Sezgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sezgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mayıs 2016 Cuma

Duydun mu atmaya başlamış kalbi Taksim'in?

Nasıl kâinat söndürülmezse iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde olan İslâmî şeâir, dinî minarat, ilâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş. Tab'ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur. Onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Lemeat’tan.

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sezgiden aklın sonradan haberi olur. Yani ‘sezgi’ aklî uyanışlarından öncesidir. Zeminidir. Evet. Aynen. Yine bir farkediştir ama sırf akılla değildir sanki. Ondan ziyade şuura bakar. İsimsiz esintiler gibidir bu biliş akıl için. Görecek gözleri yoktur onu. Tutacak elleri yoktur onu. “Hava gibi, su gibi, nur gibi…” Bilinenin kendisi yoktur âdeta. Lakin tesiri vardır. Karşı konulamaz bir tekrarla dokunmaktadır. Bu farkındalık işte 'sezgi'dir. Şuurun farkındalığını aklın uyanışlarından ayıran şeyse, bir bilinç olarak değil, daha çok bir sızı/ferahlık olarak yaşanmasıdır. Vicdan azabı dediğimiz şey pek de akıl işi sayılmaz öyle değil mi? Hatta çoğu zaman akla bir ölçüde doğru gelmiş şeylerin yapılmasından dolayı yaşanır bu azap. Mürşidim de der: "Ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır."

Şimdi bana "Vicdanla şuurun ne alakası var yahu?" diye sorabilirsin arkadaşım. Haklısın. Orayı biraz daha açmam lazım. Mürşidimin ayak izlerini öperek başlayayım yola o zaman: Bediüzzaman'ın ifadesiyle vicdan da bir fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat ne demek? Böyle söylemek çok kapitalistçe gelse de kolay anlaşıldığından istimal edeceğim: Fabrika ayarlarımızdır fıtrat. Yaratılış özümüzdür. Temiz kalıbımızdır. Hayır üzere varlığımızdır. Sahibimizin nakşındaki muradıdır. İnsan neyin üzerine yaratılmışsa onu yapmak ister. Hikmetinin dışındaki eylemler kulağına söylenen kötü sözler gibidir. Fıtrat bundan rahatsız olur. Bunun için yaratılmadığını sızılarıyla hissettirmeye çalışır. Köy yolunda kullanılan bir Ferrari gibi. Nasıl? Aracın ses çıkarabilen her yeri size bu yol için varolmadığını haykırır. “Beni burada sürme! Ben burada gitmek için yaratılmadım! Beni burada süründürme!” Fıtratınız da size vicdanın sesinden rahatsızlığını haykırır. Kendinize kaldığınız her yerde darlığını fısıldar. Kulağınız ondaysa elbette.

Hele şu söyleyeceğime dikkat buyur arkadaşım: Bu etkileşim aslında her an yaşanıyor. Fıtratımız bizimle konuşuyor. Sesi yüksek değil belki. Ama devamlı. Israrlı. Tekrarlı. Bu yüzden gafil insan yalnızlığı sevmiyor. Uyandırıcılardan hoşlanmıyor. Sessizlik zayıf sesleri de duyulur yapıyor. Uyandırıcılar içindeki uykucunun da yüzüne su serpiyor. Yine mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor ki: “Herşeyi Allah’tan bilip böylece iz’an ettikten sonra, sürur veren şeye de, zarar veren şeye de razı olman gerekir. Razı olmazsan mecburen gaflete düşersin. İşte bu sebebdendir ki zâhirî esbab vaz’ edilmiş ve gözleri gaflet perdesiyle örtmüştür.” Esbab sahte bir kurtuluş olmuş yani gafile. Arkalarına saklanarak korumuştur yaşatmak istediği uykuyu.

