslında birkaç haftadır miracı konuşuyoruz. Fakat son iki haftada artık tastamam miracın içindeyiz diyebilirim. Çok güzel açılımlar (bu tabirin de sık kullanılmaktan iptal-i hisse sebep olduğunu düşünüyorum ya, yerine başka birşey bulamadım) oldu. Hiç hakkında düşünmediğim şeyler hakkında düşündüm. Metin abi, tabir-i caizse, benim açımdan tarihsel bir olaydan ibaret olan miracı, hayatımın içinde 'yaşayan bir mirac' olarak yeniden gösterdi. Bunu hissettim. Buna teşekkür ettim. Allah'a şükrettim.

Fakat siz Ahmet kardeşinizi bilirsiniz. Yeni birşey duyduğu zaman, o yeni şey, küpteki altın gibi öylece durmaz. Hareket eder. Tatlı bir rahatsızlık verir. Suya atılmış taş gibi dalgalar oluşturmaya devam eder. Doğrusunun da bu olduğunu düşünür. Kanaatince; bu bilgi almak değil, bakışaçısı almaktır. Öğrenilen her yeni şeyde, daha önce kuşanılmamış bir bakışaçısının eksikliği de vardır. Vardır ki, daha önce görülmemiştir. Bilgisi aynen saklanır (o bir güzellik), amma bakışaçısı göze ve kafaya kuşanılmış halde işlemeye devam eder (bu nazarımda daha bir güzellik). "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır..." ayetinin böyle bir dersi olduğunu da hissediyorum ben: Hüner biriktirmekte değil çoğaltmakta.

Mesela, geçtiğimiz hafta Sidretü'l-Münteha'ya dair konuştuk. Sidretü'l-Münteha nedir? Sidretü'l-Münteha bir makam. Miracta, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çıktığı en yüce mertebe. Düz bir karşılık olarak sidre 'kiraz ağacı' anlamına geliyor. Münteha ise, son. Böyle bakınca 'son sedir' yahut da 'son kiraz ağacı' gibi bir karşılığı var. (Bazıları da 'tenhadaki sedir' anlamına gelebileceğini söylüyorlar. Arapçam yok. Nakilciyim.) Metin abi, Siyer Okumaları'nda bu makamın tarifine dair bilgiler naklederek, meseleyi esmaü'l-hüsna ekseninde ele aldı. Ve ilgili makamın Allah'ın esmasının tüm renkleri ve çeşitliliğiyle temaşa edildiği bir makam olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu tarif bence de pek güzel. Fakat dediğim gibi: Duyduğum şey zihnimin denizine atılmış bir taştır. Ve Metin abinin attığı taşın dalgası da, ta gidip, Bediüzzaman'ın külliyat içinde sıkça kullandığı bir ifadeye kadar dayandı: Şecere-i hilkat. Yani 'yaratılış ağacı.' Fakat bu konuya dönmeden önce size 2014 yapımı Lucy filminden bahsetmek istiyorum:

Bir Luc Besson işçiliği olan Lucy, her ne kadar Luc Besson'a yakışmayacak kadar basit bir yapım olsa da, ilginç bir konu etrafında şekilleniyordu. Lucy (Scarlett Johansson) isminde bir kadının, sentetik bir uyuşturucunun kuryeliğine karışarak yaşadığı bilim-kurgu öykü, "Bir insan, beynini tam kapasitede kullanırsa neler olabilir?" sorusuna hayalperest bir cevap arıyordu. Batı'nın Yunan mitolojisinden beri teolojik arkaplanını oluşturan (ve 'tanrının oğlu İsa' anlayışıyla bir derece Hristiyanlığa da taşınmış bulunan) insan-tanrı motifi, bu sefer de farklı bir yoldan, sentetik bir uyuşturucunun beyinde yaptığı yan etkiler vasıtasıyla 'olabilir' gösterilmeye çalışılıyordu. Her neyse... Filmin bu kısmı hiçbir işinize yaramayacak. Ben asıl size, finale yakın bir kısımda, Lucy'nin beynini kullanma kapasitesi %100'e ulaşırken kainatı görüş şeklini tarif etmek istiyorum. Lucy, giderek evrenin dışına doğru uçuyordu. Sadece mekansal olarak değil, zamansal olarak da. En başına gidiyordu varoluşun. Sözde big bang'e değil sadece. Ondan da öncesine... Herşeyin varoluşunu güya aklının gözleriyle takip etti, bize de izletti. Bedeni de değişim geçirerek bu yolculuğa eşlik etti. Ve en sonunda şu cümleyi patlattı kulaklarımıza: "Birşey sonsuz hıza ulaştığında hem her yerdedir hem hiçbir yerdedir."

