IŞİD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
IŞİD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ocak 2020 Pazartesi

Mesele sadece Bekir ağabey değil arkadaş sen hâlâ anlamadın mı?

"Hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse onu yılan suretinde görüyordum. Hatta bir defa müdüre söylemiştim: 'Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum; dikkat et' demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum." Mektubat'tan.

Bu defa bir fıkra ile başlayalım. Efendim, uzun versiyonunu anlatması bıktırır, kısaltarak aktarmayı deneyeceğim. Şöyle başlıyor: İki tane IŞİDci Suriye kırsalında oturmuş muhabbet etmektedirler. Konu, döner dolaşır, örgütün temel meselelerinden olan "Dünyada kaç tane gerçek müslüman var?" mevzuuna gelir. İkili gayet hemfikir şekilde önce İran'ı, Türkmenistan'ı, Azerbaycan'ı, Türkiye'yi, Pakistan'ı, Mısır'ı, Fas'ı, Cezayir'i, Malezya'yı, Afganistan'ı vs. çeşitli bahanelerle elerler. Sonra kılıç daha aşağılara doğru iner. Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Umman, Sudan, Katar falan da bir güzel biçilir. Kala kala elde yalnızca Suriye kalır. Fakat acaba Suriye'nin tamamı da bu payeye layık mıdır? Elbette değildir. Bu defa Suriye'deki bölgeler biçilmeye başlarlar.

Halep tarafı şöyledir. İdlib tarafı böyledir. Afrin'de şöyle şöyle yanlışlar vardır. Hasılıkelam: Nihayetinde bu iki IŞİDci dünya haritasından başlayarak tekfir ede ede kendilerine kadar gelirler. Son durum karşısında birisi dönüp diğerine der ki: "Yazık, görüyor musun, yalnız ikimiz gerçek müslüman kaldık!" Arkadaşı imâlı bir bakışla ötekini süzüp cevap verir: "Senin de ayağın kaymaya başladı."

İşte Bediüzzaman Hazretlerinin Sünuhat isimli eserinde 'tahtiecilik' dediği mesleğin en sonunda varacağı yer budur. Kendisiyse doğru tutumun 'musavvibe' mesleği olduğunu söyler. Musavvibe nedir peki? Alıntılayalım: "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder, diyenlere ilm-i usûl ıstılahınca 'musavvibe' denilir." Yine mürşidim tahtiecilik hakkında der ki: "Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Bekir Berk ağabeyin ismi etrafında yıllardır dönen tartışmaları izlerken de hep bu bahsi hatırlarım. Sonda söylenmesi gereken şeyi başta söyleyeyim: Bence Bekir ağabey hakkındaki bu tür iddiaların menşei nurcuların kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Her ne kadar Yenişafak'ın yeni yayınladığı evrak(!) ile mevzu gündeme gelmiş olsa da (üzerine çay dökülmüş her kağıt belge olmaz) farklı gruplar içinde azıcık zaman geçirmiş herkes bilir ki, bu suçlamaların tarihi daha eskidir. Hem bu 'eski' kısmı evrak falan de istemez.

Bekir ağabeyin (veya çevresinin) bazı konularda 'kendi kanaat önderleriyle' iyi anlaşamaması 'ajan' yaftası yemesi için yeterlidir. Nurcular mabeyninde tekfir müessesi işlemediği için, çok şükür bunu akıl edememişiz, daha kullanışlı bir yol olarak bu yöntem tercih edilmiştir: "Ajandır, ajansın, ajanlar...." Evet. Ben bile şu yaşımda birkaç kez bu suçlamaya maruz kalmışımdır. Halbuki ne alaka? Zurnanın son deliği gibi birşeyim. Ferhan Şensoy'un Pardon'da dediği gibi: "Beni adamdan sayıp alacak örgüte ben zaten girmem!" diyecek bir durumdayım. Değil bir gruba kanaat önderliği yapayım, sokakta dayak yesem yardıma gelen olmaz, öyle bilinmezlikteyim. Fakat Kurtlar Vadisi izleyip derse gelenlerin gönlü ferman dinlemez ki kârilerim. Madem ki meşreplerince sevilmeyen şeyler dile getiriyorsundur. Ajansındır. Herhangi bir örgüt sana el vermese de olur.

Bu mevzuun içimizdeki kısmı. Peki dışımızdaki? Dışımızda bence bu ihtilafı kâra dönüştürmek isteyen daha üst akıllar var. Nasıl? Tıpkı şiilerin sahabe hakkındaki iddialarıyla başarmaya çalıştıkları gibi. Fehminize biraz daha yaklaştırabilmek için Ebubekir Sifil Hoca'nın İslamî Bilincin İhyası'nda yaptığı bir alıntıyı nakletmek istiyorum. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği söz şöyle: "Mu'âviye kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'ondan daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bu 'çorap söküğünün' nasıl devam ettirileceğini de detaylandırıyor ilerleyen kısımda. Kendi cümlelerimle özetleyeyim: Listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların, ithamların veya 'gözden çıkarılacaklar' listesinin (önü alınamaz bir şekilde) böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yeter ki kimileri bir kere kapının kulbuna dokunma cür'etini bulsun.

Bekir Berk ağabeyin de böylesi bir kulp olduğunu düşünüyorum. En azından dışarıdan bu işi yönetmeye çalışan üst akıl için. Çünkü onlar biliyorlar ki: Bediüzzaman'ın kendisini avukatı olarak benimsediği, sevdiği, övdüğü böyle bir ismi töhmet altında bırakabilirlerse, ağabeyler arasında etrafında sis oluşturamayacakları hiçkimse kalmaz. Gemi bir kere delindi mi su almayı bırakmaz. Ertesi gün 'Mustafa Sungur da aslında Köy Enstitüsü mezunuymuş. Acaba niye nurcu olmaya karar vermiş? İyi düşünmek lazım'lar ile bir imâ, 'Yahu Üstad Hazretleri gazete bile okumuyorken acaba bu Zübeyir Gündüzalp nurcuları niye gazete işine sokmuş?' ile başka bir imâ, 'Sakın bu Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ın yanına askeriyenin soktuğu bir adam olmasın? Bak, bütün talebeler hapse girmiş, onu hiç içeri almamışlar'la başka bir imâ; hasılı; her sabah medreseye uğradığımızda farklı farklı ağabeylerin 'hain adayına' dönüştüğü bir zeminde uyanabiliriz. Bu atmosferde elbette ittihad da kalmaz, bereket de, hizmet de. Allah bu durumlara düşmekten cümlemizi korusun. Âmin.