Hem şu da önemli: Sadece bizimle değil birbirleriyle de konuşuyorlar. Evet. Tanışıklığımızdan itibaren sevdiğimiz/sevmediğimiz insanlar da bize bir mesaj veriyorlar. Nasıl? Sanki kendilerinde tecelli eden esma üzerinden, başkalarına dair okumalar yapabiliyorlar fıtratlar. Hangi ismin gölgesini seviyoruz? Bunu net bir şekilde bilemiyoruz. Ama, ne tuhaftır, sevdiğimiz insanların özellikleri de az-çok birbirini tutuyor. Sevmediklerimizin de öyle. En önemlisi de şu arkadaşım: Sahibinin saflığını korumaya çalıştığı bir fıtrat korunmamıştan rahatsız oluyor. Aynı ortamda bulunmayı bile istemiyor. Canı sıkılıyor. Bunalıyor. Belki de fıtratındaki çığlıkları duyuyor. Sesten olmayan sesleri işitiyor. Tıpkı keşfe’l-kubur velilerin gafil mezarından geçmeye çekindikleri gibi. Göreceklerinden üzüldükleri-gerildikleri gibi. Kimbilir?

Tersinde de benzeri bir durum yaşanıyor bence arkadaşım. Nasıl? Açayım: Bence gafilin rahatsızlığı da müttakinin huzurudur. Onun çağrıştırdıklarıdır. Ezan sesidir. Minaredir. İbadettir. Zikirdir. Gürültü, duymak istemediğiniz şeylere engel oluyorsa, elbette ondan değil, yokluğundan rahatsız olursunuz. Disko telaşı istersiniz. Kalabalıkta kaybolmayı arzularsınız. Gözlerinizi kaparsınız. Kendinize bırakılmaktan uçurum gibi korkarsınız. Bundan daha doğal ne var? Çünkü sessiz ortam gürültülerin sıkletinden kurtarıcıdır. Gafil de vicdanını duymamak için gafilane gürültüyü arzular. Uyanıklıktan çekinir. İstemediği manaları çağrıştıranlardan rahatsız olur.

Bu sesler hayatın her yanında arkadaşım. Sezgi dediğimiz şey bu seslere daha duyarlılarımızın yaşadığı düşük yoğunluklu farkındalık. Doğru. Ahirzaman dikkatimizi dağıtacak pekçok ‘geçici olan’ karşımıza çıkardı. Aklımızı başımızdan aldığı gibi sezgimizi de fıtratımızdan aldı. Hayretimizi tırtıklayan birçok “Aaa duydun mu?” var artık hayatımızda. Belki de kalbimize güvenimizi yitirdik. Belki kalbimizi de. Hem sezgi de daha fazla dikkat istiyor. Dönüp dönüp kendisiyle ilgilenilsin istiyor. Beş vakit namaz istiyor. Ezanı istiyor. Minare istiyor. Hem sesi zayıf hem kurduğu cümleler uzun. Zamana ihtiyacı var. Ve bir de cümlesi bitene kadar kalacak bir dikkate. Kalp gibi atması lazım böylesi bir dikkatin. Bunu da şöyle bir parça açabilirim belki:

Akıl dinamik farkındalıkların alanı. Ve bu dinamizm farkındalığın şiddetinin de yüksek olmasını gerektiriyor. Şuur ise statik farkındalıkların alanı. Daha düşük tesirlerden de haberdar. Lakin bu tesirlerden dolayı fiillere teşebbüs etmesi 'bardağı taşıran son damlalar'la mümkün. Evet. Şuurla yapacaksanız bardağı sezgilerle doldurmak zorundasınız. Doğru çağrışımlar hayatınızın her yanından akmalı. Birikmeli. Kuşatmalı. Hamlıklarınız kısık ateşte pişmek zorunda. Minare minare görmek zorunda. Ezan ezan işitmek zorunda. Bu yavaş fakat kaliteli bir farkındalık olacak. Ağır ama isabetli kararlar alacaksınız. Yok, yaşadığınız farkındalık tokat gibi birşeyse, o zaman bardakla uğraşmaya da ihtiyaç yok. Akıl farkındalığının hakkını verecek. Farkındalığın şiddeti eylemeyi hızlandırır. Yalnız şu var arkadaşım: Şuurla yapan sanki yaptığında daha salabetli oluyor. Daha dik duruyor. Terkini daha imkansız görüyor. Allahu’l-a’lem. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Kendi çağrışımlarından koparmasın. Âmin.