Şimdi tabii insan, hayalgücüyle neredeyse seküler bir miracı Lucy'in gözlerinden bize izleten Batı'nın, hakikat-i miracı neden kabul etmediğini anlayamıyor. Sadece onların problemi değil bu üstelik. Müslüman modernistler/ehl-i bid'a da akıllarının kıstaslarını Batı'dan borç aldıkları için nüzûl-u İsa (a.s.) gibi, mirac gibi hadiselere onlar gibi yaklaşıyorlar. Mümkün mertebe 'olabilir' bir seviyeye indirgemeye çalışıyorlar. "Rüyada olmuştur. Kalben olmuştur. Ruhen olmuştur. Hatta olmamıştır, sonradan uydurulmuştur..." vs. Hepsini duyuyoruz artık kelime-i şahadet getiren müminlerden. Fakat temeldeki sorun açık: Onların inandığı Allah, aslında o kadar da 'ekber' bir Allah değil. Batı'nın seküler aklının uygun gördüğü bazı sınırları var. Öyle her istediğini yapamaz. Fiziğin, kimyanın veya biyolojinin kabul edilmiş kayıtlarına uymak zorunda. Haşimoğulları'nın güzelliği aleyhissalatuvesselamı bir gece alıp önce Kudüs'e, sonra kendi katına çıkaramaz. Üstelik nice olay sonra geri döndüğünde yatağını 'daha soğumamış' olarak bulduramaz. Halbuki yine Siyer Okumaları'nda Metin abinin dikkatimizi çektiği gibi, Bediüzzaman, miraca inanmada çekilen sorunların itikatla ilişkisini tam isabet bir şekilde şöyle tesbit ediyor:

"Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor."

Demek ki, bir iman etmek var, bir de miraca iman edecek kadar iman etmek var. Yani bir 'Allah' demek var, bir de 'Allahu ekber' diyecek kadar güçlü bir ciğere ve geniş bir imana sahip olmak var. Lafz-ı Allah yolumuzun başlangıcını, kelam-ı 'Allahu ekber' ise yolumuzun nihayetini ifade ediyor. Ve şunu sorduruyor her aşamada bize: Senin inandığın ilahın iradesinin ve kudretinin 'aşamayacağı' sınırları olduğunu düşünüyor musun? Eğer böyle düşünüyorsan, senin inandığın Allah 'ekber' değildir. Git, imanını Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) gibi yap. Ki o, Ebu Cehil ona heyecan içinde koşup "Senin dostun böyle böyle diyor..." dediğinde inanmak için yalnız şunu sormuştu: "Bunu o mu söylüyor?" Onun söylediğinden emin olunca kafasında engel kalmamıştı. Çünkü zaten Allah'a ekber olarak iman ediyordu. Allah dilerse yapardı.

Bu noktada Ebu Cehil'in mirac sonrası tavırları; heyecan içinde, mal bulmuş mağribli gibi herkese Allah Resulünün ifade ettiği bu hakikati 'inanılmaz bir yalan' gibi yaymaya çalışması çok tanıdık. Bu seküler akılı tanıyoruz. Bugün de twitter'da veya face'te dindarlarımızın dilinden sadır olan 'onlara göre' inanılmaz/kabul edilmez şeyleri aynı insanlar tt listelerine kadar çıkarmıyorlar mı? Nümayişle ve alaycı bir neşeyle yaymıyorlar mı? Çünkü onlar için bunlar inanılmaz ve kabul edilemez şeyler.

