Suçlama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suçlama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ocak 2020 Pazartesi

Mesele sadece Bekir ağabey değil arkadaş sen hâlâ anlamadın mı?

"Hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse onu yılan suretinde görüyordum. Hatta bir defa müdüre söylemiştim: 'Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum; dikkat et' demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum." Mektubat'tan.

Bu defa bir fıkra ile başlayalım. Efendim, uzun versiyonunu anlatması bıktırır, kısaltarak aktarmayı deneyeceğim. Şöyle başlıyor: İki tane IŞİDci Suriye kırsalında oturmuş muhabbet etmektedirler. Konu, döner dolaşır, örgütün temel meselelerinden olan "Dünyada kaç tane gerçek müslüman var?" mevzuuna gelir. İkili gayet hemfikir şekilde önce İran'ı, Türkmenistan'ı, Azerbaycan'ı, Türkiye'yi, Pakistan'ı, Mısır'ı, Fas'ı, Cezayir'i, Malezya'yı, Afganistan'ı vs. çeşitli bahanelerle elerler. Sonra kılıç daha aşağılara doğru iner. Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Umman, Sudan, Katar falan da bir güzel biçilir. Kala kala elde yalnızca Suriye kalır. Fakat acaba Suriye'nin tamamı da bu payeye layık mıdır? Elbette değildir. Bu defa Suriye'deki bölgeler biçilmeye başlarlar.

Halep tarafı şöyledir. İdlib tarafı böyledir. Afrin'de şöyle şöyle yanlışlar vardır. Hasılıkelam: Nihayetinde bu iki IŞİDci dünya haritasından başlayarak tekfir ede ede kendilerine kadar gelirler. Son durum karşısında birisi dönüp diğerine der ki: "Yazık, görüyor musun, yalnız ikimiz gerçek müslüman kaldık!" Arkadaşı imâlı bir bakışla ötekini süzüp cevap verir: "Senin de ayağın kaymaya başladı."

İşte Bediüzzaman Hazretlerinin Sünuhat isimli eserinde 'tahtiecilik' dediği mesleğin en sonunda varacağı yer budur. Kendisiyse doğru tutumun 'musavvibe' mesleği olduğunu söyler. Musavvibe nedir peki? Alıntılayalım: "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder, diyenlere ilm-i usûl ıstılahınca 'musavvibe' denilir." Yine mürşidim tahtiecilik hakkında der ki: "Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Bekir Berk ağabeyin ismi etrafında yıllardır dönen tartışmaları izlerken de hep bu bahsi hatırlarım. Sonda söylenmesi gereken şeyi başta söyleyeyim: Bence Bekir ağabey hakkındaki bu tür iddiaların menşei nurcuların kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Her ne kadar Yenişafak'ın yeni yayınladığı evrak(!) ile mevzu gündeme gelmiş olsa da (üzerine çay dökülmüş her kağıt belge olmaz) farklı gruplar içinde azıcık zaman geçirmiş herkes bilir ki, bu suçlamaların tarihi daha eskidir. Hem bu 'eski' kısmı evrak falan de istemez.

Bekir ağabeyin (veya çevresinin) bazı konularda 'kendi kanaat önderleriyle' iyi anlaşamaması 'ajan' yaftası yemesi için yeterlidir. Nurcular mabeyninde tekfir müessesi işlemediği için, çok şükür bunu akıl edememişiz, daha kullanışlı bir yol olarak bu yöntem tercih edilmiştir: "Ajandır, ajansın, ajanlar...." Evet. Ben bile şu yaşımda birkaç kez bu suçlamaya maruz kalmışımdır. Halbuki ne alaka? Zurnanın son deliği gibi birşeyim. Ferhan Şensoy'un Pardon'da dediği gibi: "Beni adamdan sayıp alacak örgüte ben zaten girmem!" diyecek bir durumdayım. Değil bir gruba kanaat önderliği yapayım, sokakta dayak yesem yardıma gelen olmaz, öyle bilinmezlikteyim. Fakat Kurtlar Vadisi izleyip derse gelenlerin gönlü ferman dinlemez ki kârilerim. Madem ki meşreplerince sevilmeyen şeyler dile getiriyorsundur. Ajansındır. Herhangi bir örgüt sana el vermese de olur.

