içtihad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
içtihad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2017 Cumartesi

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz (3):


"Usûl-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı muayyen bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Metin Karabaşoğlu abinin şahsını tenzih ederim, o böyle şeyler yapmaktan beridir, fakat kraldan çok kralcılar heryerde! "Çocuk dövmemek sünnettir" yazısına itiraz sadedinde kaleme aldığım metinlere enteresan tepkiler aldım. Hatta, kulakları çınlasın, 'Ebubekir Sifil zehirlenmesi yaşadığımı' söyleyen dahi oldu. Öncelikle şunu açıklıkla ifade edeyim: Ben böylesi zehirlenmelerden teberri etmem. Zübeyir ağabeyin Risale-i Nur'a 'zehir' denmesi karşısında mahkemede kullandığı merdane ifadeyi, maaliftihar, Ebubekir Sifil Hoca ve metinleri hakkında kullanabilirim:

"Savcı iddianamesinde diyor ki: 'Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.' Biz de buna mukàbil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."

Benim bu itirazımın amacı, kendisinden ve kitaplarından çok şeyler öğrendiğim Metin Karabaşoğlu abiyi karalamak değildir. Hatta onun böylesi insaflı itirazlardan 'kralcılar' kadar rahatsız olmadığına eminim. Ancak yine de, madem bulanık suda balık avlamak isteyenler var, niyetimi tasrih etsem yanlış olmaz, inşaallah. Benim o iki yazıyı telif etmekteki amacım şu idi: Yaptığım araştırmalardan gördüğüm kadarıyla, Metin abinin 'yanlış anlaşıldığını' iddia ettiği hadis, sadece bugün değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından çıktığı andan beri hep böyle anlaşılmıştır. Metin abiye (veya dayanağı olan Mehmet Emin Ay'a) kadar bu hadisin farklı anlaşılabileceği üzerine bir tartışma yoktur. Hatta mezkûr hadis (veya aynı haberi veren diğer bazı hadisler) üzerine hüküm bina edilecek kadar da önemli bulunmuştur.

Bir hadis âlimi olan merhum İbrahim Canan Hoca'nın, Çocuk Eğitimi isimli eserinde, İbn-i Hacer'den, Beyhakî'den, hatta İbn-i Abbas'tan (Allah hepsinden razı olsun) konuyla ilgili yaptığı alıntıları vardır ve bu alıntıların hiçbirisi meseleye dair bir 'acaba' içermez. Alıntılar eşliğinde tartışılan ise 'tekidin varlığı' değil bu 'tekidin sınırları'dır. İnternette konu hakkında küçük bir araştırma yapan herkes, meseleye dair, benim bulduğumdan çok daha fazlasını bulacaktır. Bunların bize sordurduğu soru şudur: Ulemanın ittifak ettiği bir meselede Metin abiye 'yanlış anlaşılmıştır' dedirtebilecek güçlü delil nedir? Bu delil nedir ki, geçmiş ulema onu ıskalamış, ancak Metin abi yakalamıştır?

Metin abinin yazısında zikrettiği diğer hadisin, yani "Çocuklarınızı dövmeyiniz!" hadisinin, senedine dair bir tahlil bilgisine sahip değiliz. (Yazı bize böyle bir bilgi vermiyor.) Ancak bir tahlile sahip olmadan da şu hadislerin muarız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira hadis usûlünde, muarız gibi görünen böylesi hadisleri beraber anlamanın bir yolu varsa, önce o denenir. Biz de diyebiliriz ki: Çocukları vara yoğa dövmekten Efendimiz aleyhissalatuvesselam ümmetini menetmiştir, fakat namaza alıştırmak bunun istisnasıdır. Tıpkı öğlenin, ikindinin veya yatsının farzlarını dört rekat kılmak farzken sefer halinin bunun istisnası olması gibi. Veya normalde kan dökmek haram iken cihadda bunun görev olması gibi. Örneği çoktur.

