lisan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
lisan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2022 Salı

Peki kabul edilmeyen duaları niye ettik biz?

Dua bir iman pratiğidir. Mü'minin yapabileceği iştir. (İmanı olmayanın duası da olmaz.) Birşey için dua ediliyorsa gerçekleşeceğine dair umut da var demektir. Bu umut da demek ister ki arkadaşım: "Duayı ettiğim makamın yapabileceklerine imanım var. (Allah herşeyi yaratabilir.) Hem bu duayı işittiğine imanım var. (Allah herşeyden haberlidir.) Hem de beni sevdiğine, rahmet ettiğine, önemsediğine imanım var. (Allah herbirşeyle ilgilidir.)" Böylece insan kendisini varlığa dahil eder. Her duada tekrar tekrar yaşanır bu terbiye. Tecrübe edilir bu eğitim. Enenin biriciklik/başkalık tasallutu kırılır. Allah, işitmekle-vermekle hem 'ben'in Allahıdır, hem de dilediğini yaratabilmekle 'herşey'in. Ben de hariç değildir Onun tasarrufundan hiçbirşey de. O halde 'ben' denktir 'herşey'e. Ayrı değildir hiçbirşeyden. Yani kibrine şifa arayanın şifası da duadadır. Biraz da bu hikmetle belki, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek haram kılınmıştır, bu yeiste bir dalalet vardır.

Duanın şifası çoktur. Bir şifası da istenilen verilmediğinde ortaya çıkar. Öyledir. "Ol!" deyince olduran yalnız Allah'tır. Allah'tan gayrısının böyle bir gücü yoktur. Fakat insan her dua ettiği anında gerçekleşirse istikametin sınırlarını yitirebilir. 'Dilemesi' ile 'olması' arasındaki mesafeyi unutabilir. Nasıl ki hep öyle olagelen şeyler için dua etmeyi bırakmıştır. (Güneşin doğması için dua etmez mesela.) Nasıl ki hep öyle olmayan şeylerde daha sıkı duaya sarılmıştır. (Yağmurun belirsizliği duasını bollaştırır mesela.) Aynen bunlar gibi de: Her dua ettiği gerçekleşirse, lezzeti şükür için isteme kıvamına ermemişlerin özlerine bakışları şaşabilir, aşırılaşabilir. Büyüklerimizden şöyle bir beyan da rivayettir arkadaşım: "Ben Allah'ın Allah olduğunu en çok kabul edilmeyen dualarımla anladım." Evet. Her istediğini vermemesiyle de, Rabbin, kimin kim olduğunu göstermiş oldu. Eremediği muratlarla nefsin dizginlerin elinde olmadığını daha âyân gördü.

Fiilî duaların kavlî/lisanla yapılan dualara göre bir avantajı var. Nedir? Bir temsille anlatmaya çalışayım arkadaşım: Devlet kimi zaman 'belirli usûller çerçevesinde' bazı imkanlar sunar. Sözgelimi: KPSS'ye girip yüksek puan alanların memuriyette yer bulması daha kolaydır. Usûlü ilan eder. Herkese eşit haklar tanır. (Temsil gereği bunları söylüyorum. Sakın buradan polemik konusu çıkarmayın. Yazının esasından sapma olur. Manzaraya çok takılan menzile erişemez.) Genel hukuka tâbidir. Çalışıp kazananlar da elbette yerleşebilir. Fakat, bir kimse bu prosedüre dahil olmadan memuriyet talebinin gerçekleşmesini isterse, o biraz daha özel hukuka bakar. Hiç olmamıştır-olmuyordur denilemez. Çok yüksek bir yerde hatırı varsa belki bu da kendisine bağışlanabilir. Alan açılabilir. Ancak ikincisinin vukû bulma ihtimali birincisine kıyasla azdır.

Neden? Çünkü çok kuvvetli bir hatır ister. Çok özel bir hukukla mümkündür. Allah'ın yanında kulluklarıyla kıymet kazanmışlar kavlî dualarının da sıklıkla bağışlandığını görürler. (Peygamberlerin duaları bu cümledendir.) Lakin o derece özel hukuka sahip olmayanlar, kırk yamalı ibadetleriyle düşe-kalka yaşayanlar, yani ki bizler, böyle iltifatlara mazhar olamazsak gücenemeyiz. Gücenmeye hakkımız yoktur. Ancak yine de ümit sahibi olabiliriz. Dünya adına kabul olmamış duamız belki ahirette karşılığını bulur. Belki dünyadaki karşılığı daha güzel/başka bir sûrettir. Dediğimizin aynısı değildir. Bilemeyiz. Tevekkül ederiz.