Bu mevzuun içimizdeki kısmı. Peki dışımızdaki? Dışımızda bence bu ihtilafı kâra dönüştürmek isteyen daha üst akıllar var. Nasıl? Tıpkı şiilerin sahabe hakkındaki iddialarıyla başarmaya çalıştıkları gibi. Fehminize biraz daha yaklaştırabilmek için Ebubekir Sifil Hoca'nın İslamî Bilincin İhyası'nda yaptığı bir alıntıyı nakletmek istiyorum. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği söz şöyle: "Mu'âviye kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'ondan daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bu 'çorap söküğünün' nasıl devam ettirileceğini de detaylandırıyor ilerleyen kısımda. Kendi cümlelerimle özetleyeyim: Listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların, ithamların veya 'gözden çıkarılacaklar' listesinin (önü alınamaz bir şekilde) böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yeter ki kimileri bir kere kapının kulbuna dokunma cür'etini bulsun.

Bekir Berk ağabeyin de böylesi bir kulp olduğunu düşünüyorum. En azından dışarıdan bu işi yönetmeye çalışan üst akıl için. Çünkü onlar biliyorlar ki: Bediüzzaman'ın kendisini avukatı olarak benimsediği, sevdiği, övdüğü böyle bir ismi töhmet altında bırakabilirlerse, ağabeyler arasında etrafında sis oluşturamayacakları hiçkimse kalmaz. Gemi bir kere delindi mi su almayı bırakmaz. Ertesi gün 'Mustafa Sungur da aslında Köy Enstitüsü mezunuymuş. Acaba niye nurcu olmaya karar vermiş? İyi düşünmek lazım'lar ile bir imâ, 'Yahu Üstad Hazretleri gazete bile okumuyorken acaba bu Zübeyir Gündüzalp nurcuları niye gazete işine sokmuş?' ile başka bir imâ, 'Sakın bu Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ın yanına askeriyenin soktuğu bir adam olmasın? Bak, bütün talebeler hapse girmiş, onu hiç içeri almamışlar'la başka bir imâ; hasılı; her sabah medreseye uğradığımızda farklı farklı ağabeylerin 'hain adayına' dönüştüğü bir zeminde uyanabiliriz. Bu atmosferde elbette ittihad da kalmaz, bereket de, hizmet de. Allah bu durumlara düşmekten cümlemizi korusun. Âmin.

Ben üst aklın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum. Bekir ağabey hakkındaki bu türden iddiaların tamamının da 'surda bir delik açmak mesabesinde' olduğuna kanaatim var. Belki birileri gelecekte nurculuğu kanalize edeceği yönü/yeri seçti. Şimdi dışarıda kalanlar, daha doğrusu kanalize edemeyecekleri, hakkında ithamlar uydurma sürecini başlatıyor. İmajlarını kirletiyor. İtibarlarını zedeliyor. Tıpkı şianın 'tahtiesini inşa etmek için' sünni müslümanlarda 'sahabe hürmetini kirletmeye çalışması' gibi bir çalışma yürütülüyor. İyi niyetle bu işe alet olanların da takkesini önüne koyup düşünmesi lazım. Bugün, bir kağıt parçasıyla hazzetmediğiniz bir ağabeyi şıp diye silen, yarın başka bir kese kağıdıyla da çok sevdiğiniz birisini silemez mi? Kim elini tutar ki bundan? Değil mi ama?

Ben nasıl 'miraçta dahi gözü şaşmayan' Aleyhissalatuvesselamın, şianın iddia ettiği gibi, sahabileri hakkında aldandığına inanmıyorum; aynen öyle de; veraset-i nübüvvet sahibi bir âlimin de en yakınları hakkında yanılacağına sanmıyorum. Feraset mü'minin şiarıdır. Hele böyle bir âlimin kırk kere şiarıdır. İnanan var mı? Onu da bilemiyorum. (Gösterdikleri deliller de hep faso-fiso çıkıyor zaten.) Doğrusu: Paşa gönülleri bilir. Her kişi ahirette kendi yükünü çeker. Defterini şanınca doldurur. Fakat demem o ki sevgili kârilerim: Sevdiği bir ağabeyi hakkında da benzer ithamlar olunca dizlerini dövmesin. Yazık. Dizlerinin suçu yok. Vuracaksa kafasına vurabilir. Suçlu orada saklanıyor çünkü.

