ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2023 Cumartesi

Gazzeliler müslümansa biz neyiz?

Okuyanlar bilir. Bediüzzaman'ın gönlünde İşaratü'l-İ'caz'ın bambaşka bir yeri vardır. Sonradan satırlarına dokunmaya çekindiğini zikreder mesela. Neden? Bir müellif kendi satırlarına dokunmaya neden çekinir? Çünkü cephede yazılmıştır. Her an ölümün muhtemel olduğu bir mevkide tefekkür edilmiştir. Yeni Said bile, Eski Said'e dair bütün pişmanlıklarına rağmen, bu ihlasına hürmet gösterir: "Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâsla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum." Bu kanaatini Tenbih'inde tekrar be tekrar da ifade eder: "Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said'in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyetle ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh edemedim."

Geçenlerde ABD'li bir hanım Tiktok'da şöyle ağlıyordu: "Eğer bir Tanrı varsa bu insanlar kesinlikle Onun halkıdır." Yalnız gayrimüslimler sormuyor arkadaşım. 7 Ekim'den beri hepimiz soruyoruz: "Gazzelilerin imanındaki sır nedir?" Çünkü bu imanda, kâfirlerin anlayamadıkları kadar, bizim de ulaşamadıklarımız var. Evet. Nasıl bir insan ailesinin tamamını kaybeder de Allah'a karşı en ufak bir şikayette bulunmaz? Haydi, şikayeti geçtim, nasıl bir de övüncünü ifade eder? Bir şehir yokolur da kalanlar nasıl zayıflık emaresi göstermez? Başlarına tonlarca bomba yağan çocuklar bile nasıl kameralara heybetle Kudüs'ü geri alacaklarından bahseder? Nasıl olur bu? Nasıl? Nasıl?

Tamam. Biz de, elhamdülillah, müslümanız. Fakat bu halet-i ruhiyeyi artık kavrayamıyoruz. Herşey teoriden ibaret değil. Bir vaizin vaazında söylediklerini yaşaması kolay mı? Tarihten duyduklarımızı masal görmeye başlamıştık halbuki. Bedir, Malazgirt, Çanakkale... "Abartıyorlar canım!" diyorduk içten içe. Şimdi 'Gazzeliler' diye birileri ortaya çıktı. Hepsini masal olmaktan çıkardı. Vay arkadaş. Demek olurmuş. Demek yapılıyormuş. İşte şuradalarmış. Hiroşima'dan beter bombalandıkları halde yıkıntılar içinde göğüs göğüse çarpışmayı bekliyorlarmış. Onların üstünü toprak kaplarken bütün bir mazinin üzerinden ölü toprağı kalkıyor. Şehidlere cidden 'ölü' denmiyor. Çünkü onlar ölür gibi görünürken ümmetin göğsüne Muhammedîlik canı üflüyorlar. Her kim nasiplense diriliyor.

Bugünlerde, arkadaşım, Gazzelilerin imanını 'rabıta-i mevtleri' üzerinden de okuyorum. Ve, yukarıda zikrettiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'ı yazarkenki haletine benzetiyorum. Evet. Onlar ölümü hatırlarından çıkaramıyorlar. Ölümü hatırlarından çıkaramayacakları şartlarda yaşıyorlar. Kendilerini kemal-i fahirle 'gaza ehli' olarak tarif ediyorlar. Cihadda bu yönüyle bir bereket görüyorum. Hem mürşidim yine bir yerde hikmetle diyor:

"İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır."

'Rabıta-i mevt' nedir? Rabıta-i mevt ölümle yaşamaktır. Bunu cephe hattından daha sıhhatli ne sağlayabilir? Öyle ya. Her an cennet pasaportunun bir İsrail bombardımanı, kurşunu veya işkencesiyle gelmesine hazır olan Gazzeli murabıtlardan daha iyi hangimiz rabıta-i mevt yapabiliriz? Onları böylesine ulaşılamaz kılan belki de bir ömür ölümle birlikte yaşamalarıdır. Yani akıllarından çıkarmadıkları ecel ihtimalleri imanlarını parlatmıştır. Ve yine belki İslam'da cihadın bu kadar önemsenmiş olmasının bir hikmeti de imana/amele takviye veren şu yönüdür. Yani, müslümanlar cihad ettiklerinde değil, cihadı bıraktıklarında ölür. Mesela, bizim gibi cihadı epeydir unutmuş milyonlar, aynı diriliği göğsümüzde bulamıyoruz. İmanın lezzetini tadamıyoruz. Dünyevîleşmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ölüm çok uzağımızda geliyor. Hayat çok hoşumuza gidiyor. Kılıcı köreltip duvara astığımızdan ötürü gitgide çürüyoruz. Biliyorsun, mücahidler öldüklerinde çürümezler, ancak cihadı bıraktıklarında çürürler. Şu bilad-ı İslam'da yaşayan Türkler, Kürtler, Araplar... Bizdeki çürümeyi bundan daha zâhir açıklayacak başka ne var?