Ben üst aklın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum. Bekir ağabey hakkındaki bu türden iddiaların tamamının da 'surda bir delik açmak mesabesinde' olduğuna kanaatim var. Belki birileri gelecekte nurculuğu kanalize edeceği yönü/yeri seçti. Şimdi dışarıda kalanlar, daha doğrusu kanalize edemeyecekleri, hakkında ithamlar uydurma sürecini başlatıyor. İmajlarını kirletiyor. İtibarlarını zedeliyor. Tıpkı şianın 'tahtiesini inşa etmek için' sünni müslümanlarda 'sahabe hürmetini kirletmeye çalışması' gibi bir çalışma yürütülüyor. İyi niyetle bu işe alet olanların da takkesini önüne koyup düşünmesi lazım. Bugün, bir kağıt parçasıyla hazzetmediğiniz bir ağabeyi şıp diye silen, yarın başka bir kese kağıdıyla da çok sevdiğiniz birisini silemez mi? Kim elini tutar ki bundan? Değil mi ama?

Ben nasıl 'miraçta dahi gözü şaşmayan' Aleyhissalatuvesselamın, şianın iddia ettiği gibi, sahabileri hakkında aldandığına inanmıyorum; aynen öyle de; veraset-i nübüvvet sahibi bir âlimin de en yakınları hakkında yanılacağına sanmıyorum. Feraset mü'minin şiarıdır. Hele böyle bir âlimin kırk kere şiarıdır. İnanan var mı? Onu da bilemiyorum. (Gösterdikleri deliller de hep faso-fiso çıkıyor zaten.) Doğrusu: Paşa gönülleri bilir. Her kişi ahirette kendi yükünü çeker. Defterini şanınca doldurur. Fakat demem o ki sevgili kârilerim: Sevdiği bir ağabeyi hakkında da benzer ithamlar olunca dizlerini dövmesin. Yazık. Dizlerinin suçu yok. Vuracaksa kafasına vurabilir. Suçlu orada saklanıyor çünkü.

14 Ocak 2017 Cumartesi

Mürtedin derdi modernistleri niye gerdi?

"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl sûresi, 106)

Birileri kırmızı ışıkta duran arabaları soyuyor diye kırmızı ışıkta durmak suçun kaynağı olabilir mi? Veya bazı askerler kuşları avlıyor diye askerlere silah dağıtmak? Veyahut bazıları onunla elini yakıyor diye ateş yakmayı yanlış bulmak? Haydi, hepsini geçtim, Mustafa Akyol'un 'mürtedin katli' meselesiyle IŞİD arasında kurduğu bağda şunu ilmî bulup saygı duyabilmemiz mümkün mü: İslam'a bir anomali üzerinden teşhis konmaya çalışılıyor. Halbuki böylesi tesbitlerin ilmî olması (en azından) genel-geçerlikten beslenmeleriyle mümkündür. Meseleyi zihninize yaklaştırmak için çirkin bir örnek vereceğim:

Radyoaktif etkiye maruz kalmış bir anneden genetik anlamda çok kusurlu bir bebeğin dünyaya geldiğini düşünün. Bedeninin birçok detayında insan biyolojisinde hiç rastlanmayan anormallikler var. Ve bir grup biyolog, o bebeğin karşısına geçip, insan biyolojisine dair genel-geçer tesbitler yapmaya başlıyorlar. Sözgelimi: Bu bebeğin üç ayağı ve üç gözü var diyelim. Biyologlarımız pipolarını tüttürdükten sonra diyorlar ki: "İnsan üç ayaklı ve üç gözlü bir varlıktır." Bu çıkarımın ne kadar akıldan uzak olduğu anlaşılır.

İlmî olan; genel tesbitler için böyle 'garip' fertlerin değil, 'galip' olanların kullanılmasıdır. İnsanî annelerden doğan bebekler, iki ayaklıların garip karşılanacağı kadar üç ayaklı doğuyorsa, o zaman denilebilir ki: "Evet, insan üç ayaklı bir varlıktır." Yok, galip olan iki ayaklı bebeklerse ve üç ayaklılar nadirattan sayılacak kadar seyrekse, denilir ki: "İnsan iki ayaklı bir varlıktır." Bunun böyle olacağı ilim denilen şeyin kapısını henüz açmış birisinin dahi rahatlıkla bileceği birşeydir. Analizler istisnalardan değil ekserlerden yapılır.

Ancak bugün IŞİD üzerinden ehl-i sünnet ve'l-cemaate yüklenmeye çalışanlar, özellikle modernistler, hiç de böyle davranmıyorlar. IŞİD'in her sapkınlığında mal bulmuş mağribî gibi coşkuyla analizlere başlıyorlar. Bu analizler hastalık teşhisi gibi de olmuyor. Bilakis, hastalığa bakıp, sağlıklı bünyeye dair hüküm veriyorlar. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin pir u pak cadde-i kübrasını, medeniyetler haritası gibi tarihçesini, insanlığı taçlandırır ve insaniyet-i kübra olan İslamiyete yakışır hizmetlerini/duruşlarını görmezden geliyorlar. Başlıyorlar 'üç ayaklar' uydurmaya. Nitekim, Akyol'un 'mürtedin katli' meselesi üzerinden getirdiği eleştiri de tam bir 'üç ayak' vakıasıydı.

Diyeceğim şey, Ebubekir Sifil Hoca'nın, özellikle Akaid Bilinci Dersleri'nde dikkat çektiği birşeydir: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kişi bazında küfür tayininden mümkün olduğunca sakınır. Ancak itikadî veya fiilî alanda küfürün tayin ve izahını titizlikle yapar. Hatta yeni dalaletler ortaya çıktıkça bu izahlar gelişir, güncellenir, çoğalır. (Bu büyük oranda kelam ilminin konusudur.) Bunu da yapmaya mecburdur. Çünkü başka türlü istikameti/selameti net bir şekilde ortaya koyamaz. Yani 'aslında ne olduğunu' ifade edemez. Aslında ne olduğunu öğrenmek isteyenlere kendi yolunu gösteremez.