Marmara Depremi veya bir başka musibet, manevî sebeplere bağlanamaz mesela. Olamaz! Hemen dava açılır. Gerekirse bunu söyleyenler, açıkça ifade edenler 'düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmayarak' hapse atılır. Eğer hapse atacak güçleri yoksa, mutlaka twitter'da falan linç edilir. Fakat bir müminin dünyasında bu telaşın hiçbir anlamı yoktur. Onun için önemli olan böyle bir hakikatin dinî bir delilinin olup olmamasıdır. Mesela senedi sağlam/sahih bir hadis, bir ayet veya bir icma. Allah'ın ekber olduğuna inandıktan sonra gerisi kolaydır. Sen en telaşlı olarak içimizdeki ehl-i bid'ayı görürsün bu noktada. Biraz Ebu Cehil kokusu üstlerine sindiğinden belki. Çoğu zaman ehl-i küfürden de önce onlar saldırırlar sana. Neden? Çünkü Lucy isterse bütün varlığı görür, ama Allah (haşa) bunu bir Kureyşliye yaptıramaz.

Hakkında yazmak istediğim asıl konudan uzaklaştım. Ben şimdi tasavvur ediyorum ki; Sidretü'l-Münteha, 'bütün varlığın bir ağaç gibi göründüğü' bir makamın, bir yüce manzaranın ifadesi olmasın sakın? Öyle bir yer düşünün, oradan eşyanın görünüşü bir şeceredir/ağaçtır. Bakışı öyle bütüncül bir bakıştır. Namı şecere-i hilkattir. Nasıl ki; bir yaprağın içindeki damarların görünüşü, bir ırmağın başladığı yerden bittiği yere kadar (ancak yukarıdan bakılınca) seçilen görünüşü, Hz. Âdem'den bugüne insanlığın soyağacının zamana yayılmış görünüşü, bir ağacın dallarının göğe doğru ve köklerinin arza doğru yayılışının görünüşü birbirine benziyor; belki aynen öyle de varın, yokluğun içinde yayılışı da bir sidreye benziyor. Ki müntehadan bakınca belki ona 'sidre' denmiş. Onun göründüğü o yüceliğe de Sidretü'l-Münteha denmiş. Ben, Bediüzzaman'ın kullandığı 'şecere-i hilkat' benzetmesinin böyle bir mirac memesinden süt emdiğini düşünüyorum. Ama yalnızca tasavvur ediyorum. En doğrusu yalnız Allah bilir.

15 Mayıs 2015 Cuma

Duygulanmak da bir dahil olma şeklidir

Rüyayı da Cenab-ı Hakkın büyük bir ihsanı olarak görüyorum. Bu çok sınırlı/kayıtlı dünyanın cenderesinden (daha bir üst âlem için yaratılmış olan) ruhum ve kalbim sıkıldığında, rüyalar bana bir nefes aldırıyor. "Bak!" diyorlar. "Varlık yaşadığından/daraldığından ibaret değil. Ötesi de var." Bir başka varlık âlemi, fakat yüzü daha misalî ve hayalî bana göz kırpıyor. İhtimal, hassas ruhların hayatta kalmasına yarar. "Sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister..." diyor ya mürşidim, işte böyle böyle anlıyorum, hayalgücüm de midem gibi bir rızık istiyor. Çünkü o da hayatıma dahildir. Ve benim hayatım bu dünyaya sığabilecek gibi değildir.

Abes sanma, dediklerimin miraca bakan bir yüzü de var. Fakat hayalî değil, hakikî.

Birkaç haftadır Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu ağabeyden miraca giden süreçte Efendimiz aleyhissalatuvesselamın ve müminlerin yaşadıklarını dinliyoruz. Duygulanmak bir dahil olma şeklidir. İnsanın izlerken kederinden daraldığı, mutlu sonunun çabuk gelmesini istediği bir filmi seyretmek gibi yaşananları dinlemek. Daru'l-Erkam günleri, ambargo yılları, Hz. Hatice ve Ebu Talib'in vefatları, hüzün yılı, sonra Taif'te yaşananlar... Dilimlerin ismi değişse de tüm zamanlarda zalimin zulmü câri. Kovalamacalı bir sahneyi izlerken, öldürülmesi muhtemel olan kahramana, validemin; "Kaç kız, kaaaç!" diye bağırması gibi, içindesiniz olayların.

Kaç kere izlemişsiniz. Kaç kere görmüşsünüz ardını, ardındakileri. Sonunu da biliyorsunuz. Ama yine de insan alınmadan/aldırmadan edemiyor. Çünkü, dedim ya, duygulanmak bir dahil olma şeklidir. Orada varolmak, onun sende varolması, varlığını varlığına katmak veya en azından haberdar olduğunu göstermek; bunlar hep duygulanmayla oluyor. Yine annemin yüreğine döneyim: Hz. Vahşi hakkında kötü sözler söylemesini engellemek için, Hz. Hamza'nın şehit olduğu sahneyi izletmiyoruz Çağrı filminde. Kendisini tutamıyor çünkü.