24 Nisan 2022 Pazar

'Toplumsal cinsiyet eşitliği' değil 'karma ağıl yasası'dır

"Firavun, 'Biz onların oğullarını sürekli öldürüp kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!' dedi." (A'râf sûresi, 127)

İslam, bölgelerini ayırmakla, kadını erkeğin tasallutundan korumuştur. İslam, yine bölgelerini ayırmakla, erkeği kadının tasallutundan korumuştur. İslam'da erkek 'kadın eli sıkmamayı' hakaret hissiyle seçmez. Yani kadını 'dokunulmayacak kadar aşağı bir yaratık' olarak gördüğünden eylemez bunu. Bilakis 'bölgesine saygı duyulacak birisi' şeklinde tanımladığı için böyle davranır. Nitekim, şu hürmetle törede, 'yabancısı kadının yüzüne dikkatle bakan erkek' kınanır olmuştur. Yere bakarak konuşanlar erdemli görülmüştür. Hatırlarım ki, çocukluğumun Sivas'ında, büyüklerimiz bazı abilerimizi şu şekilde medhederlerdi: "Kimsenin eşiğinden içeriye bakmaz." Bu bir mertlik-yiğitlik alametiydi. Güzel ahlak belirtisiydi. Yine bir keresinde de şöyle sena edildiğini işitmiştim bir kadının: "Bir ordu erkeğin içine bıraksan namusuna baktırmaz."

Batı (me)deniyeti mahremiyeti 'dokunmak'la başlatıyor. Âmiyane tabirle: "Göster ama elletme!" diyor. Bu tutarsızlığı yüzünden taciz-tecavüz davalarının bini bir para. Bizde de vaktiyle 'baktırmamakla-bakmamakla' başlayıp 'yabancısıyla yalnız kalmamakla' devam eden bir medeniyet vardı. Çitleri daha gerideydi. Ve kesinlikle daha çok işe yarıyordu. Zemini İslam fıkhıydı. Bu fıkıh 'kadına namusunda iftira atmayı' en büyük günahlardan sayıyordu. Başka bir sınırı da nikahtı. Zinayı feci cezalandırıyordu. Dahası da var: Hatlar hiçbir şekilde karışsın istemiyordu. Akıllar bulansın arzulamıyordu. Kimlikler çorbalaşsın hazzetmiyordu. Erkeği erkekken kadını da kadınken beğeniyordu. Kurda keçiliği, keçiye kurtluğu, özendirmiyordu. Ne bölgelerin fazla içli-dışlı (laçka) olmasına taraftı da ne de kimliklerin. Siz de buradan bir marifete erişiyordunuz: Âlemleri yaratan Hüda, yaratışta koyduğu farkları, yaşayışta da istiyor. Yani kendisiyle çelişmiyor. Zaten bizim Allahımız kendisiyle çelişmekten münezzehtir.

Her ne yapsa büyük resmi görerek yaptığı için hem kadının hem erkeğin mağduriyetlerine şifa sunuyordu bu yasa. Fakat modern insan Allah'ın koyduğu sınırları sevmez. Neden? Çünkü vehminde kendisi bir ilah olmuştur. İlah olduğuna karar verdiği için de mahlukatın hukukunu yeniden düzenler. Herşeyi yaratanın ilmine, ihatasına, hikmetine, kudretine sahip değilmiş, ne gam! Hiçbirşey bilmeyenin gururuna sahiptir ya. Böylece kurtla keçi için 'karma ağıl' yasasını yürürlüğe koyar. Sabahları yerlerde kan mı görülüyor? Peh. Kurtların kurtluğundandır efendim. Keçilerin de keçiliğindendir. Keçileri koruyacak müeyyideler koyalım. Yetmezse ağırlaştıralım. Öyle ki kurdu kurtluktan usandıralım. Hem keçiye de kurtluk aşılayalım. Kurtlar keçiliğe özensin. Keçiler de kurtluğa başlasın. Toplumsal tırtıyet eşitliği olsun. İki taraf da tırtlaşsın. "Yahu bunları aynı ağılda barındırmasak?" Olmaz. Zinhar. Kat'a. Orada hata yaptığımızı kabul edersek ilahlıkta haksız çıktığımızı da kabul etmiş oluruz. Yeniden kulluğun kapısını çalmak işimize gelir mi?