Şuna mantığını yitirmemiş herkes hak verir ki: Bir yolun veya alanın tarifi ancak sınırlarının ve dışarısının tarifiyle kemal bulur. Arabalara 'kullanacakları yola kaldırımların dahil olmadığını' söylemek trafiğin istikametinin gereğidir. Yine yolculara, yol ayrımına geldikleri her noktada, 'hangi yolun nereye gittiğini' söyleyecek tabelalarla yardım etmek 'yolculuğun istikametinin' şartıdır. İşte, İslam âlimleri de, yolların çatallandığı her noktada, sırat-ı müstakime gitmeyen yolu tarif etmek zorundadırlar. Zira herşey zıddıyla bilinir.

Demek ki; tekfir meselesi, değil sadece İslam'ın, insanlığı belli bir 'idea' çerçevesinde götürmek isteyen her inanışın veya ideolojinin lazımıdır. İslam, hak din kendisi olduğu için, dışındaki alanı 'bâtıl' ve 'küfür' çerçevesinde tarif eder. (İdeolojiler ise hainleriyle uğraşırlar. Hristiyanlar ise aforoz ederler.) Yakın geçmişi azıcık hatırlayanlar tarafların birbirlerini davaya ihanetle suçladığı birçok ideolojik tartışmaya şahit olmuşlardır. Reklamcılık yapan 'kapitalizm uşağı' eski solcuların hainlikle suçlandıklarını hangimiz okumadık veya duymadık? Benzeri tartışmaların her yerde yaşandığını kim bilmiyor? Hatta bu tartışmaların tarafları da bazen birbirleriyle kanlı-bıçaklı oluyor ve hainlerini infaz ediyorlar. Neyse, uzatmayayım, hepsinin zulmü kendisine...

Benim dikkatinizi çekmeye çalıştığım hakikat ise şu: Bediüzzaman'ın Sünuhat isimli eserinde ifade ettiği gibi; musavvibe mesleğinde giden ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrası 'atmaya' değil 'tutmaya' çalışır. 'İtmeye' değil 'çekmeye' gayret eder. Bu nedenle kişi üzerinden küfür tayininden mümkün mertebe kaçınır. Mürted meselesi küfr-ü inadî ile ilgili bir meseledir bu nedenle. Bu noktada, hristiyanlığın veya ideolojilerin meseleyi kişilere hapsetmesine ve tekfir müessesini kişiler üzerinden çalıştırmasına bedel, İslam, meseleyi kişilerden uzaklaştırarak mümkün mertebe 'tanımlar' ve 'tarifler' üzerinden ortaya koymaya gayret eder. İman ve Küfür Muvazeneleri diye eseri bulunan Bediüzzaman'ın şu sözleri meseleyi izah sadedinde yeterli değil midir?

"Halbuki Said'i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te'vile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir."

İslam tarihi bu nedenle bid'at fırkaların katledildiği bir tarih değil, aksine, bid'at fırkaların bile fikirlerini eserleştirip ortaya koyabildiği bir tarihtir. Müşebbiheden tutun mutezileye, şiadan tutun hariciliğe kadar birçok bid'at fırkasının hem kitleleri hem âlimleri hem eserleri vardır ve ehl-i sünnet ve'l-cemaat bunları, onlar kendilerine kılıç çekmedikçe, öldürmemiştir. Halbuki; sevad-ı âzâmı oluşturan ehl-i sünnetin buna gücü her türlü yeterdi. Fakat sakındı. Bilakis, bid'at fırka mensupları, ehl-i sünnet dünyayı katliamlarıyla sarstılar ve kendileriyle, Hulefa-i Raşidin'den itibaren, cesaretle savaşıldı. Bugün IŞİD'le veya Haşdi Şabi'yle olan aslında dün de haricilerle ve haşhaşilerle olmuştu. Ve hem bunlar, hem ötekiler, aslında sakat doğmuş çocuklardı.

Peki, 'mürtedin katli' diye birşey İslam'da neden var? İşte, mürtedin katli, mürtedin küfr-ü inadîsinden bozulan insaniyetinden dolayı var. Düşünün ki; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Medine'deki münafıkları bile (isim isim bildiği halde) katletmemiştir. Ondan sonra görev alan Raşid Halifeler de (Allah hepsinden razı olsun) kapı kapı dolaşıp mürted veya münafık avına çıkmamışlardır. (Bırakın imanını sakladığı günahını dahi araştırmak iyi karşılanmaz İslam'da.) Ya nasıl olmuştur mürtedin katli? Ridde savaşlarında olduğu gibi, mürtedin kendini netlikle ve husumetle ortaya koymasıyla. Bu ortaya koyuş nasıldır? Genelde ümmet-i Muhammed'e savaş açarak. Dikkat edin: Sapkın fırkalar dışında, mürted avına çıkıp, bireysel ve hatta yargısız infazlar şeklinde, kendilerince kafir olanları katledenler yoktur. Mürtedin katli, İslam devletinin ve fıkıhta detayları titizlikle belirlenmiş şartların ekseninde, ekseriyetle mürtedler İslam'a savaş açtıkları için, yaşanmıştır. Kendisine savaş açanlara karşı İslam'ın kendi duruşunu/savunuşunu ortaya koyuşudur mürtedin katli. Bediüzzaman'ın izahları da meselenin bu yönüne ışık tutar:

"Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Burada söylenenler, Bediüzzaman'ın kişisel görüşü değil sadece, tarih boyunca yaşananlardır, öyle bakılmalı. Ve İslamiyeti terkeden 'müslümanlara göre' güzelliğin aslını/özünü terkettiği için, başka yerde de güzellik bulamaz. Kötüleşir. Bozulur. Sair dinlerin içindeki güzellikler, eğer böyle küçük güzelliklerden bahsedilecekse, onların da İslam'dan (çünkü İslam, Hz. Âdem'den bugüne nebilerle öğretilen hak dindir) aldıkları hisseden kaynaklanır. İslamiyeti terkedenler, sair inanışlarda aslı bu dinde zaten olmayan bir güzelliği bulamazlar ki, bunu terkedip ona gitsinler, onunla insaniyetlerini korusunlar. İslam insanî güzelliklerin yekûnü olduğu içindir ki, onu terkeden, insaniyeti de terkeder.