Özetle endişem şudur: Metin abinin bu meselede seleften bir dayanağı yoksa, bu yeni yorum, Bediüzzaman'ın da ahirzamanda işletilmesinden endişe duyduğu içtihad kapısından girmek gibidir. Çünkü mesele fıkhîdir. Bugünlerde böyle şeyleri gündem olarak önümüzde çok sık buluyoruz. Kimisi recmi, kimisi tesettürü, kimisi namazın beş vakit olduğunu, kimisi Hz. Âdem aleyhisselamın babasız yaratıldığını, kimisi Hz. İsa aleyhisselamın nüzulünü inkâr ediyor.

Bunu yaparken kullandıkları argümanlar da yine en çok etimolojiye dayanıyor. Kelimelerin sözlükte yeralan ardıl bir anlamını bulup onunla cerbeze yapıyorlar. (Herkes bunun bir nümunesine kendi okumalarında rastlamıştır.) Halbuki etimolojinin muayyen bir miktarı yoktur. Had altına alınamadığından suistimale uğrar. Yalnız başına hükümlere illet ve medar olmaması gerekir.

Eğer biz de, böylesi bir konuda, selef-i salihinden bize gelen fıkhın tertemiz ve sınanmış mirası yerine etimolojinin imkanlarına güvenirsek, modernistlerden/ehl-i bid'adan ne farkımız kalır? Ben eminim, Metin abi bunu yapmaya çalışmıyor, fakat zahirde öyle görünüyor. Öyle görünmemesi için, bizim, bu hükmü eskilerin fehmini suçlamadan isbat edecek delillere ihtiyacımız var. Yoksa şu kapı tehlikeli yerlere açılır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

11 Eylül 2016 Pazar

İlmihalleri aradan çıkarmak...

"İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir." İçtihad Risalesi'nden.

2014'te bir yazı yazmıştım: The Last Siyer-Bender (Son Siyer Bükücü). Yazı, FETÖ'nün, örgütsel stratejilerine/yanlışlarına din içinde nasıl yol bulmaya/meşruiyet kazandırmaya çalıştığına dairdi. O yazıda demiştim ki: FETÖ bunu en çok 'yönlendirilmiş siyer okumaları'yla yapıyor. Meşrulaştırmak istediği şeye göre siyerden 'bükülebilir' bir örnek seçiyor. O parçayı, bütünü görmezden gelecek bir şekilde, vurguyla okutuyor ve böylece nurtopu gibi yeni bir içtihadınız oluyor. Yani, mürşidimin "Şu zamanda oraya girmeye altı mâni var..." dediği 'içtihad kapısı'ndan çaktırmadan giriliyor. Mezkûr yazıdan kısaltılmış bir alıntı yapalım:

"Bankasya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, muhalefet edenlerin sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın yazılarındaki kıssa-i Kur'aniye atıflarından tutun, Gülen'in nağmelerinde siyer ile aralarında kurduğu bağa kadar her yerde en büyük sanatları bu: İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları ve bağlanacakları evvelden seçilmiş, hatta yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu."

Bugünlerde o yazının üzerine koyduğum yeni bir farkındalık ise şu: Bu hastalık şöyle veya böyle birçoğumuza bulaşmış durumda. Özellikle âlim olmadıkları halde aydın kontenjanından siyasal/sosyal alanda din adına birşeyler söylemek isteyenler bu yönteme çok başvuruyorlar. Kendi nefsimden başlayayım: Eski yazılarımda da gördüm bu hastalığın izlerini. Nasıl buna alıştırıldığımızı bilmiyorum. Ama biz artık fıkıhla/hukukla ilgili bir meselede, Allah'ın rızasının nerede olduğunu anlamak için, ilmihallere bakmıyoruz.