Modern insan toplumsal huzurundan vazgeçer de uluhiyet iddiasından vazgeçmez. Aksi sezilir korkusuyla bir de 'karma ağıl yasası'nın en doğru birşey olduğuna çiftlikteki herkesi ikna eder. Hâkim söylem haline getirir. Bunda öyle bir zirveye de erişilir ki, keçiler, aynı ağılda barınmak istemeyen kurtlardan şikayetçi olurlar. Eşitlik isterler. Sakınanı görürlerse çağdışı ilan ederler. Gözünü yummak da yok. Budlarını ağızlarına uzatırlar. Etlerini gözlerine getirirler. Eh, peki, tamam. Lakin sabahları kan görünce öfkeleri yine kurtlaradır. Şu kurtlar, bu kadar kurt olmasalar, ne güzel bir ağılda yaşanılır. "Bir ağılda yaşamasak?" O değildir aranılan arkadaşım. Dedim ya: Bunu sorgulayamazsınız. Bunu sorgulamak demek Fâtır-ı Hakîm'in fıtrat yasasına dönmek demek. Halbuki modern insan 'yaratıcının yasayıcı de olacağı' düşüncesini çoktan aştı.

Dedik ya: İslam, bölgelerini ayırmakla, hem kadını hem erkeği birbirlerinin tasallutundan korumuştur. Evet. Mesela: Mahremiyet sınırı sayesinde birçok meslekte hem kadın hem erkek kategorilerinin oluşmasını sağlamıştır. "Nasıl?" Hekime mi gideceksiniz? Mahremiyet var. Elbette mümkün mertebe hemcinsinizi tercih edeceksiniz. Bu tercihiniz onların da varolmalarını sağlayacak. Terziye mi ihtiyacınız var? Öğretmen mi arıyorsunuz? Elbette talebinizi takvanız şekillendirecek. Böylelikle hem kadın hem erkek meslek erbabı yetişmiş olacak. Yani piyasa diliyle söylersek: Fıkhın talebi meşrunun arzını belirleyecek. Hem de öyle belirleyecek ki: Kimse kimsenin alanına giremeyecek. Bir erkek "Ben de kadınlarla ilgilenmek istiyorum!" diyemeyecek. Bir kadın "Ben de erkek hastalara bakacağım!" söyleyemeyecek. Bu ciddi bir koruma/destekleme değil midir? "İslam kadınları engelliyor!" diyenler bu ayrımın sağladığı katkıyı görmezler mi?

Görmezler. Çünkü onlar kurda keçiyi ısırtmak, keçiye kurdu boynuzlatmak, hâsılı, "Her ne olursa mümkün mertebe duvarsızından ayarlansın!" istemek durumundadırlar. Tekrar geri dönmek geçmiş bütün adımları sorgulamaya açacak çünkü. Küresel ısınma, çevre felaketleri, ozon delinmesi, buzul erimesi, dünya savaşları, salgınlar, açlıklar... Bunları idare ediyor kendince. Fakat şu son dosyayı artık kaldıramaz. "Kadın-erkek sınırlarını kaldırmakla da hata ettim!" diyemez. 

Sana yazarken aklıma geldi arkadaşım: Şimdilerde, ABD'de, erkekliğinde başarısız bir yüzücünün, fıtratını boşverip, kadınlar kategorisinde altın madalya kazanmasını tartışıyorlar. İlginçtir. Başka konularda 'karışmayı' talep edenler bu defa da 'karıştırılmamayı' arzuluyorlar. Zira bu şekilde kazanan kalabilmeleri mümkün görünmüyor. Yeni bir tasallut türü kadınlar için yaklaşıyor yani senin anlayacağın. Sonradan kadınlar, önceden kadın olanlara, önceden varolmayan sorunlar çıkarıyorlar. (Buradan anla ki: Sonradan erkekler de, önceden erkeklere, önceden varolmayan sorunlar çıkarabilirler.) Bediüzzaman yine haklı çıkıyor gibi geliyor bana.  Ne söylediğini elbette hatırlarsın: "Erkekler, hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Demek bir ağıla boca edilince keçilerle kurtların gerilim yaşaması kaçınılmaz.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bediüzzaman'ın II. Abdulhamid eleştirisini anlamada bir fırsat olarak 15 Temmuz

Bediüzzaman'ın da içlerinde bulunduğu bir kısım ehl-i sünnet ulemasının yaşadıkları dönemde meşrutiyete yaptıkları vurgu ve mevcut sistem üzerinden II. Abdulhamid Han'a yaptıkları eleştiri, ancak gelişen iletişim/ulaşım imkanlarıyla ve buna bağlı olarak değişen sosyolojik şartlarla birlikte ele alınırsa anlaşılır olur. Neden? Çünkü 5. Şua gibi eserlerinde ahirzamanla ilgili rivayetlere yaptığı tefsirlere bakılınca görülür ki; 'deccalin üç günü' gibi konularda, o, ilgili metinleri 'müstebid iktidarın dönüştürücülüğünün gücü' üzerinden okumayı tercih etmiştir:

"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür." (...) (Gaybı ancak Allah bilir.) Bunun iki tevili vardır. (...) İkinci tevili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."