Demek, mürtedin katli konusundaki 'acaba'lar biraz da kişinin İslam'a ve Allah'a bakışıyla ilişkileniyor. İnsanın İslam'ı terketmekle insaniyet-i kübrayı terketmediğini düşünenler, elbette, mürtedin katli meselesinde 'hık, mık' diyebilirler. Bunu 'cadı avı' gibi lanse edebilirler. Dinlerine müslüman gibi, Allah'larına mü'min gibi iman edenler ise, burayı terkedişin insanın 'insanlığında' ne tür bir yıkım yaptığını takdir ederler. Ve kendisine ilim erbabı diyenler de, bir teşhis yapacaklarsa eğer, bunu küresel güçlerin radyoaktif etkisiyle genleri bozulmuş dokularda değil, vücudun sağlam olduğu zamanlarda/insanlarda yapmalıdırlar. Bunun dışında yapılanlar ilim değil 'fırsat bu fırsat vurun abalıya'dır. Allah cümlemizi istikamet üzere eylesin. Âmin.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Bediüzzaman'dan IŞİD çıkar mı?

"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl sûresi, 106)

Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıkça atıf yaptığı Selman-ı Farisî'ye (r.a.) ait hikmetli bir söz var: “Sonra gelenler, ilmi önce geçenlerden öğrendiği sürece insanlar hayır üzeredir. Ne zaman ki sonra gelenler kendilerinden öğrenmeden önce geçenler göçüp gider, işte o zaman insanlar helak olur.” Bu sözü aktardıktan sonra diyor ki Ebubekir Hoca: "Bizi istikamet üzere tutacak olan ilim, her bir neslin kesintisiz biçimde Efendimiz (s.a.v)’e dayanan silsilelerle öğrenip aktardığıdır." Ben, zikredilen bu hakikatin bir vechini, mürşidimin Lemeat'ta altını çizdiği 'kavram karmaşası' üzerinden okuyorum. Diyor ki orada mürşidim: "Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Zulmün adalet, cihadın bağy, esaret-i hayvanînin hürriyet olarak yutturulduğu bu 'becayiş-i mekânî' neden yaşanmaktadır sizce? Bence, arıza, tam da Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şekilde, öncekiler ve sonrakiler arasında yaşanan kopuştadır: "Doğru bilginin mevcudiyeti maksadın husulü için yetmez, ona sahih biçimde ulaşabiliyor olmak da şarttır. İşte medrese sisteminin ve 'icazet' usulünün ne denli alternatifsiz olduğu tam bu noktada dikkatimizi çekiyor. Doğru bilgili elinde bulunduranlarla temasın kesildiği nokta, medreselerin kapatılıp, ulemanın itibarsızlaştığı sürece denk geliyor. Ve dikkat edin: Yaşamakta olduğumuz 'kafa karışıklığı' da tam bu noktada ortaya çıkıyor."

Evet, biz, İslam tarihinde daha önce hiç yaşanmamış bir şekilde öncemizden koparıldık. Harf inkılabından tutun medreselerin kapatılmasına kadar bir dizi balyoz darbesi, bizi, öncemizle eskisi kadar sıkı bağlar kuramaz hale getirdi. Bunun sarsıcı etkilerinden birisini de kavramlar dünyasında yaşadık. İslam'ın hakkını verdiğimiz dönemlerde kullandığımız kavramlar/ıstılahlar bugünkülerle aynı olsa da, onlara verdiğimiz karşılıklar birebir aynı değildi. Öncekilerin dilini konuşmak, sadece lisanla değil, o lisanın zihinde uyandıracağı doğru karşılıklara da sahip olmakla mümkün olurdu. Karşılıklar farklı olduğunda, aynı sesleri çıkarsak da, aynı dilin konuşmak mümkün olmazdı. Bunu şöyle bir örnekle zihinlerinize yaklaştırmak istiyorum:

Öyle bir hafıza kaybı hayal edelim ki: Kişi, kelimeleri ses olarak hatırlıyor ve kullanabiliyor, fakat o kelimelerin geldikleri anlamları hatırlayamıyor olsun. Siz de bu kişiye dilini yeniden öğrenmesi için bir sözlük veriyorsunuz. Ancak hilecisiniz. Hakikatten başka amacınız var. Kelimelerin manalarını 'zıddı karşılıklarla' değiştirmişsiniz bu sözlükte. Siyahın karşısında beyazın anlamını, dürüstlüğün karşısına yalancılığın karşılığını koymuşsunuz.

Mezkûr kişinin sözlüğü ezberledikten sonra okuduğu metinlerle veya işittiği hakikatlerle muhatabiyeti nasıl olacaktır? O metinlerde dürüstlüğünden bahsedilen bir insanı nasıl tasavvur edecektir? Kendisine karlı bir manzara tarif edildiğinde zihninde nasıl canlanacaktır? Şu an bizde canlananlar gibi değil, hatta tam zıttı, öyle değil mi? (Orwell'ın 1984 romanını okuyanlar buna yakın birşeyin Winston Smith'in çalıştığı Doğruluk Bakanlığı'da yapıldığını hatırlarlar. Bakanlık, doğruları siyasi konjonktüre göre sürekli yeniden kurgulamakta ve eski evrakları, tanımları ve tarihi yok etmekteydi.)

İşte, Bediüzzaman'ın da dikkatimizi çektiği 'operasyon' budur. Bugün, biz, İslamî birçok kavramın 'aslında ne anlattığı' bilgisinden yoksunuz. Kulakla bir aşinalık duysak da kastettiği şeye dair yoksulluğumuz var. Bu nedenle 'cihad' veya 'şeriat' denildiğinde yüzümüzü bir ekşilik kaplıyor. 'İslamcı' veya 'dinci' sözlerini işittiğimizde, aslında anlamları ne kadar şeker ve çiçek olursa olsun, 'şekerci' veya 'çiçekçi' denildiğindeki gibi hoşluklar doldurmuyor gönlümüzü. Çünkü kelimenin kastettiği şey başka türlü nakşedilmiş beynimize. Nitekim, tersi anlamda, hürriyetin kötü bulduğumuz hiçbir yanı yok. "Pornoma dokunma!" diye pankart açıldığında azıcık uyanır gibi olsak da, yine, hürriyet taleplerinin sınırları üzerine pek bir eleştirimiz yok.