Kaynağını anımsayamıyorum, bir keresinde Hz. Ömer'in de, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kıraat eylediği Hz. Musa kıssasında Firavun'a hiddetlenip, namazda konuştuğunu okumuştum: "Ben olsaydım, başını keserdim." Kaza veya tevbe gerektirse de, bunlar güzel hassasiyetler. Kalbinin ne tarafta olduğunu gösteriyor. Kime dahil oluyorsun? Kimle berabersin veya beraber olmak istiyorsun? Duyguların haber verir en çok bunu. "Kişi 'sevdiğiyle' beraberdir." Kötülüğe karşı elle, dille veya en azından kalben buğzetmeyi emreden hadis-i şerifte de hissediliyor bu. En azından buğzedecek kadar bu tarafta olmalısın. O da yoksa, bedenen ha buradasın, ha orada. Cisminin bir yerde olması, kalbinin orada olmasını gerektirmez. Yalnız kaldığında aklına ilk gelen kişinin yanındasın.

Böyle keder keder üstüne, acı acı üstüne geçen yıllar ve ardından mirac. Allah kadar insanı kim bilip kim anlayabilir? Hayatın bu dünyadan ibaret olmadığını göstermekle, müşriklerin Mekke'deki tazyikatından Nebîsini kurtaran Odur. Hz. Yusuf'a rüya tabirini öğreten Rabbisi, onu bu yolla zindandan kurtarmamış mıydı?

Sakın aziz olduğu dönemi kastettiğim sanma. Bence rüyalarla barışık olan hiçbir zindanda sıkılmaz. Ruhunun pencereleri açıktır çünkü. Onu, Allah, rüyalarıyla ve tabiriyle ferahlatmıştı. Allah Resulünü bedeni ve ruhuyla âlemleri gezdirerek ferahlattı. Bizi de namazlarımızda ferahlatıyor. "Namaz müminin miracıdır..." buyuruyor ya Efendimiz, hakikaten de öyledir, ne zaman namaza dursan âlemin bu dünyadan ibaret olmadığını anlarsın. İşin bölünür. Hayatın bölünür. Günün bölünür. Telaşın bölünür. Kesrette boğulmaların tevhidî nefeslerle bölünür. Onlar, gün içine bırakılmış beş panik odası. Onlar, uyanıkken ve iradeyle görülebilen beş rüya.

15 Haziran 2012 Cuma

Mirac, Kürtaj ve Algılarımızın Kökeni...

Yazının başlığının gayet garip durduğunun farkındayım. Fakat eğer becerebilirsem birkaç meseleden ve metinden hareketle Risale-i Nur’un mesleğindeki bir nüans üzerine azıcık sarf-ı kelam edeceğim. Hem de dağınık bıraktığım her cümleyi yazının en nihayetinde toplayıp bast edeceğim. Hem başlığın da hakkını vereceğim. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...

31. Söz olan Mirac Risalesi’ni bilirsiniz. Miracın hikmetlerini ve hakikatlerini açıklar. Fakat bu risaleye başlarken Bediüzzaman ilginç bulacağımız bir ihtar yapar ve der ki; “Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. (...) evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.”

Yani burada (benim anladığım kadarıyla) bize nasihat verilen Mirac özelinde şudur: Bir meseleyi savunduğunuzda önce muhatabın dünyasına dikkat edin. Eğer onun beyninde yaslanacak kabuller bulamazsanız, iddianızın kabul edilebilir olması mümkün değildir. Ve bizzat bu yüzden (müellifin kendi ifadesiyle) Mirac Risalesi’nin muhatabı bir mülhid değil, vesveseli bir mümindir.

Ben bu küçük ihtarda büyük bir meslek özelliğimizin saklı olduğunu düşünüyorum. Bizim mesleğimiz, hakikatin içinde bir hiyerarşik yapı olduğunu ve ayrıca ispatın da belli bir silsile şeklinde yapılabileceğini kabul eden bir meslektir. Yani empatiktir... Bu ihtarda Bediüzzaman, bir yönüyle talebelerine muhatabın kabul seviyesine göre bir inşa yöntemi öğretmiştir, öğütlemiştir.