3 Ekim 2014 Cuma

Allah etkileyerek bilir, insan etkilenerek...

"Benim için herşey siyahtı. Ama öğretmenim bana siyahın yeni anlamını öğretti. Siyah, sadece karanlık ve boğulma değil, başarının rengi. Bilginin rengi. Mezuniyet cüppesinin rengi." Black filminden.

Bizim için siyah beyaza açlık duyduğumuz yerdir. Renklerin olmadığı yerde siyah da yoktur. Çünkü zıttı yoktur. Onun ayrımına/farkındalığına varılacak başka ihtimal de yoktur. Bilebilmemiz için birisinin bizi farklı ihtimallerden haberdar etmesi gerekir. İnsan Allah'ı açlıklarıyla anladığı gibi duyuşlarıyla da anlıyor. Göz, kulak, ten, burun gibi âlemi bize getiren, bir yönüyle büyük âlemi bizim küçük âlemlerimize taşıyan herşey bizim duyumuz. Latif olanın tecellilerini yakalayan ve kendisinde misafir eden herşeye latife diyoruz. Verici-alıcı. Bu yakalamalara akıl dahil olursa 'anlamak' deniliyor. Anladın. Yani yakaladın. Yani aklınla da farkındasın. Bilmiş oldun onu.

Farkındalık da seviye seviye. Aklın dahil olmasaydı bu biraz daha sezgiye yakın olurdu. Çünkü sezgi aklın biçim veremediği duyuşlara denir. Seziyorsun ama kalıba sokamıyorsun. İfade edemiyorsun. Delilini ortaya koyamıyorsun. Böyle akılsız bir biliştir o.

Sezginin de bir bilme çeşidi olduğunu bugün kimse reddetmiyor. Hatta Gabor Mate gibi bazı bilim insanları bağışıklık sistemimizin dahi bir duyu olduğunu iddia ediyorlar. Nasıl? Mesela kolay hastalanmaya başladıysan sana şu şekilde seslenilmiş oluyor: "Dostum, hayatı yeterince istekle yaşamıyorsun, ben de bedeni hayata tutunmaya ikna edemiyorum."

Demek dışarıyı içeriye 'etkilenmek' suretiyle taşıyan herşey bizim duyuşumuz. Bunlardan bazıları daha sık karşımıza çıktıklarından isim taktık onlara. Bazılarının sadece varlığını hissettik. Sevmek, beğenmek, nefret etmek, âşık olmak, acımak, utanmak, şaşırmak ve diğerleri. Aslında her birisi bir elçi. Amaç: Dıştan haberdar olsun içteki cevher. Bu duyuşlar ve sezişler olmasa taştan farkımız olmazdı herhalde. Belki de bu yüzden Kur'an, duyuşları azalan, örtülen, bastırılan insanları (ehl-i küfrü) böyle tarif ediyor: "Sonra kalpleriniz taşlaştı. Hatta taştan da katılaştı."

İnsanın yumuşaklığı teninde değil etkilenmesindedir. Derisi kalın olana değil duygularını belli etmeyen adama 'sert adam' derler. Yani ya etkilenmiyor yahut da etkilendiğini belli etmiyor. Bastırıyor. Her iki şekilde de bir sakla(n)ma var. Nasıl bir saklanma? Belki biraz Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da tasvir ettiği halet gibi:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya."

Siyer kaynaklarında anlatılır ki: Müşrik önderleri de vahyi dinledikleri zaman etkileniyorlardı. Mucizelere şahit olduklarını reddetmiyorlardı. Ama saklıyorlardı. Ama bastırıyorlardı. Hatta etkilenişini açık ederse birisi, onu, aşağılayarak tekrar sertleşmeye davet ediyorlardı. "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur!" buyuran Kur'an sanki bize bir tuhaf halet-i ruhiyeden de haber veriyor: Kendinden kaçma ve özden/içinden geleni saklama. Yani bir nevi erkekçe(!) tasannu. Yediği yumruklara rağmen "Acımadı ki!" diye ağlayan çocuk.