Bu, mezkûr meselenin 'genele' bakan tarafı. Bir de nur talebelerine bakan daha özel bir yönüne dikkat çekmek istiyorum şimdi. Bizler, mürşidimize de bu fonksiyonu yüklediğimiz için 'tecdid/müceddid' kavramlarına, diğer birçok ehl-i sünnet ve'l-cemaat grubundan daha fazla vurgu yapıyoruz. Bu vurgu özünde zararlı birşey mi? Kesinlikle değil. Nitekim bu kavramları ilk kullananlar da biz değiliz. Tarihte birçok ehl-i sünnet büyüğü için bu kavram/tanım kullanılıyor. Örneğin: İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin lakaplarından birisi de müceddid-i elf-i sâni, yani 'ikinci bin yılın müceddidi.'

Fakat arkadaşlar, bu kavramdaki vurgumuz üzerinden, modernistlerin bize çekmek istediği bir operasyon var. Vurgu azı çoğa galip eder. Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur metinleri boyunca ehl-i sünnet ve'l-cemaat kimliğine yaptığı vurguya ve Mirkatü's-Sünne gibi birçok eserinde ehl-i bid'aya geliştirdiği sert eleştirilere rağmen, bir kısım modernistler, nur talebeleriyle yakın takılarak 'tecdid' kavramının içini daha değişik bir biçimde doldurmak istiyorlar. Bu 'daha değişik'ten kastım, neredeyse 'tam tersi.' Tıpkı Lemeat'ta söylediği gibi: "Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Halbuki Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Risale-i Nur'da Geçen Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bakınız tecdid nasıl anlatılıyor:

"Müceddidler dine yeni birşey ilave etmezler. Veyahut ondan birşey eksiltmezler. Bulundukları asırlarda dinin ruhuna uygun olmayan bid’at veya dalâlet yollarını kapatır, dinî emirlere karşı meydana gelen lakaytlığı da bertaraf ederler. Diğer bir ifadeyle üzerindeki külü üfleyip içindeki koru gösterirler."

Peki, modernistler tecdidin nasıl anlaşılmasını istiyor? Cevabı için fazla uzağa gitmeye gerek yok: Onların tecdidden anladıkları, kelimenin 'yenilenme' manasını farklı bir yöne bükerek, dine özünde olmayan yeni şeylerin eklenmesi veya dinin eksiltilmesi veyahut değiştirilmesi manası saklayan bid'at veya reformizm anlamları. Hatta bu kadarla kalmıyorlar, Mustafa Akyol gibi kimileri, Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi gibi eserlerindeki 'yeni delikler açmama' vurgusuna rağmen, 'fıkhın tecdide ihtiyaç duyduğunu' söyleyebiliyorlar. Malum, kendisi geçenlerde twitter'da şöyle yazmıştı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir."

Sonra, işi orada bırakmamış, dört mezhebin üzerinde ittifak ettiği bir mesele olan 'mürtedin katli' mevzuunu IŞİD gibi terör örgütlerin sütannesi ilan etmişti: "Gayr-i Kur'anî 'dinden çıkan öldürülür' hükmü sorgulanmadan IŞİD'le ideolojik yüzleşme olmaz." Tabii bu 'gayr-ı Kur'anîlik' ilanıyla (sahabe ve selef-i salihînden beri bu yaptırım uygulanageldiği için) cümle İslam tarihini 'haybeden adam öldürür' konumuna düşürdüğü bir tarafa, nicedir selamlar çaktığı nur talebelerini ve adına sunumlar yaptığı Bediüzzaman'ı da IŞİD'in sütannesi konumuna getirmiş oldu. Zira Bediüzzaman mükerrer diyor:

"Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Hem yine diyor:

"Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde 'Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var' diye usul-i şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür; fakat fâsık merdûdü'ş-şehadettir. Çünkü haindir."

İşte, Mustafa Akyol'da iş bu noktaya kadar vardı. İşlenen tüm cinayetleri devletin idam cezasına bağlamak veya haricilerin katliamlarından 'hakem ayetini' sorumlu tutmak kabilinden İslam hukukunda sınırları/şartları belli bir yaptırımı, birileri suçunu onunla ilişkilendiriyor diye, o suçların anası gibi gösterdi. İnşaallah, bu durum biz nur talebelerini "Bediüzzaman'ı her övene gönül verme" sevdasından kurtarır. Ve tecdid kavramını da bid'ayı, modernizmi, reformizmi kapsar şekilde yeniden inşa etmeye çalışanlara karşı bir uyanıklık sağlar. Bu kadar çamurlu suçlamalar içinde, inşaallah, böyle güzel bir gül biter. Bu zaman, nur talebelerinin, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bir parçası olduklarını daha şiddetli bir şekilde hatırlamaları gereken bir zaman. Yoksa kalbimizde ve beynimizde 'becayiş-i mekânî'ye maruz kalmamız kaçınılmaz. Bitirirken son bir not: Mürtedin katli meselesini bir sonraki yazımda müstakil olarak ele almak istiyorum. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona.

3 Nisan 2016 Pazar

Bediüzzaman hâlâ Bediüzzaman

Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.)

Bu hem Risale metinlerinde yer bulan birşeydir, hem de Bediüzzaman'ın bazı talebelerinin aynı manayı doğrular hatıraları vardır. Bir tanesini, bu yakınlarda rahmet-i Rahman'a uğurladığımız Said Özdemir abi ile ilgili anlatılarda dinledik. Özetle hatıra şudur: Said Özdemir abi, dine muarız rejimden dolayı Türkiye'den kutsal topraklara hicret etmeyi arzu eder. Bu arzusunu da ziyareti sırasında Bediüzzaman'a açar. Bediüzzaman ona, şu mektupta dediklerine benzer şeyler söyleyerek, kalmasını öğütler:

"Senin mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise... Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kur'ân'a hizmet için, Mekke'de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur'ân'dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz."

Bediüzzaman'ın bu kararı önemlidir. Zira dönemi âlimlerinden pekçoğu Türkiye'de kendilerine çektirilen/çektirilebilecek sıkıntılardan dolayı İslam âleminin değişik beldelerine hicret etmişlerdir. Anadolu, tek parti diktasının dine muhalif tavrından dolayı bir 'mürşidsizlik' sıkıntısı çekmektedir. Bu mürşidsizliğin gelecek adına doğuracağı kötü sonuçlar düşünülünce, kalıp mücadele etmek, gidip rahat etmekten daha evladır elbette. Fakat kalmanın da bir bedeli vardır. Kalmanın bedeli, ahirzaman fitnesinin en ateşli olduğu zamanlarda, o koru elinde tutup 'eli yananlardan' olmaktır.

İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır...”(Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17) hadis-i şerifi ekseninde anlaşılabilir Bediüzzaman'ın bu 'kalıp savaşma' ve 'koru bırakmama' tavrı. Hem Ahmed b. Hanbel'in (r.a.) Ebu Ümame'den (r.a.) aktardığı bir rivayette de Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle buyurmamış mıdır: "Veda Haccı'nda Allah Resulü şöyle buyurdu: 'İlim kabzedilmeden veya kaldırılmadan önce ilmi alınız.' Bu­nun üzerine bir bedevi 'İlim nasıl kaldırılır?' diye sordu. Allah Resulü de üç kere 'Dikkat edin! İlmin gitmesi, ilmi taşıyanların (âlimlerin) gitmesiyle olur!' buyurdu."

İşte gitmemiştir bir âlim, tüm 'gönderme' ve 'yaşatmama' çabalarına rağmen. O ve emsalinin gitmemesiyle de ilim ve istikamet bu topraklardan, elhamdülillah, gitmemiştir. Bunu sadece Türkiye'nin tarihi veya jeopolitik önemi üzerinden okumak yanlış olur. Bediüzzaman'ın bu nasihati, kanaatimce, her yerin ilim ehlinedir. Eğer modern medeniyetin İslam'a veya İslamî değerlere hücum ettiği bir coğrafyada yaşıyorsanız ve çevrenizde İslamî şuuru korumaya muktedir birisiyseniz, gitmeyin; kalın ve o topraktaki İslamî şuurun devamı için manevi cihadı sürdürün. Bunu bu şekilde yapmanız, İslam'ın, 'görece daha rahat yaşandığı' yerlere hicret etmenizden daha evladır. Zira, siz giderseniz, sizinle birlikte ilim ve istikamet de gider. İslam da o toprakları, Allah korusun, terkeder.

Sadece bu kadar mı Bediüzzaman'ın mezkûr duruşundan alacağımız ders? Bence yanıbaşımızda hortlayan DAİŞ terörü ve onun sahte hilafet davası üzerinden bir zenginliğini daha farkedebiliriz bu duruşun. Akaid Bilinci Sohbetleri'nin altıncısında Ebubekir Sifil Hoca'nın da dikkat çektiği bir yaradır: Bu sahte hilafet, birçok beldenin safi kalpli mü'minlerini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine katılmaya davet etmektedir: "(...) Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." "(...) Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir." "(...) Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır." Maide sûresinde geçen bu ifadeler üzerinden Allah'ın şeriatına göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ'e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu ve hatta tek çıkar yol olduğunu iddia eden bu insanlar; Ebubekir Sifil Hoca'nın tabiriyle 'yeni bir emperyal oyun'un maşası konumundadırlar: 'Müslümanı müslümana kırdırma' veya 'müslümanı müslümanla hizaya çekme' oyunu!

Ehl-i Kitap olarak İsrail'in yanında durmayı, mürted saydığı Hamas'ın yanında durmaya tercih edeceğini söyleyen böylesi yapılanmaların İslam'ın hakikatine hizmet ettiklerini/edeceklerini söyleyebilmek mümkün müdür? Halbuki, İbn-i Abbas (r.a.) gibi, bu ifadelerdeki küfrün 'mutlak küfrü' değil 'küfran-ı nimeti' kastettiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. (Yani Allah'ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün 'nimetiyetinden' istifade edememektir.) Hal böyleyken böylesi ifrat yorumlarla âlem-i İslam'ı kendi yaşadığı topraklarda huzursuz, kendi insanına karşı tekfirci, kendi devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de yeni ve büyük bir tuzağın resmini bize vermektedir. Bu resim birşeyi daha göstermektedir hepimize: Bediüzzaman'ın metinleri ve duruşu, tıpkı yaşadığı günlerde olduğu gibi, bugün de sıkıntılarımıza derman, karanlıklar içerisinde denizfeneri, ehl-i sünnet reçeteleri sunmaktadır.

9 Ekim 2014 Perşembe

Leman Sam ve kurban üzerine: Bazen insan şefkatiyle de sınanır

Hiç boşta kalmıyoruz. Fazıl Say'ımız olmazsa Hülya Avşar'ımız, o da olmazsa bir başka 'İslam uzmanımız' dinî vecibeler hakkında bizi bilgilendiriyorlar. Eğitim dönemlerini 'dinle ilgilenmeyerek' geçiren bu uzmanlar, bu şekilde kazandıkları uzmanlığı, cahilce empatilerini vicdanın sesi yerine koyup bunu bize dayatarak, büyük yararlar(!) sağlıyorlar. Fatiha'yı okutsan okuyamayacak, elifi görse mertek sanacak dehaların fıkhı hallaç pamuğu gibi attığı, Kur'an okunmadan Kur'an hakkında konuşulan ilginç bir devirdeyiz. Diploması olmayan doktorluk yapamaz, ama camiden yolu hiç geçmemişler din konusunda ahkam keser ahirzamanda.

Uzmanlaşma istemeyen tek ilim dalı: Din. Erkan öğrenmede Zekeriya Beyaz'a kadar düşen bir medyada, bir adım ötesinde yer alan sanatçılarımız neden görüş beyan edemesinler? Ederler elbet. Geçtiğimiz günleri de Leman Sam'ın kurban hakkındaki twitini anlamlandırmaya çalışarak geçirdik: "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır, IŞİD beni şaşırtmıyor."

Kasaplar Odası bu sözden üzerine alınıp bir cevap yayınladı mı, bilmiyorum. Ama ben hem onlar, hem kendi adıma alındım. Takdir edersiniz ki, mevcut anayasal düzende suça karışmış hayvan bulabilmek zor. Sovyet Rusya'da olsaydık, belki. Soljenitsin hikayelerinde böyle şeyler olduğunu anlatıyor. Ama bizde yok. Bir de kurbanlık şartlarını düşününce bu kesilebilecek hayvanı bulmak iki kere zorlaşıyor. Hem köftehor bir kere suça karıştıktan sonra sahibinin yanında durur mu hiç? Elbet, efendi olanlar getiriliyor satış alanına. Bu yüzden de biz hep masum hayvanları kesiyoruz. Nasıl da yakaladı 14 asırdır düşünemediğimiz noktadan bizi Leman Sam. Hay aksi! Fakat bir saniye: Ya bitkiler? Biz onları da bıçakla kesiyoruz bazen. Salata falan yaparken. Domatesler suçlu mu peki?