21 Kasım 2014 Cuma

'Bir tek ben müslümanım'a doğru giderken...

Bediüzzaman'a aittir. Fakat 'atanmamış müçtehid' Mustafa İslamoğlu da bazı derslerinde kullanmıştır bu ifadeyi: "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar." Bir keresinde, hukukçu Ömer Faruk Uysal abi, bu söz bağlamında (biraz da Harici kafasının psiko-sosyolojik altyapısını irdeleyen) tesbitlerde bulunmuştu. (Alternatif Bakış programındaydı sanırım.) Demişti ki: Bir toplumun medeniyet seviyesinin değişmesiyle mecaza yatkınlığı da değişir. Başkalaşır. Medeniyet geliştikçe düşünce ve dil, düşünce ve dil geliştikçe mecaz kullanımı artar. Daha nim-bedevî topluluklarda, mesela Necid sekenesinde, düşünce de dil de mecaza yatkın değildir. Bu nedenle o topluluklarda Kur'an'daki mecaz kullanımlarını reddeden ekoller ortaya çıkmıştır.

Kur'an'da ehlince malum pekçok mecaz kullanımı vardır. Mesela biyedihi'l-hayr, mesela ahsenu'l-halıkîn vs. Eğer bunları mecaz saymazsanız, birincisinde Allah'ın insan gibi bir eli olduğunu (hâşâ) düşünebilir, ikincisinde ise Allah'la beraber başka yaratıcılar olduğunu (hâşâ) hayal edebilirsiniz.

Peki bu benzetmeler ne için? Elbette insanların daha kolay anlayabilmesi için. Çünkü Kur'an bir tenezzülat-ı İlahîdir. Allah Teala'nın insanlarla fehimlerine göre konuşmasıdır. Evet. Eğer Rabbimiz kendi azametinin şanı ile bizimle konuşsaydı, biz o tarz bir kelamı değil anlamak, tesirine bile dayanamazdık.

Peki bu durum bizde nasıl? Esma açısından meseleyi ele alırsak, evet, biz de Cenab-ı Hakkı bir çeşit mecazla biliyoruz. Örneğin: Bizdeki ilimden ve onunla eylediğimizden anlıyoruz ki kainatta da bir bilen ve yapan var. Elbette Onun ne bilmesi ne yapması bizim bilmemiz ve yapmamız cinsinden değil. Ve hakikatte bütün bilişlerin ve yapışların kaynağı Onda. Herşeyin yaratıcısı o. Bizdekiler tecelli. Bizdeki birer ölçü. Bir anlama kapısı. Birer 'aslı bildirir' gölge.

Ama Onun güzel isimlerini de ancak bu gölgeler sayesinde anlayabiliyoruz. Mesela: "Şuradan şuraya kadarı bizim!" diyoruz, "Buraları biz idare ediyoruz. Öyleyse bu kainatın da bir sahibi var ve o da kendi mülkünü idare ediyor!" kanaat getiriyoruz. Kendimize yüklediğimiz mecazî eyleyiciliklerle asıl eyleyeni buluyoruz.

Tamam. Benim malikiyetim son minvalde bir gölge malikiyet, gerçek değil, bir mecaz. Ama Onunki hakiki. O Malik-i Hakiki. Kendimizdeki mecazlarla şu hakikate varıyoruz. Biz de intikam alıyoruz ama hakiki Müntakim olan Allah. Biz de adaletli olmaya çalışıyoruz ama hakiki Âdil olan Allah. Biz de sabırlı olmaya gayret ediyoruz ama es-Sabûr olan Allah.

Yani: Şu dünyada bizim için de 'bilmenin' kapısını açan 'mecazi kullanımlar' var. Ki Aleyhissalatuvesselam bile yemin ederken diyor: "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim." Yoksa, Nebiler Serveri, elbette 'mahlukatına benzemekten münezzeh olan Allah'ın gerçek bir eli olduğunu (hâşâ) düşünmüyor.

İşte, atanmamış müçtehid İslamoğlu, bizim bilmemizin kapısı olan böylesi mecazlar yokmuş gibi, bunlar hiç kullanılmıyormuş gibi sağda-solda diyor ki: "Bedi ismi Kur'an'da Allah için kullanılıyor. Bediüzzaman'a o ismi vermek tehlikelidir."