Yine deccale dair diğer bazı rivayetlerde de Bediüzzaman benzer bir okuma şeklini tercih eder: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz."

Bütün bu okumaların bize öğrettiği iki şey şudur: 1) İslam ülkelerindeki muktedirler yerli kodlarını (isterseniz 'ehl-i sünnet kodları' deyin siz buna) sonunda deccale varacak bir evrilmeyle kaybetmektedirler. 2) Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanları, iktidarları, tarihte eşi görülmemiş bir şekilde 'dönüştürücü' kılmıştır. Geçmişte iktidarı elde eden hiçbir müstebid ahirzaman müstebidleri kadar topluma tesir edebilir konumda değildir. Zira toplumu dönüştürebilmek için gereksinim duyduğu aygıtlara sahip değildir. Matbaanın bile bulunmadığı dönemlerden aşıp geldiğimiz internet çağı bizi hem 'kolay ulaşır' hem de 'kolay etkilenir' kılmıştır. Devletler daha merkezî ve otoriter bir hale gelmiştir. Bu nedenle bu devrin diktatörleri hadislerle ümmetin kendilerine karşı uyarılacağı kadar tehlikelidir.

Daha önceleri "Bediüzzaman Meşrutiyeti Neden Savundu?" başlıklı yazımda da dikkatinizi çekmeye çalıştığım gibi: Bediüzzaman ve benzeri ehl-i sünnet âlimleri meşrutiyete "Batı'dır, ne yapsa iyidir, biz de yapalım!" mantığıyla değil, tam da bu 'istibdat önleyici' yanından dolayı sahip çıkmışlardır. Yani 15 Temmuz'da bizim demokrasiye sahip çıkmamızın nedeni ne ise, onların da meşrutiyete sahip çıkmalarının nedeni odur. Muhataplarının II. Abdulhamid Han olması endişelerinde haksız oldukları anlamına gelmez. Zira eleştirileri kişiye değil sistemedir. Sistemin yanlış ellerde yapabileceği şeyleredir. Nitekim Bediüzzaman daha sonra yaşanılanların kendisini haklı çıkardığını da söyler:

"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata... İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış."

Bence Bediüzzaman ve II. Abdulhamid Han üzerinden devam edegelen tartışmalarda 15 Temmuz'da bir eşik atlandı. Çünkü 15 Temmuz'da hepimiz bir asır önce başlayan bu tartışmaya müdahil olduk. Eğer 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı iktidar meşrutiyet/meşveret ekseninden uzaklaşacaktı. Yerelliğini kaybetmiş bir Pensilvanyalının kucağına düşecekti. Bu, iktidardaki zâhiren bizden olsa da iktidarın aslında bizim olmamasıydı. 15 Temmuz'da bunun kavgasını verdik. Bugün biz buna 'demokrasi' ismini veriyor olsak da onun evvelki ismi 'meşrutiyet'ti. Bugün Bediüzzaman'ı II. Abdulhamid Han'a yaptığı eleştirilerden dolayı kınayanlar dahi 15 Temmuz günü müstebidlerin idareyi gasbına karşı çıktılar. Onlar istibdad istediler; bunlar, bin maşaallah, meşrutiyeti savundular.

Temsilin kusurlarına bakılmasın. Fethullah Gülen her ne kadar yerellikte cennet mekan II. Abdulhamid Han'ın tırnağı etmeyecek bir meczup olsa da, iktidarı isteyiş biçimi halkın onayına dayanmadığı için, başımızda bize rağmen değişiklikler yapan bir müstebid kesilecekti. Kimbilir, belki kendisini 'halife' de ilan ettirecekti. Biz bu sözde halifeye karşı tankların önüne çıkarak meşveret sistemimizi savunduk ki, yönetimimizi hür irademizle seçelim. Hür iradeyle seçtiğimiz başımızda kalsın. İktidarımız bize dayansın. Bize dayansın ki 'yerli' ve 'milli' olsun. ABD veya başka bir küresel güç, eyaletine vali atar gibi başımıza halife atayamasın. 15 Temmuz gibi bir hâdiseyi yaşadıktan sonra, Bediüzzaman ve emsali âlimlerin, II. Abdulhamid'in 'şahsına değil sisteme' dair yaptıkları eleştiriyi daha iyi/insafla anlamamız gerekmez mi? Bence yaşanılanlar bu açıdan da büyük bir fırsattır. Elbette okumasını bilene...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...