Ben, bugünlerde kamuoyunda çok tartışılan “kürtaj” konusunda da böyle bir hiyerarşik yapının takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta kürtaj konusunun bu kadar tartışılmasının en büyük müsebbibinin de (tıpkı Mirac Risalesi’nde öğütlendiği gibi) ispattaki hiyerarşik algının gözetilememesinden kaynaklandığını tahmin ediyorum. Zira burada da kürtaj, özgürlüğü birbirinden farklı anlayan iki kesim tarafından çok farklı zeminler üzerinden tartışılıyor. Ve hiçbirinin ürettiği enformasyon, diğerinin kalbine tesir etmiyor. Halbuki karşılıklı zihinlerde yaslanacak noktalar ayarlansa, önce meselenin özüne; yani hürriyet ve sahiplik algımızın kökenlerine inilse bu sorunlar da kalmayacak. Çözüm de pek çabuk olacak. Ama meseleye başından değil, ayağından saldırılıyor.

Bir kere kürtajın yasaklanmasını kalben destekleyen benim gibi insanların kabul etmesi gereken birşey var: Bizim bu kalben desteğimizin muhatabı ancak özgürlüğü ve sahipliği bizim gibi algılayan insanlardır. Yani bedeninin ve kendisinin Allah’ın olduğuna inanan ve hürriyeti Bediüzzaman’ın Münazarat’ta tarif ettiği gibi “şeriatla mukayyed” ve “ne nefsine, ne gayrıya zarar dokundurmayan” şeklinde düşünenlere hitap eder.

Ancak bedenini ve hayatını kendi malı olarak bilen ve yine aynı eserin biraz evvelinde yer alan sualde geçtiği gibi hürriyeti; “insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” şeklinde düşünenlere tesirimiz sıfırdır. Onlarla önce hürriyetin ve sahipliğin doğru tanımı üzerine konuşmak lazımdır. ("Benim Bedenim. Benim Kararım!" sloganı bile bu algının zeminin tarife yetiyor.)

Ki Kur’an dahi pek musırrane bir şekilde (6. Söz’de Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği) “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!” ayetiyle bu sahiplik algısını kökünden keser atar. Pekçok ayetinde daha bunu vurgular. Malik-i Hakiki’nin kendi olduğunu ilan ile bundan sonra oluşturulacak bütün yargı inşalarının bu algı üzerine temellendirilmesini ister. Bir mümin böyle düşünmelidir. Böyle düşünmezse üzerine şeriat binasını dikilmez, dikilemez. Sürekli “Acaba?”lar ile savrulup durur.

Devr-i Cahiliye’de kadınların ve çocukların dahi babalarının malı sanıldığı ve miras kaldığı bir dönemden (Yaşar Kandemir Hoca, Örneklerle İslam Ahlakı eserinde anlatır bunu) kişinin kendi istemedikçe feda edilemediği bir Saadet döneme geçiş işte böyle yaşanmıştır. Kur’an önce temellerle oynamış ve algı bozukluklarını insanın fıtrat-ı aslisine göre ayarlamıştır.

Bu noktada yine sık sık Hazret-i Peygamberin (ayağına toprak olayım); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyerek sahipliğin kimde olduğunu sürekli vurgulaması (ki bu yemin bilindiği kadarıyla Allah Resulü’nün en sık kullandığı yemindir) sahiplik algısının doğru konulmasının İslam’da ne kadar ehemmiyetli olduğunu ilan eder.

Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyorum ki: Kürtaj meselesinde önce konuşulması gereken işte bu özgürlük ve sahiplik algısıdır. Bunun ilmî ve felsefî bir zeminde tartışması yapılmadan ve muhatap bu noktada ikna olmadan üzerine bunun dinî savunmasını inşa etmek mümkün değildir. Bizim yaptığımız savunmalar da hep bu zemin üzerinde kaldığından muhatapta etkisiz olmaktadır. Böylesi kanunlarda “medenilere galebe ikna iledir” düsturu unutulmadan tüm ikna zeminleri ve dilleri üretildikten sonra adımlar atılmalıdır. Cebir ile iknanın mümkün olmadığı zamanlardayız. Bu yönüyle 31. Söz’ün ihtarından ve Eski Said'in hürriyet tariflerinden alacağımız daha çok ders vardır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...