Görüyor musunuz nerelere uzanıyor bu iş. Bir de IŞİD'den açıklama gelmiş diyorlar. Onca işgalin, kıyımın içinde üşenmemişler Leman Sam'ın twitini değerlendirmişler. Halife Hazretlerinin cevabı ise şu: "Leman Sam'ı şaşırtmaya çalışmıyoruz."

Üstelik Leman Sam vejeteryan falan da değilmiş. Hele balık falan çok severmiş diyorlar. Demek ki, onların ecelleriyle ölmesini bekliyor, sonra yiyor. Kalmadı ki böyle ince düşünceler. Leş yemek akbaba zerafetidir. Yemesek de saygı gösteririz.

Şakası bir yana, aslında bütün bunlar tek sebepten: Empatik cehalet. Yerine kendini koymakla 'yerinde olmayı' aynı şey sanmaktan. Örneğin; Leman Sam, istediği kadar empati yapsın, bir müslümanın mülk algısının nasıl olduğunu, bir müslüman kadar bilebilir mi? Yani varlığı nasıl gördüğünü? Ve nasıl düşünmekle mümin olunduğunu? Dinin böyle bir bakış açısı/varlık algısı da içerdiğini biliyor mu Leman Sam? Muhtemelen bilmiyor ve kendi varlık algısını bir müslümanın üzerine koyarak, onu öyle olmaya mahkum ederek, zalim benzetmeler kuruyor. Mesela diyor ki: Benim dünya algımda ancak herkes kendinin sahibidir. Herkes kendisinin olduğu için yaşam hakkı kutsaldır. O halde bir suça karışmadığı halde, masum kaldığı halde canı alınamaz. Canını alan, bunu, kendi keyfi ve sadistik tatmini için yapmıştır. Bu sadistik tatmin elbette o insanın sadist olduğunu gösterir. Müslümanlar kurban kestiklerine göre sadistler. Sadistler de elbette insan kafası keser. IŞİD'leşmesi şaşırtmaz.

Ne kadar güzel geldi buraya kadar değil mi mantık? Hiçbir sorunu da yokmuş gibi. Fakat öyle değil. İlk adımında yanlış var bu yürüyüşün. Dansa yanlış ayakla başlayanın toparlaması zor. "Herkes kendinin sahibidir..." Bir müslümanın mülke bakışı öyle değildir ki. Bir mümin için mülk Allah'ındır. Dilediği gibi tasarruf eder. Kendi hayatı da dahil olmak üzere bütün hayatlar Onundur. Yaşam hakkı, tüm hayatlar Onun sanatı olduğu için kutsaldır, kendi mülkü olduğu için değil. İnsan nefsine dahi zulmedemez, haddini aşamaz.

Bediüzzaman'ın 26. Söz'deki örneklemesiyle; terzi Odur, model birey birey bütün varlıklardır. Terzi, modeli kiraladıktan sonra, elbiseyi biçerken istediğini yapabilir. Oturur kaldırır, bollaştırır daraltır, istediği rengi istemediği rengin yerine yerleştirir, hakkı Ondadır. Model diyemez ki: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun."

Bu nedenle bir müslüman hayata da, hayatın başına gelen herşeye de güzel bakar. Çünkü nihayetinde Ondan gelinir ve Ona dönülür. Hastalık, musibet, ölüm, savaş... Bütün bu 'sureten siyah' tabloların içinde bir müminin gördüğü 'hikmeti bembeyaz terzinin' varlığıdır. Bir terzi onu oturup kaldırmaktadır. Elbisesini veya rızkını daraltıp bollaştırmaktadır. Yine bu nedenle "Birşey ya bizzat güzeldir veya neticesi itibariyle güzeldir." Müminin gözü böyle görür âlemi. Böyle gördüğü için de böyle hükmeder. "La ilahe illallah!" yalnızca 'La ilahe' değildir, aynı zamanda 'illallah'tır.

Bu kısım önemli, çünkü müminin günah/sevap algısı da bu mülk algısının üzerine bina edilmiş. Kürtaj gibi bir cinayete "Benim bedenim benim kararım!" diye destek verenlere müminin aynı stilde verebileceği cevap şudur: "Allahın bedeni, Onun emri." Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi ismiyle meşhur, 30. Söz'ü 'emanet ayeti' ve o ayetten hareketle insanın mülk algısı üzerine inşa etmesi boşuna değil. Allah'ı bilmek için verilen 'mülk edinebilme yeteneği/vehmi' eğer yanlış kullanılırsa, Allah'ı bilme önündeki en büyük engele dönüşebilir. En görünmez silahı ise şefkat olur. Terzi ve model misalini verdiği kısma "Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım!" diye başlaması, bunun içindir. Allah'ın mülkünü Allah'tan alıp başkalarına veriyorsan, bunu hislerin en masumu şefkat ile de yapsan, yaptığın masum değildir. Çünkü insan, bazen şefkatiyle de sınanır. Tıpkı öfkesiyle, hasediyle, kibriyle, kıskançlığıyla sınandığı gibi.

Kur'an'da geçen, Bakara sûresinin 'bakara' ismiyle anılmasının da sebebi olan Hz. Musa kıssasını hatırlayalım. Bir çocuk, amcaları tarafından katledilir mirasına konmak için. İsrailoğulları bu çocuğun katilinin bulunması için Hz. Musa'ya gelirler. Hz. Musa, Allah'a dua eder. Ve Allah, İsrailoğulları'na bir inek kesmelerini emreder. (İneğin kemiğiyle dokunulduğunda çocuk canlanacak ve katillerini söyleyecektir.) Tam bu noktada Kur'an, onların tereddütlerini anlatır bize. İyice tarifini isterler, bulamıyoruz diye bahane ederler. Daha ayrıntılı bilgi gelir. Daha da diretirler. Daha da ayrıntılı bilgi vahyolunur. En sonunda öyle bir hayvan tarif edilir ki, işte budur demek mecburiyetinde kalırlar. Ve keserler. Fakat ayet onların halet-i ruhiyesini şöyle tarif eder: "Neredeyse kesmeyeceklerdi!"