Hassaten hayretlerini saklamak noktasında tetikteydiler. Zayıflıktı bu onlar için. Demek istibdadın bir nevi de böyle: İnsanların gerçek duygularını saklamak zorunda kalacak şartlarda yaşamaları. Bir nevi manevi istibdat. Yine hatırlarsak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın "Allah senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapayım?" dediği kişi, ona, 'bir kez bile çocuklarını öpüp okşamadığını' söylemişti. Ve muhtemelen zayıflıklarını(!) böylesine belli ettiği için Aleyhissalatuvesselamı tuhaf buluyordu. Fakat Allah Resulü, cahiliyenin bu istibdadını da lâtı, menatı, uzzayı yıktığı gibi yıkmıştır. Barekallah.

Bizim bilişimiz bize bildirilmesiyle. Peki Latîf ve Habîr olan Allah nasıl biliyor? Elbette Alîm olanın bilişi bizim bilişimiz gibi değil. O bilmekle biliyor. Biz bildirilmekle biliyoruz. En yalın fark bu. Denis Diderot'nun Körler Üzerine Mektuplar'ında geçen kör ile M.'nin diyaloğunu hatırlayalım. M. köre sorar: "Peki ya sizce göz nedir?" Körün cevabı şöyledir: "Bu öyle bir organdır ki, hava ona, değneğimin benim elime yaptığı tesirin aynını yapar."

Kör gözün tarifine çok yaklaşmıştı. Latif olan ışığı bilmiyordu ama latife olan 'dokunuşu' biliyordu. Bu yüzden bilmesini duyuşuna bina etti. Böylesi bir duyuş aracılara muhtaçtır. Fakat Allah'ın bilişi aracısız bir biliştir. O vasıtalara muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilmesi bildirilmekle değil bilmekledir. Tesir ederek, yaratarak, murad ederek bilir herşeyi. Etki altında kalarak değil. İlmi ezelîdir. Ettiğimiz dualar onun yaratığıdır. Biliyordur ki yaratmıştır. Yarattığından sonradan haberdar olamaz.

Bizim bilmemiz onun haberdar ettiğidir. Meleklerin Kur'an'da pek güzelce söyledikleri gibi: Onun bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Böyle bir bilgi olmadığı için, hâşâ, onun sonradan haberdar olduğu birşey de olamaz. Bence kader konusunda çukura düşenler en çok bu biliş farkını kavrayamadıkları için çuvallıyorlar.

Bediüzzaman'ın Allah'ın ehadiyetini izah ederken sık sık güneş örneğini kullanması biraz da bundan gibi geliyor bana. Her yerde ilmi, iradesi ve kudretiyle hazır ve nazır olan, herşeyden dolayısıyla etkilenen değil, ışık gibi herşeye tesir edendir zaten. Öyle tesir edicidir ki Ona şeffaf olmayan yoktur. Latiftir, "şu koca güneş dahi gök denizinde şems-i ezelinin 'nur' isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misal bir aynasıdır."

Şuunat bahsine yüzümü dönersem: Bizdeki duyuşlar, bilişler veya sezişler elbette Onu anlamakta bir penceredir, fakat en nihayetinde bizim kusurlu duyumuşuz ve duyuşla başlayan bilişimiz onun bilişi gibi değildir.

Arkadaşım, en nihayet demem o ki, münezzeh ve mukaddes dediğinde yaptığın tenzihi, bu farkı ortaya koymanın ifadesi olarak da düşün. Cenab-ı Hak senin gibi sonradan haberdar olarak bilmez hiçbirşeyi. Çünkü (hâşâ) o bilmese zaten o şey varolamaz. Kadere imanı kaçınılmaz kılan da budur. Biz birşeylerden onlar olduktan sonra haberdar olsak bu onların yaratılmasına engel olmaz. Çünkü biz yaratıcı değiliz. Fakat Allah'ın ilmi o şeyi kuşatmazsa o şey kimin kudreti ve iradesiyle varlık sahasına çıkabilir?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...