Şunu da aklından çıkarma arkadaşım: Kavlî duanın şuurî yönü daha baskındır. Şuur şeylerin yüzünü sonsuza çevirir. Fiilî duanın amelî yönü daha baskındır. Ben bunu biraz da 'boyutlar' üzerinden kavramaya çalışıyorum. Amelî bir duanın dört boyutu var. En, boy, derinlik, zaman. Bir cismaniyeti var. O cismaniyetten ötürü mazhar olduğu Esmaü'l-Hüsna var. Ve belki bu Esmaü'l-Hüsna sayısı kavlî duadan çok daha farklı. Çok daha fazla. Neden? Çünkü kavlî dua tek boyutlu. Görüntü iki boyutludur. Dilekse tek boyut. Belki bu vücudsuz vücudîliği nedeniyle irade-i külliyeye bırakılmış daha geniş bir alana sahiptir sözlü duamız. Cenab-ı Hak onu işitir, bilir, kabul eder, ama yaratmak bahsi geldiğinde irade-i külliye 'özel hukuka bırakılan geniş alana' nazar edebilir. Kavlî duanın varlığa çıkmak için amelî duaya göre daha fazla eksik parçası vardır.

En doğrusunu Allah bilir. Yalnız, şuurî yönü itibariyle, kavlî duanın uhrevî faydalarını fiilî duadan daha 'kesin' görürüz. Bir ateist bilimadamı da, en az bir müslüman kadar, fiilî dua edebilir. Çalışarak sonucunu alabilir. Maksûduna erişebilir. Ancak onun şuurî faydalarından mahrumdur. Çünkü neticeleri Allah'tan bilmemektedir. İbadetinin manevî faydasını görmemektedir. Allah, kainata yaydığı yasalara ittiba ettirerek, ona şuursuzca dua ettirmektedir. Vakti gösteren saat gibidir. Yaptığı sayesinde faydalar görülür. Lakin o ne yaptığını bilemez. Fayda görmez. Buradan bakarak "Fiilî dua sahiplerinin, eğer şuur sürecini kavlî dualarla tamamlayamıyorlarsa, vartası da çoktur!" diyebiliriz. Varolanları kendilerinden bilebilirler. Karun gibi "İlmimle verildi!" diyebilirler. Yaratılmışları yaratışları sanabilirler. Allah korusun. Her neyse... Sözü epey uzattım arkadaşım. Belki seni de bıktırdım. Yine de dualarını beklerim. Hayrım az. Günahım çok. Kendi hatırımdan cidden şüpheliyim. Fakat umutsuz da yaşayamam. Senin hatırın benimkinden fazla iş görebilir.

29 Mayıs 2015 Cuma

Eski Said'in lisanı da Said'in lisanıdır

Her gün Risale okumaya çalışıyorum. Fakat her gün bir dizi başka metin de okuyorum. Bilgi olarak Risale-i Nur'a kanaat edemiyorum, ama bakışaçısı olarak Risale-i Nur'a kanaatim var. Hayatı, Bediüzzaman'ın gözüyle ve kalbiyle görmek isterim. Bunu Rabbimden dilerim. 'Risale-i Nur'a kanaat etmek' bence budur. Başka kitap okumamak demek değildir.

Salt diğer metinleri okuduğumda hayatımda bir boşluk oluşuyor sanki. Adımlarım kararsızlaşıyor. Yargılarıma ve yazdıklarıma güvenemez oluyorum. Zulmetme ihtimalim artıyormuş gibi geliyor. Aptallaşıyorum. Cesaretim azalıyor. 'Sapasağlam bir kulp'tan kopuyorum. Boşluğa düşüyorum. Nefsime güvenmiyorum. Yorumuma güvenmiyorum. Bastığım yere güvenmiyorum. Eğer onu Bediüzzaman'ın Kur'an tedrisinde bir yere bağlayamazsam ayaklarım kayıyor. Avamım çünkü. Avam, izleyeceği güvenilir bir ayak izine muhtaçtır.

Başkalarını okumak, başkalarında varolmak, başkalarının gözlerinden de bakmak, yani bize biraz başkasının bulaşması, boyamızın onun boyasıyla karışması, başkalarında misafir olmaktır. Sizdeki esma, ondaki esma... Bizde tecelli edenler ve onda yansıyanlar... Kardeşlik. Kandan ve kalpten öte düşünsel bir kardeşlik. O'nda mizaç. Biz'de imtizaç.