İyi de, Tevbe sûresi 128'de, Cenab-ı Hak buyurmuyor mu kendi Resulü aleyhissalatuvesselam için: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da 'çok şefkatli' ve 'merhametli'dir." Bu ayet-i kerime içinde 'Rauf' ve 'Rahim' isimlerini kullanmıyor mu? Haydi, sen, bunu da icma-ı ümmetin hilafına başka bir şekilde tevil edersin. "Orada kastedilen Allah'tır. Siz yanlış anlatıyorsunuz!" dersin. Çünkü ehl-i bid'anın sanatı zorlu tevillerdir.

Peki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Mekke'nin fethinden sonra müşrik önderlerine sorduğunda onlardan kendisi hakkında şöyle bir tarif almıyor mu? "Sen kerîmsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun." O zaman onlara "Susun, ey melun, pis kafirler!" mi diyor? Yoksa kerîm olmanın müminin bir hasleti olmasını kabul mu ediyor? Yoksa biz onu da mı yanlış biliyoruz? Kerîm de Allah'ın isimlerinden birisi değil mi? Belki sana göre değildir. Kimbilir?

Bütün bunları geçtim. Bir de Bediüzzaman'a 'Bediüzzaman' denmesini 'kibir alameti' gibi şeylere bağlıyorsun. Yazıklar olsun. Onun tevazuuna bütün hayatı şahittir. Senin bir parçayı kaldırıp, onu da kendince çarpıtıp, cerbeze ile 'Bütün bundan ibarettir!" demenle hiçbir şey değişmez. Ancak yine de sormak istiyorum:

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın da ismi Muhammed. Benim Arapçam yok ama Muhammed'in 'övülmüş' veya 'övülen' anlamlarına geldiğini biliyorum. Acaba sana göre Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da mı bu ismi bir kibir vesilesi olarak (hâşâ) kullanıyor? Kaldı ki, Bediüzzaman o ismi kendisi de seçmiş değil, hocasının taktığı bir isim ve öyle şöhret buluyor. İlk o isimle şöhret bulan da o değil, Bediüzzaman-ı Hamedanî veya Bediüzzaman-ı Cezerî gibi başka şahsiyetler de var böyle bu isimle iştihar etmiş.

Yani şimdi, a kuzum, sırf sana 'kibir' kokusu geldi diye herkes ismini veya lakabını mı değiştirmeli? Aziz Mahmud Hüdayi de sırf Mahmud mu kalmalı? Hacı Bayram-ı Veli de "Benim adım yalnız Bayram!" diye mi gezmeli? Söyle: Ne etmeli de sana 'senden gayrı' İslam ulemasını bir şekilde sevdirmeli?

Ne tuhaf zanaat böyle tahtie kılıncıyla insanların başını kesmek! Ne konforlu, eserinin ve hayatının anlattığı bütünden kopuk, 'tek kelimeden' ahlaklar devşirmek! Ne komik "Herkes yanlışta, herkes sapkınlıkta, bir ben doğrudayım!" havalarında dolaşmak.

Bize Nurcular içinde denk geldiğin yanlışlardan mı bahsedeceksin? Bizim de rastladığımız yanlışlar var. Fakat en azından şunu ayırabiliyoruz: Bu metinlerin suçu değil. Naehiller hangi mesleğe girse o mesleğe zarar verirler. Bugün Kur'an'ı okuyup da müslüman kanı dökmeyi marifet sayan ekoller yok mu?

Bu ekollerin suçlusu Kur'an olmadığı gibi, kendisinden iman dersini almış birisi olarak söylüyorum ki, Nurculuğun içindeki yanlış anlamaların suçlusu da Bediüzzaman değildir. Kur'an'ın arşına çıkan merdivenimizdir o bizim, manevi elif-ba'mızdır, mürşidimizdir. "Ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan bize ne söylüyor?" diye okuduğumuzdur. Şimdi ister hak ver, ister eleştir, hakikat zaten 'kendisi bizzat hakikat olduğundan ötürü' kazanır. Biz durduğumuz yerden ve Kur'an'ın sancağı altında olduğumuzdan eminiz. Acaba sen bunca yanar-dönerlikle nerede durduğundan emin misin?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...