Ya? Kafamızda bir doğru beliriyor. (Belki de işimize geldiği için doğru(!) bu.) Sonra o doğru ile Kur'an'a veya sünnete gidip 'uyar bir örnek' bulmaya çabalıyoruz. Bu aslında 'nastan istinbat' falan değil. Düpedüz minareye kılıf uydurma çabası. Eğer aradığımız şey hakikaten marzıyat-ı ilahiye olsa, önce "Bu konuda fakihler ne diyor?" diye ilmihale bakıp sonra bir fikir sahibi olmamız gerekirdi. Bizde durum kesinlikle böyle işlemiyor. Biz, düpedüz kuş kadar siyer, hadis veya Kur'an bilgimizle içtihad kapısını zorluyoruz.

Bize bu hastalık FETÖ'den bulaştı. Çünkü Fetullahçılar dini tahriş eden her hamleleri için bu yöntemi uygularlardı. Muhalif sesleri bu örneklerde yaptıkları tevillerle bastırırlardı. Ezberden konuşmuş olmamak için çok araştırdım. Risale-i Nur'da bu 'seçkinci siyer okumasını' destekler hiçbir metne rastlamadım. Fıkha/fakihlere veya selefe gitmeden, salt siyerden birşeylerin meşruiyetine örnek bulmak Bediüzzaman'ın hiç yapmadığı birşey. İşte Fetullahçılığın Nurculara da bulaştırdığı bir arıza arıyorsak buna bir işaret koyabiliriz. Şimdi bu hastalık iki koldan ilerliyor. Hastalığı FETÖ'den kapanlar daha çok siyerden örneklerle bu bükücülüğü yapıyorlar. "Bize Kur'an yeter!" ekibinden bu hastalığı kapanlar ise Kur'an'da bunu yapmasını öğreniyorlar.

Buna tekrar be tekrar 'hastalık' diyorum, çünkü bu pis refleksi kapanlar için, herşeyin meşruiyeti, bükülebilir bir örnek bulmakla/hatırlamakla mümkün. Ne fıkıh, ne hadis, ne de kelam ilmine dair bir yetkinlik aramıyor bunlar. Yeter ki, bir mealde veya bir siyer kitabında kafalarına uygun birşey denk gelsin. Aykırı diğer bir örneğin varlığı/varolabileceği hatıra getirilmiyor bile. Özellikle aydın veya aydın adayı gençlerde bu hastalık belirginleşiyor.

FETÖ yıkılsa da bu hastalık varolmaya devam edecek gibi. Çünkü kolaycı. Böyle hüküm çıkarmak hiçbir ihtisas çabası veya ehl-i ihtisas yetkinliği istemiyor. "Bir keresinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle yapmış..." dense yetiyor. Halbuki; bir örnek siyerde dahi olsa, bu 'onun yüzdeyüz doğru olduğunu' veya 'onunla amel edilebilir olduğunu' göstermez. Bize bu yüzdeyüzü ancak hadis ilmi söyler. Eğer siyerdeki olayın bir hadis kaynağına veya senede atfı varsa, o sened ve o hadis kaynağı incelenerek bu olayın doğruluğu anlaşılır. Ancak bu 'yüzdeyüz' bile onunla amel etme hususunda fakihlerin bilgisine muhtaç olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bize vurgulanmış bir parçadan değil hepsini kuşatan bir bütünden, bir ilmî usûl ve tutarlılık içinde, istikametli hükümler verebilmeyi fıkıh öğretir.

Şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir..." Arzîliğin kolaycılığı bizi bu usûlsüzlüğe iten. Kendi yazılarımda gördüğüm bir hastalık. Kendi zihnimde, elhamdülillah, teşhis ettiğim bir hastalık. Kurtulmaya çalışıyorum. Arzî arzularımı bastırıp selef-i salihinin semavî içtihadlarına kanaat etmeye (çünkü sırat-ı müstakim budur) gayret ediyorum. Ancak bu arıza bir bende değil. Başkalarının metinlerinde de görüyorum. FETÖ'cülüğün veya modernist/bid'akâr her akımın bize bulaştırdığı bir maraz şu altını çizdiğim: İlmihalleri aradan çıkarmak...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...