Her misafir olduğunuz yerde birşeyler ikram ederler. Bunu severim. Fakat içinde Kur'an'dan bir lokma yoksa, aynı zamanda asl-ı insandan da bir uzaklaşmadır bu okumalar. Kesrette boğulmak, kesretin enformatik cehaletinde boğulmak, nevin enaniyetinde boğulmak... O yüzden, her ne okusam okuyayım, vaktimin/okumamın diğer bir parçası da vahye dönüktür. Mürşidimin gözlerine geri dönemezsem, başkasının gözlerinden görünen bu âlemler beni zehirler. Taşları onlar kadar düzgün, nazarı onun kadar yerinde, muhakemesi onunki kadar selametli, kalbi onunki gibi şefkatli gelmez çünkü. Fikrimin abdest tazelemesidir mürşidime dönüşlerim.

Risale-i Nur okurken, mürşidimden, bilgiden daha çok bakışaçısı aldığımı düşünüyorum. Ondaki bilgi salt bir done değil. Daha sonra işinize yaramayacak kadar hazır sunulmuş, yani yolu öğretilmemiş yorum da değil. Hatta kuş gibi 'yalnız civcivinin tüketebileceği' kay da vermiyor sizlere. Koyun gibi 'her canlının yavrusunun içebileceği' sütü sunuyor.

"Bunu böyle bil! Şunu şöyle bil! Onu öyle bil!" tarzı bir okuma değil ihsan edilen. "Buna ve buna benzer şeylere böyle bak. Şuna ve şuna benzer şeylere şöyle bak. Ona ve ona benzer şeylere öyle bak!" tarzı, kitaptan hayatıma ve geleceğime uzanan bir irşad oluştur (benim için) Risale okumak. Bir gruba mensup olmuşum, bir geleneğe dahil olmuşum, 'Türkiye'de bilmem kaç tane Nurcu var'mış'lı mevzular, değil enaniyetimi okşamak, gönlüme sıklet veriyor. Mezara girdiğimde de yalnızım, Risale okurken de. Okumak, bir rabıta-i mevttir. Eğer ölümü hatırlayan ve hatırlatan metinler okuyorsanız. Orada kalabalık teselli vermezken, burada nasıl teselli bulabilirim?

Risale-i Nur'u okumak kendimi neden böyle hissettiriyor? Yukarıda bir damlacık dokundum: Kur'an'ın 'sapasağlam kulbundan' tutunduğum hissini veriyor bana Risale-i Nur. Şu dediğim hissidir. Sözüme inanmayana izah edemem. Çünkü ancak tadılınca bilinecek birşeydir. Allah Resulü gibi derim: "Allah senin kalbine merhamet koymamışsa, ben ne yapabilirim?" Böyle şeylerin zevki/tadı öğretilemez ki. Şunu da Nurcular adına bir 'eziklik psikolojisi' olarak görürüm: "Haaaayııır, öyle değiiiil, biz aslında Kur'an'ı anlamak için Risale okuyoruuuuuz!" Kur'an'ın yerine Risale-i Nur'u koymakla veya Bediüzzaman'a peygamber muamelesi yapmakla itham edenlere cevap yetiştirmek için söylediğimiz şeyler.... Aslında 'kendimizi beğendirmek için' attığımız taklalar!

Bu ezikliği niye yaşıyoruz? Bir müslüman, Kur'an'ın yerine koyarak birşeyi okur mu? Okursa ona müslüman denir mi? Bu insanlar bizi nasıl ağır şeylerle itham ediyorlar da onlara karşı izzetle; "Ağzını topla ulan!" demek yerine ezik ezik savunmalar geliştiriyoruz. Ben artık böyle cevaplar vermeye didindiğim ergenlik Nurculuğunu geçtim. Doğrudan şunu soruyorum: "Açık söyle. Bana kafir mi demek istiyorsun?" Kur'an'ın yerine başka kitap koymak demek odur çünkü. Aslında bunu demek istiyorsa, bunu desin ve ben de ona göre ona cevap vereyim.

Arkasındaki niyet kara, kalp kara, beyin kara sorulara, teveccüh-ü nas köleliğinden kopmamış, hemen ceket ilikleyen cevaplar vermekten vazgeçmemiz lazım. Herkes Bediüzzaman'ı veya bizi sevmek zorunda değil. Sevmek kadar sevilmemek de sünnettir. Bu yüzden Nurcu kardeşlerimi "Suç bizde, demek ki yeterince kendimizi anlatamamışız!" ezikliğinden "Belki de kafaları basmıyordur!" izzetine çağırıyorum. Bediüzzaman'ı, Bediüzzamanca savunmak lazım. Eski Said'in lisanı da Said'in lisanıdır. Altta kalacak kadar alttan almak yakışmıyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...