Neden kesmemekte direndi İsrailoğulları? Bunun cevabını Bediüzzaman, 20. Söz'de, Eski Mısır teolojisinin tarım hayvanlarına kutsallık atfetmesine ve İsrailoğullarının da orada yetişmelerinden ötürü bu sığır-tapıcılıktan etkilenmelerine bağlıyor. Hatta Hz. Musa'nın Tur'a çıkışının ardından, Samiri'nin değerli madenlerden yaptığı buzağıya tapmaları da (icl hadisesi diye bilinir) bu görüşü destekliyor. Va vahiy, aslında onlara bu ineği kestirmekle bakar-perestliğin, yani sığır-tapıcılığının boynuna bıçağı vuruyor. İnsan, kesip etini yediği hayvana tapamaz. Kutsamak aynı zamanda onu 'dokunulmaz' kılmaktır. (Bugün Hindistan'daki örneklerinde olduğu gibi.) Bakara kıssasının içinde bu ders de var.

Şimdi bu pencereden Leman Sam'a ve twitine bakın. Müslümanlar neden kurban kesiyor, bir tefekkür edin. Hatta zekat gibi, namaz gibi, hac gibi ibadetleri de böyle bıçaklar olarak düşünün. Zekat, mal-perestliğe vurulan bir bıçak; namaz, zaman-perestliğe vurulan bir bıçak; hac, mekan-perestliğe vurulan bir bıçak; oruç, rızık-perestliğe vurulan bir bıçak. Allah, kendisine ne kadar kul olduğumuz yalnızca herşeyi Ondan bilmemizle sınamıyor. Aynı zamanda istediğinde geriye vermemizle de deniyor bizleri. Tevbe 111'in dediği gibi: "Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır." Satamıyorsan, zarardasın.

Peki, kurban kesenler şefkatsiz insanlar mı? Kesinlikle hayır. Üç örneğim var bu konuda. Birincisi babam. Babam ki, yarım kasap sayılırdı, hayvanlara şefkatinden incitmeye çekinir, vuranlara öfkelenirdi. Hayatı boyunca çobanlık/hayvan bakıcılığı yaptı. İstanbul'a göçtüğümüzde bıraktı hayvanlara bakmayı. Fakat o zaman bile kurban kesimleri sırasında yaşananları izlerken hayvanlara eziyet edildiğini görürse öfkeyle bağırırdı. Televizyonda görse televizyona bağırırdı. Biz onun beslediği hayvanlardan birisine vuracak olsak, bize kızardı, ki babamın ömründe pek az sinirlendiğini söylemeliyim. Kurban kesiyordu. Beraber kesmişliğimiz de var. Masumiyetleri konusunda hiçbir şüphesi yoktu. Ama mülk Allah'ındı. İsterse, kesmek lazımdı. Çünkü Allah'tan bilmek kadar, Allah istediğinde vermek de kulluktu ona göre. Şefkatinin kulluğunun önüne geçmesine izin vermiyordu. Allah, kabrini pür-nur etsin. Fatihanıza vesile olsun.

İkinci örneğim, Önder abi. Beraber büyüdük sayılır. Şu an bir kesimhanede çalışıyor hâlâ. Babam hayvanlara bakarken, babama çok heves ettiği için ve hayvanları da çok sevdiği için, o da bir nevi hayvancılığa başladı. Şimdi, her memleket ziyaretimde bana düzenli bir şekilde şikayet ettiği şey şudur: "Dayanamıyorum. Bırakacağım bu işi. Hayvanlar gözüme bakarsa, içim yanıyor." Fakat yine de bırakamıyor. Çünkü işini onun kadar iyi, temiz ve acısız yapan yok. Başkalarına bıraktığında hayvanlara eziyet edilmesinden korkuyor. "Beceremiyorlar, süründürüyorlar" diyor. Bu adamın, tüm merhametine rağmen, hayvanlara eziyet eden birini elleriyle boğabileceğini söyleyebilirim. Ona da sorsanız cevabı aynı: "Allahın emri, Allahın mülkü."

Üçüncü örneğim, eniştem: Eniştemin durumu daha da başka, çünkü beslemediği çok az hayvan türü kalmış. Bir sürü güvercini var, işyerinde duruyorlar ve çocuğu gibi ilgileniyor onlarla. Sonra hem işyerinde hem evinde akvaryumu var ki, bizzat kendisi ilgilenir. Bir keresinde kaza eseri hepsi öldüğünde günlerce nasıl üzgün olduğunu ve bahsi her açıldığında yüzünün nasıl asıldığını hatırlıyorum. Onun da kurban kesmesinin hikayesi şöyle: "Baktım dedemin gücü yetmiyor, hayvana eziyet oluyor, ben alıp kestim." Kesmesinin sebebi kesmeyi sevmesi değil. Hayvanın acı çekmemesi, ama ona da sorsanız cevabı aynı: "Allah emrediyor, ben kimim ki Allah'ın emrine karşı geleyim?" Bediüzzaman'ın ifadesinden mülhem bu cümleyi şöyle değiştirebilirim. "Ben kimim ki, Allah'tan fazla şefkat edeyim? Allah emrediyorsa, şefkatimi ondan ileriye götüremem." Şeriat, kuvveleri gittikleri yere kadar salmak değil, hadd-i vasatta tutmaktır.

Yani Leman Sam, senin sorunun bıçakta, hayvanda değil; bakış açında. Bizi bilmiyorsun ki, bizim ne yaptığımızı/duygularımızı anlayasın. Bir aşçı, tıp konusunda konuşmaya ne kadar hak sahibiyse, senin de din hakkında konuşmaya o kadar hakkın var. Şefkatimizi, insanlığımızı sınamak ise, haddin değil. Peki, İslam'ı sınamak? Ağzına almaya hakkın yok senin. Çünkü o ağız başka şeyler söylemeye alışmış. Allah'ı bilmemiş ki, Allah'ın emrettiğini bilsin. Çamlıbel'in bir şiirinde söylediği gibi: "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...